Cinepopularica: Amerika Sineması
Amerika Sineması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Amerika Sineması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Mayıs 2021 Perşembe

The Woman in the Window / Penceredeki Kadın (2021)


Kifayetsiz çırpınış


the woman in the window

Amerikalı Yazar A. J. Finn'in 2018 yılında yayınlanan, çok satan kitabından uyarlanan The Woman in the Window (Penceredeki Kadın), 20th Century Fox yapımı. Pandemi sonrası mecburen Netflix'e kaymış, dolayısıyla ortak yapım haline gelmiş bir film daha. Sektörün efsanevi film şirketleri birbiri ardına Netflix'le daha ciddi işbirliğine girdiğine göre sanırım klasikçilerle dijitalciler ayrımı kendisini feshetmeye başlamıştır. A.J. Finn'in The Woman in the Window romanını okumadım, fakat filmden sonra yaptığım araştırmada başta adından, sonra referanslarından ötürü henüz roman aşamasında Alfred Hitchcock'un The Rear Window (Arka Pencere) filmiyle bağdaştırıldığını sıkça gördüm. Filmde bu gönderme henüz ilk sahnelerde yer buluyor zaten. Filmlerle yaşayan kadın karakterimizin açık televizyonunda The Rear Window (Arka Pencere) filminden bir kare görüyoruz. The Rear Window'u defalarca izlemiş biri olarak evvela iki film arasında biçimsel referanslar açısından yoğun bir benzerlik bulunmdığını söylemem gerekiyor. The Woman in the Window'un ana karakteri olan Anna agorafobi yüzünden kendisini evine hapsedip daha içsel bir korkuyu simgelerken, The Rear Window'un Jeff'i, kırık bacağından ötürü daha somut bir çaresizliğin temsili oluyor. Yönetmen Joe Wright, Atonement, Darkest Hour gibi dönem filmleriyle, daha çok öne çıkan, Hollywood'un yetenekli yönetmenlerinden biri. The Woman in the Window filmi için yarattığı dünyada, Hitchcock'tan daha çok Roman Polanski'nin, özellikle The Tenant, Rosemary's Baby ve Repulsion filmlerinde kurduğu tekinsiz atmosferi ve özellikle biçimsel üslubu referans aldığını düşünüyorum. Başarıp başamadığı ayrı bir konu elbette.

The Woman in the Window / Penceredeki Kadın (2021)

Manhattan'da yaşayan çocuk psikoloğu Anna (Amy Adams), Agorafobi hastalığı yüzünden uzun yıllardır toplum içine karışmaktan ve sokağa adım atmaktan uzak durmaktadır. Sokağı uzaktan gözetlemek ve sürekli film izlemekten başka bir yaşam belirtisi göstermeyen Anna'nın hayatı, Russell ailesinin karşı daireye taşınmasıyla değişir. Önce ailenin sorunlu ergen çocuğu Ethan (Fred Hechinger), sonra da Annesi Jane Russell'la (Julianne Moore) tanışan Anna, sürekli dikizlediği karşı komşusu Jane Russell'ın, kocası (Gary Oldman) tarafından öldürüldüğü bir geceyi polise ihbar eder. Alistair Russell (Gary Oldman), Anna'nın kendisine iftira attığını söyleyerek karısının yaşadığını ileri sürer ve Jane Russell'ı Anna'ya gösterir. Anna, daha önce tanıştığı Jane'le şimdiki Jane'in (Jennifer Jason Leigh) aynı kişi olmadığında ısrar etse de psikolojik sorunları olan, evden çıkamayan ve geçmişiyle sorunları olan birine kimseyi inandıramaz. 

The Woman in the Window / Penceredeki Kadın (2021)

Yönetmen Joe Wright bir söyleşisinde filmin Covid-19 sürecinden önce tasarlandığını ve pandeminin bir bakıma, kadın karakterin evden çıkamaması üzerindeki gerekçeyi sağlamlaştırdığını söylüyordu. Buna katılırım ve durumu avantajlı bulurum. Fakat filmin agorafobiyi de karakterin geçmişiyle bugünü arasındaki bağı da yansıtamadığını düşünmekteyim. Roman belli ki çok tanıdık bir konuyu psikolojik gerilimin karasularına çekerek yenilik yaratmaya çalışmış, fakat film bu psikolojik derinliği görüntü yönetiminin olanaklarına hapsederek kolaycılık peşinde koşuyor. Manhattan'da yalnız yaşayan, evden çıkamayan, komşularına karşı aşırı meraklı, hatta röntgenci bir karakterin, komşunun ergen oğluyla ve babasıyla yaşadığı korku dolu oyun bir yerden sonra o kadar kısırlaşıyor ki saniyelik şoklarla seyircisini korkutan Scream serisine evriliyor. Filmin başlangıç dokusuyla gelişme bölümünün dokusu son derece kopuk. Dış dünya tasviri yapılamadığı için agorafobik dünya, yani güven ortamı da kıymetini yitiriyor. Finalde yakalanmaya çalışılan rahatlama, arınma sekansı bu anlamda zerre önem arz etmiyor. Filmin, haklı olarak kıyaslandığı The Rear Window'la arasında 65 yıl var. O filmdeki yenilik ve durum gerilimi bu filmde klişeler yumağından öte gidemiyor. Oysa ki hep referans verdiğim yakın tarihli Babadook mekan ve hatıralar konusunda ne büyük ders vermişti. 


Filmin fragmanı

20 Şubat 2021 Cumartesi

The Texas Chainsaw Massacre / Teksas Testere Katliamı (1974)

  3 dakika okuma süresi


The Texas Chainsaw Massacre



The Texas Chainsaw Massacre / Teksas Testere Katliamı (1974)

Tobe Hooper'ın oldukça düşük bir bütçeyle çektiği The Texas Chainsaw Massacre bugün korku sinemasının en önemli yapıtları arasında gösteriliyor. Kan ve katliam gösterisine dayanan gore alt türüne ait birçok göstergesi olmasına karşın, bu film açık bir slasher şaheseridir. Katilin kurbanını uzun süre takip ettiği ve izleyicinin bu takibin gerilimi altında kaldığı bir korku alt türü olan slasher için örnek verildiğinde ilk akla gelen filmlerden biri kesinlikle serinin ilk filmi olan 1974 tarihli The Texas Chainsaw Massacre'dır. Daha sonra üçleme, dörtleme derken zıvanadan çıkan seride ilk filmin yarattığı dönüştürücü etki serideki diğer hiçbir filmle kıyaslanamaz düzeydedir. Bu düşük bütçeli ve reji hatalarıyla dolu olan filmin bir diğer önemli yanı, kendisine gerçek bir katili örnek alıp onu slasher temasıyla birleştirmiş olmasıdır. 1954-1957 yılları arasında yamyamlıkla seri katillik arasında gezinen Ed Gein adlı Amerikalı, annesinin ölümünden sonra giderek ilerleyen şizofrenisini klinik bir şova dönüştürür. Ölen annesini diriltebilmek umuduyla beden parçalarını onun vücuduna nakleder ve bunun için öncelikle mezarlıklardan topladığı cesetleri kullanır. Başarısız olunca da taze beden peşinde koşup öldürmeye başlar. Tobe Hooper, filmdeki yamyamlık temasını bir grup özgür ruhlu genç ile Amerikan muhafazakarlığının jenerik eyaleti olan Teksas ikilemine dayandırıyor. 

The Texas Chainsaw Massacre / Teksas Testere Katliamı (1974)

Sally Hardesty (Marilyn Burns) ve tekerlekli sandalyeli kardeşi Franklin (Paul A. Partain), üç arkadaşlarını da yanlarına alıp bir minibüs seyahatine çıkarlar. Hem dedelerinin mezarını ziyaret edecek hem de birtakım gizemli mezar soygunculuğu olaylarını yerinde inceleleyeceklerdir. Minibüslerine aldıklar bir otostopçunun saldırganlığıyla ilk darbeyi alan kafile, dedelerinin terk edilmiş evine vardıklarında benzin sıkıntısı çekecek ve etrafı kolaçan ederek yakıt bulmaya çalışacaklardır. Gençlerin Teksas kırsalında kalmak zorunda oldukları bu terk edilmiş evde tek çareleri yakın komşularına ulaşmaktır, ama en yakındaki komşuları testereli katil ve onun yamyam ailesidir. 

The Texas Chainsaw Massacre / Teksas Testere Katliamı (1974)

The Texas Chainsaw Massacre, Amerika'nın 68 özgürlük hareketi ve sonraki yıllardaki gençlik hareketi bağlamında da yorumlanmış filmlerden biri. Mumyalanmış yaşlı bedenlerin ve yeni cesetlerin sürekli işleyen öldürme makinesine atıfta bulunduğuna dair vurgular var. Projenin yaratıcı olan Tobe Hooper'ın bu vurguyu ne denli öne çıkardığı tartışılır. Bana kalırsa böyle bir politik göndermeye meyletmiyor, ancak yıllar yılı kendisini politik olarak var eden 'yola çıkmış gençlik' klişesi filmde bir şekilde dramatik olarak önemli yer tutuyor. Filmin kötülük sembolü Leatherface (Deri surat) Ed Gein gibi, ölülerin uzuvlarından diktiği maskesi ve aksesuarlarıyla açık bir yamyam tasviri ve saf bir korku karakteridir. Her nasıl yaklaşılırsa yaklaşılsın nihayetinde ortada düşük bir bütçe, bağımsız bir yapım ve bir grup oyuncuyla yaratılmış öncü bir korku gerilim filmi var. Oradan hareketle The Texas Chainsaw Massacre, slasher filmlerinin öncüsü olmuş, korku filmlerinin kaderini değiştirmiş bir yapım. Rejinin kopuk ve özensiz oluşu, bütçeden ve hız kaygısından kaynaklanmış olsa da ortaya çıkan rahatsız edici absürt gerçeklik yine bu amatörlükten besleniyor. Rahatsızlıktan söz etmişken filmin kimi ülkelerde uzun süre yasaklı olduğunu ve gösteriminin Amerika'da bile büyük bir tartışma yarattığını eklemek gerekiyor.

Filmin Fragmanı

6 Şubat 2021 Cumartesi

Nomadland (2020)

 3 dakika okuma süresi


Rüzgardaki kökler


Nomadland (2020)

Fern (Frances McDormand), minibüsüne biner ve What Child is This? ilahisini mırıldanarak hikayesini anlatmaya başlar. Bu, tanrıya ve doğaya sığınma temalı meşhur bir yalnız çoban ilahisidir aynı zamanda. Nomadland, sinemaseverlerin uzun süredir gösterime girmesini bekledikleri bir film. Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan, Toronto Film Festivali'nde People's Choice Award (Halkın Seçimi) ödüllerini kazandıktan sonra beklenti ister istemez arttı. Birçok sinema yazarı tarafından 2020'nin en iyi filmi olarak lanse edildikten sonra filmin etrafındaki merak halkası daha da büyüdü. Vizyonu merak konusu olan film, önerilmeyen mecralarda gösterilmeye başlanınca bir şekilde hakkındaki yazılar çiziler de kendilerini göstermeye başladı. Amerika Kıtası içinde katıldığı hemen her festivalden bir şekilde ödülle dönen film, daha çok başrol oyuncusu Frances McDormand'ın eşsiz oyunculuğuna atıf yapılarak öne çıkarılmıştı. Şimdiye kadar kazanılan ödüllerin ağırlığına dayanarak bu yıl bir şekilde gerçekleştirilmeye çalışılan Oscar ödül töreninde muhtemelen en iyi kadın oyuncu ödülü Frances McDormand'a gidecek. Çinli kadın yönetmen Chloé Zhao tarafından Jessica Bruder'ın aynı adlı kitabından uyarlanan film, kahramanın yolculuğu temasına ve klasik drama çatısına kökten karşı gelen bir varoluş anlatısı. Bu anlamda klasik anlatıya ve bilhassa aksiyona meyleden seyirciyi büyük hayal kırıklığına uğratacağına şüphe yok. Ancak, varoluş anlatılarına karşı özel ilgi duyan benim gibi sinemaseverler için bile, filmin kimi yönlerden ciddi ciddi eleştirilecek, tatminsizlik yaratabilecek yanları olduğu su götürmez bir gerçek.

Nomadland (2020)

Nevada kırsalında uzun yıllardır istihdam yaratan bir alçıpan şirketinin iflasının ardından yersiz yurtsuzlaşıp minibüs ve karavanlarında yaşam mücadelesi veren bir grup insandan biri de Fern'dür. Sadece ufak ve soğuk minibüsüne değil, hayata da sığmakta zorlanan Fern (Eğrelti otu anlamına geliyor) yerleşik bir ev düzenine geçmeye ısrarla karşı gelerek boşlukta ve tek başına olmanın akışına kendisini kaptıracaktır. Chloé Zhao' nun kurduğu dünyada Fern yani Frances McDormand harici ünlü bir oyuncu bulunmuyor. Diğer oyuncular kendi adları ve çoğunlukla kendi dünyalarıyla filmin bir parçası oluyorlar. Bu anlamda filmin belgesel gerçekliğini arayan ve bir şekilde kurgunun temsil dünyasını yıkmayı hedefleyen güçlü bir tarafı olduğunu söylemeye gerek kalmıyor sanırım. İşte tam bu noktada hedeflenenle var olan arasında derin bir boşluk yaşadığımı söylemeliyim. Filmin dramadan uzaklaşma iddiası çoğu kez izleyiciyi dramaya ve yalnızlık pornosuna iten müzikal bir estetikle hasara uğratılıyor. Yani boşlukta salınan bir karakter için sürekli ''Bakın ne kadar çaresiz, ne kadar da yalnız'' diyen bir alt metin söz konusu. Ama daha da önemlisi filmin politik argümanının sakat oluşu. Yoksulluk ve çaresizlik, Zhao'nun evreninde tercih edilen bir şey gibi anlatılıyor. Tercihen yalnızlık, tercihen yoksulluk, tercihen tecrit. Son derece sorunlu ve küstah bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum. Fern, Amerikan sinemasında eşi benzeri olmayan bir karakter değil. Müthiş emsallerini sayabiliriz. Mesela 1970 yapımı Bob Rafelson şaheseri olan Five Easy Pieces filminde  boşlukta salınan işçi sınıfından Robert'in kurgusal yaşamı, Nomadland'de  Fern tarafından devralınıyor diyebiliriz. İki film arasındaki duygudaşlık bu manada Amerikan sinemasının güçlü birer reddiye örneği olarak ortaklaşıyor. Yalnız, bu noktada kadın karakterin tercih edilmiş yalnızlık ısrarı görece yeni bir fikir ve dönemin ruhuna da son derece uygun. Bunu şerh olarak düşmekte fayda var. Karakteri kadından seçerek her türlü sınıfsal çarpıklığı meşru gösterebileceğimiz yeni bir dönem var ne de olsa!

Nomadland (2020)

Fern karakterini genellikle sabit kamerayla, minimalizmin sularında izlediğimiz için bahsettiğim belgesel gerçekliği arayışı bu noktada görsel olarak da geri planda kalıyor. Fern'le ve onun hem sınıfsal hem de iradi yalnızlığıyla ortak olma biçimimiz Dardenne Kardeşler'in yaptığı gibi bizi o dünyanın içine çeken bir tavırdan yoksun. Yönetmen Chloé Zhao'nun kamera tercihleri izleyiciye bunun bir drama olduğunu gizliden gizliye telkin ediyor. Yalnızlık anlarında devreye giren duygu yüklü müzikler de cabası. Bunlar benim gibi Avrupa sinemasıyla teması güçlü olan izleyiciler için ayrıntı olarak da nitelenebilir. Kişisel bir izleme deneyiminden söz ediyoruz sonuçta. Amerikan bağımsız sinemasının Avrupa sanat sinemasının teknik kodlarıyla bire bir örtüşmesi de gerekmiyor. Sonuçta filmin, her şeye karşın sinema salonlarında, platformlarda ve yıllar sonrasında yine Amerikalı izleyiciyle temas kurabilecek yönlerinin olması elzemdir. Karaktere başka bir biçimde yaşamın imkanı sunuluyor, bir aile ortamında yaşama fikrini birkaç defa duyuyoruz. Fakat karakterimiz bunlara itibar etmeyen bir ruha sahip. Özgür irade ve yolda olma hakkını birinci ağızdan duyurması, iyiliğe ve kötülüğe dair tarafsızlığı bu filmi sınıfsallıktan koparıyor. Acıklı müzikler ve gün batımı detaylarıyla tam olarak neye içimizin parçalanmasını istedikleri ise meçhul.  Filmde yalnızlar da, aileler de, göçerler de, yerleşikler de aynı oranda mutlu ya da değil. Son yıllarda Dogman'daki Marcello Fonte'nin muhteşem performansıyla birlikte anabileceğim en iyi oyunculuk performanslarından biri Frances McDormand'a ait. Bahsettiğim her şeyin ötesine bu güzide oyuncunun hikayeyi zenginleştirme çabasını yerleştiriyorum. Oscar ödülü hem Frances McDormand'a hem de Çinli çelik milyarderinin kızı Chloé Zhao'ya hayırlı olsun. 

Filmin fragmanı

30 Ocak 2021 Cumartesi

The Trial of the Chicago 7 / Şikago Yedilisi'nin Yargılanması (2020)

3 dakika okuma süresi


Kısa çöpler, uzun çöpler


The Trial of the Chicago 7 / Şikago Yedilisi'nin Yargılanması  (2020)

Netflix prodüksiyonu olan The Trial of the Chicago 7 (Şikago Yedilisi'nin Yargılanması)Amerika Birleşik Devletleri gençliğini 68 hareketine götüren yollara ışık tutması bakımından önemli bir film. Bu süreci elbette tek sebebe indirgemek oldukça güçtür. 68'e giden yolda birbiri ardına yığılan onlarca hadise, toplumun tüm katmanlarını ayrıştırma ve öfkeyi biriktirme amacını güderek, sanki tek el tarafından organize edilmiş gibidir. Siyahlara karşı uygulanan korkunç politika sonrası tırmanan gerilim Martin Luther King'in öldürülmesiyle birlikte Kara Panterlerin iyiden iyiye örgütlenmesini doğurdu. 1965 yılı, Amerika'nın Vietnam saldırısında gemi azıya aldığı yıl oldu, Amerika'nın asker ihtiyacı doruğa çıktı. Nihayetinde öğrencileri askerlikten muaf tutan kanun 1967 yılında yürürlükten kaldırıldı. Öğrenci hareketi de böylece iyiden iyice sıcak alana dahil edilmiş oldu. 1950'lerden bu yana zaten cadı avı ve tasfiye politikası yürüten Amerika sağına karşı ciddi bir öfke birikmesi söz konusuydu. Bu birikmenin farkında olan başkan John F. Kennedy hem siyahilere hem de öğrencilere karşı ılımlı bir tavır takınmış, ancak 1963 yılında öldürülmüştü. İşte sembolik bir yıl olan 1968'e ve bu harekete gidilen yolda Amerika kaynayan kazana döndü. Bu süreçte hem Silent Generation (Sessiz kuşak) hem de Beat Generation (Beat kuşağı) oluştu. Sessiz kuşak yerinde sayarken Beat kuşağı bir kültür devrimi yaşayarak dallandı budaklandı. Çağımızın en iyi senaryo yazarlarından biri olan Aaron Sorkin tam da bu bölünmeyi ve sorun yumağını eşeliyor. The Trial of the Chicago 7, adalet arayışı temalı filmleri aşarak üstü örtülmüş bir haklı isyana ışık tutuyor.

The Trial of the Chicago 7 / Şikago Yedilisi'nin Yargılanması  (2020)

Tüm karakterlerin eşit oranda vurgulanması gerektiği için konuyu kısaca anlatmak istiyorum. Zira oldukça kalabalık bir kadro söz konusu ve olayları tek tek aktardığımızda ciddi bir kafa karışıklığı yaratmak işten bile değil. Chicago'da Vietnam savaşını ve öğrencilerin askere alınmasını protesto eden kalabalık bir grubun içerisinden yedi kişi seçilir ve aralarına bir de siyahi sanık yerleştirilir. Böylece davanın kamuoyu nezdinde ciddiyete kavuşması sağlanacaktır. Bu kadar kalabalık bir kadro, yoğun bir olaylar silsilesi ve uzun bir süreye yayılan davayı iki saate sığdırabilmek için olayları sahnelerle göstermekten çok diyaloglarla halletmek gerekiyor haliyle. The Social Network filmiyle çok daha geniş kitlelerce tanınan Aaron Sorkin gibi inanılmaz bir diyalog yazarı. Bu filmi hem yazdı hem yönetti. Senaryo bahsinde yıllar yılı ''Anlatma göster'' diye şablonlaştırılan durumu neredeyse tersine çeviriyor. Aaron Sorkin'in yazdıklarını izlerken ciddi bir konsantrasyon gerektiğine şüphe yok. Şairane, destansı ve nüktedan olma gayesi gütmeden yani rafine biçimde karakterlerini ve meramını aktarabilmesi sayesinde her filmi, her yazdığı eşsiz bir deneyime dönüşüyor. 

The Trial of the Chicago 7 / Şikago Yedilisi'nin Yargılanması  (2020)

Amerikan sinemasında bu tür doğrudan politik filmlere nadiren rastlanır. Son yıllarda buna meyletme ihtiyacı güttüklerini de belirtmem gerekir. Her türlü yenilikçiliği gerçekleştirmelerine rağmen, halkın sinema yoluyla bu tarz doğrudan politik alanlara meyletmesi, sağıyla da soluyla da Amerikan müeesses nizamı için en korkutucu senaryo olsa gerek. Özellikle George Floyd'un polis tarafından katledilmesinin hemen ertesinde Amerika sokaklarında ciddi bir hareketlilik yaşanırken filmdeki siyahi Bobby Seale yoluyla güçlü bir gönderme yapılması oldukça etkileyici. Aaron Sorkin'in bu film için seçtiği anlatım tarzı da bir karakterin yolculuğu şemasına dayanmıyor. Filmi ana kahramandan yoksun bırakarak dönemin ruhunu biçimine işliyor. Tüm dokundurmaların yanı sıra, demokrasinin Amerika'da her türlü otoriteden ve baskıdan güçlü olduğu vurgusu yine var. İdealize edilmiş hukukçular, devlet görevlileri hatta bakanlar bile bu anlamda sistemi övme unsuru olarak görünür haldeler. Ama günün sonunda, her türlü hak arayışından eli boş dönülen bir ülkede yaşıyoruz. Bu konuda eleştiri hakkım saklı kalsın. Her şeyin gözümüze batması olağan. The Trial of the Chicago 7'ı, en güzel gençlerimizi ölüme gönderişimizi düşünerek izledim. onların (Amerikalı gençlerin) hak arayışlarını ölüm riski olmadan gerçekleştirdiklerini bile bile. Hızlı akan diyalogların arasında, mağrur gözlerle adaleti sorgulayan Amerikan gençlerinin yüzünde bizim gençlerimizin buruk yüzlerini anımsadım. Büyük bir utançla. 

Filmin fragmanı

26 Ocak 2021 Salı

Inherit the Wind / Rüzgârın Mirası (1960)

2 dakika okuma süresi


 Maymun Davası


Inherit the Wind / Rüzgârın Mirası (1960)

Inherit the Wind (Rüzgârın Mirası), 1925'te Amerika'nın Tennessee eyaletinde görülen ilginç bir davadan esinlenir. Davanın şöhreti eyalet sınırlarını aşıp bütün ülkenin gündemine düşer, adeta magazinel bir konu halini alır. Genç bir öğretmen, daha önce bu konuda uyarılmış olmasına karşın, biyoloji dersinde müfredatın dışına çıkma pahasına Darwin'in evrim teorisinden bahsedip, öğrencilerine maymunlar üzerinden somut bazı örnekler verir. Öğretmene açılan kamu davası, dönemine göre epey yüksek bir meblağ olan 100 dolarlık cezanın yanı sıra kovuşturmayla sonuçlanır. John Scopes adlı öğretmenin adıyla basına servis edilen dava, önce The Scope's Trial (Scope Davası) olarak adlandırılsa da bugün hatırlanan adını alması uzun sürmez: Maymun Davası. Filmin dayandığı konu işte bu. Amerikan sinemasının 50'li ve 60'lı yıllarına damga vurmuş yönetmenlerden biri olan Stanley Kramer, kıyıda köşede kalmış, ya da sadece meraklısının bildiği birkaç olağanüstü, birkaç çok iyi, azımsanmayacak kadar da iyi filmle aramızdan ayrıldı. Aktif film yaşantısı boyunca çektiği neredeyse bütün filmlerini görmüş biri olarak Inherit the Wind filmini adalet ve mahkeme temalı filmler kategorisinde 12 Angry Men ve Witness For the Prosecution gibi filmlerle birlikte anmak gerektiğini düşünüyorum.

Inherit the Wind / Rüzgârın Mirası (1960)

Oregon'un Hillsboro şehrindeki bir lisede biyoloji dersi veren Bertram T. Cates (Dick York), muhafazakâr bir kasabada yaşayan öğrencilerine Darwin'in Evrim teorisinden bahsetmektedir. Kilisenin etkisi altındaki kasaba halkı bu duruma dayanamaz ve sonunda Bertram T. Cates'e kamu davası açılır. Tüm ülkenin gündemine düşen olayda biyoloji öğretmenini savunmak, ülkenin en ünlü avukatlarından biri olan Henry Drummond'a (Spencer Tracydüşer. Senatör Matthew Harrison Brady (Fredric Marchhaklı galeyana getirip, öğretmeni cezalandırmak ister, azılı rakibi Henry Drummond ise argümanlarıyla Brady'i saf dışı bırakmaya çalışacaktır. 

Inherit the Wind / Rüzgârın Mirası (1960)

Demokratların kazandığı şehirleri de kapsayacak biçimde, Amerika'nın 50'li ve 60'lı ve hatta 70'li yıllarını göz önüne aldığımızda esasında cadı avı, yaygın cehalet ve antikomünizmin epey etkili olduğunu biliyoruz. Bugün birtakım eleştirel filmler çekiliyor olsa da din ve kilise eleştirisi büyük bir meseleydi.  Elbette şu ya da bu şekilde komünist Sovyetler Birliği'yle ortak bir düşünceye asla tahammül edilemezdi. Nice filmin montaj masasında finali değişti, nice yönetmene, senariste soruşturmalar açıldı. Fakat yine de bu karanlığı delmeye çalışan kimi yönetmenler ve onların kurcalamayı sevdiği konular bağlamında bazı sinema şaheserlerini izleme şansını bulabildik. Yani bugün ağırlıkla eğlenceli süper kahraman filmleri üreten endüstrinin, epey zorlu yollardan geçmiş olduğunu anımsamak lazım. Stanley Kramer'ın Inherit the Wind filmi, gerçek bir karakter draması örneği. Bazı anlarda akıl almaz diyaloglar barındırıyor, ben olsam şu cevabı verirdim dediğiniz anlarda karakterler akıl okuyup, olanca sertliğiyle o cevabı veriyor.  İzleyicisiyle bu bağı kurabilmesindeki ana etken başından sonuna kadar kurduğu güçlü atmosfer ve karakterini mükemmelen tanıtmış olması. Inherit the Wind her anlamda bir gizli hazinedir. Başroldeki efsanevi aktör Spencer Tracy'nin performansını izlemek de cabası.

Filmin fragmanı

12 Ocak 2021 Salı

Planes, Trains & Automobiles / Uçaklar, Trenler ve Otomobiller (1987)

2 dakika okuma süresi



Bir şükran telâşesi



Planes, Trains & Automobiles / Uçaklar, Trenler ve Otomobiller (1987)

Kafanız iyice yorulduğunda, ya da bugünlerde olduğu gibi melankolik pandemi günlerinde sırf zihin boşaltmak için ne tür komedi filmlerine maruz kaldığınızı tahmin edebiliyorum. Yerli komediler başka bir alem, onları hiç karıştırmıyorum zaten. Yeni dönem Amerikan komedilerinde ayakları yere basmayan bir varoluşçuluk çabası, kendini arayış ve fantezi unsurları baskın geliyor artık. En azından sinemadaki son kaliteli komedi kuşağı 80'li yıllarda seri üretim filmler verdi, gişede büyük başarılar elde etti ve bizim televizyon kanallarımızda bile prime time kuşağında ciddi manada karşılık buldu. Bu kuşağın en önemli temsilcilerinden biri olan Steve Martin, taşradan kente Türkiye'nin bile aklına kazınmış bazı filmleriyle maruftur. Amerika'daki şöhretini varın siz düşünün. Steve Martin'in benim komedi anlayışımla en çok örtüşen, dramatik unsurları da ihmal etmemiş ve bence en iyi filmi olan Planes, Trains & Automobiles, temel senaryo öğüdünü uygulayan, hatta bunun dersini veren iyi bir eğlencelik. Nedir bu öğüt derseniz; karakteri öyle bir dünyanın içine bırak ki başı dertten kurtulmasın, ama finalde hep birlikte sevinelim. Filmin bu konudaki başarısı ortada olmalı ki gişenin kurdu Will Smith'in muhtemelen yapımcısı olduğu kadro bu filmin yeniden çevrimi üzerinde harıl harıl çalışmakta.

Planes, Trains & Automobiles / Uçaklar, Trenler ve Otomobiller (1987)

Şükran gününde Chicago'daki ailesinin yanında olmak isteyen Neal Page (Steve Martin), türlü aksiliklerden sonra New York'tan kalkan uçağa biner. Uçak, bir arızadan dolayı Kansas eyaletinin Wichita şehrine inmek zorunda kalır. Birkaç saat evvel New York'ta taksisini kapan Del Griffth (John Candy) adlı pazarlamacıyla aynı kaderi paylaşan Neal, ailesinin yanına gidebilmek için her yolu dener. Neredeyse bütün ulaşım araçlarını kullanarak hem bir an önce hedefine ulaşmaya hem de başlarına bela üstüne bela açan Del'le yollarını ayırmaya çalışır. Ancak ailesiyle mutlu bir şükran günü geçirmek isteyen Neal, Del Griffth'in muzır kişiliğinin arkasındaki yalnızlığa kayıtsız kalamaz. 

Planes, Trains & Automobiles / Uçaklar, Trenler ve Otomobiller (1987)

Yazan ve yöneten John Hughes, Amerikan sinemasının en üretken yönetmenlerinden biri olarak birbirinden önemli filmlere imza atmış iyi bir yönetmen ve senarist. Zorluklarla dolu bir yol ve anti-kahraman komedisi yaratıp geçmemiş, finalde hassas, duygusal temayla birlikte Amerika (ve tüm hristiyan dünyası) için çok önemli bir paylaşım ve bir arada olma ritüeli olan şükran gününü sağlam bir arka plan olan olarak kullanmış. Finalde ulaşmak istediği noktayla Frank Capra'nınkiler gibi köklü ve ulusal temaları da gözeten, aynı zamanda duygusallık barındıran bir komedi filmi yaratabilmiş. Filmdeki karakter ayrıntıları son derece derin ve anlamlı. Gerçek hayatta da müzmin bir yalnız olan John Candy'nin çizdiği karakter, filmin heyecan ve espri kaynağıyken, bir anda duygular arası geçiş yaparak filmin tonunu değiştirebiliyor. Her ne kadar başta söylediğim gibi kafa boşaltmaya yardımcı oluyorsa da Planes, Trains & Automobiles, karakter inşası ve hikayeye çizilen istikamet bakımından istisnai bir Amerikan komedisi ve eşsiz bir karakterin yolculuğu örneğidir. 

Film müziği



Filmin fragmanı

26 Aralık 2020 Cumartesi

Marlon Brando (1924-2004)

5 dakika okuma süresi


Bir aktör hatırlanıyor



Marlon Brando (1924-2004)

İlk yıllar ve kendini arayış

Marlon Brando 1924 yılında Nebraska eyaletinin Omaha şehrinde dünyaya gelir. Çocukluk anılarına dair ilk anımsadığı, eski bir oyuncu olan annesinin alkol sorunu, sık sık evi terk edişi ve uzun süre ortadan kayboluşudur. Ailenin üzerine karabasan gibi çöken despot baba Marlon Brando Sr., Marlon Brando tarafından uzun süre affedilmez, hatta Brando onun ölümü karşısında gizli bir sevinç duyduğundan bile bahseder. Brando, babasını ''Goril gibi güçlü ve zor bir adam'' olarak tanımlar. Çocukluğunun en önemli figürü anne Dorothy Brando olmasına rağmen Brando, dadısı Ermi'ye özel bir parantez açar. Daha sonra hayatına giren tüm kadınlarda Ermi'nin sıcaklığını aradığını belirtir. Hakkında yazılmış tüm kitaplarda çocukluğuna dair güçlü bir vurgu yapması bakımından, bu girişin kaçınılmaz olduğunu düşündüm. Zira sonraki yıllarda hayata karşı takındığı tutum, erken dönemiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Hayatının büyük bölümünde psikanaliz terapileri alır ve en iyi arkadaşları psikiyatrları olur. Başarısız bir okul ve aile yaşantısından yaşantısından sonra liseyi Shattuck askeri lisesinde okumaya başlar. Bu hem ailesinden uzaklaşma hem de geleceğini inşa etme konusunda belirleyici bir karar olacaktır. Bu okulun kütüphanesindeki National Geographic dergisinde gördüğü Tahiti'deki Tetiaroa adlı adaya hayran kalır ve orta yaşlarına girdiğinde bu adayı yaşlı bir Amerikalı kadından satın alır. Askeri okuldaki varlığı uzun sürmez, disiplinsizlik nedeniyle haksız biçimde okuldan uzaklaştırılır. Kendisinden önce oyunculuk sevdasına kapılan ablası Jocelyn'in izini takip eden Brando, liseden sonra şansını oyunculukta denemek için New York'un yolunu tutar.

Marlon Brando (1924-2004)

New York, Metot Oyunculuğu ve nihayet Oscar

New York'ta ne yapacağını iyi bilmektedir, ancak bir süre şehrin içinde oradan oraya sürüklenmeyi, o günlerin modası olan bohem yaşam tarzını denemeyi seçer. Hem annesinden aldığı referanslar ve tavsiyeler hem de ablasının varlığı sayesinde emin adımlarla ilerler. New School'da büyük sahne adamı Erwin Piscator'un öğrencisi olur, ancak yine aynı okulda tanıdığı ve okulun ruhu olarak nitelediği Stella Adler, Marlon Brando'nun oyunculuk kariyerindeki en önemli isim olacaktır. Genç yaşında büyük Rus teorisyen Konstantin Stanislavski'nin doğal oyunculuk metodunu bizzat kaynağından öğrenip, Amerika'daki öğrencilerine aktaran Adler, metot oyunculuğu kavramının yaratıcısı olmuştur. Stella Adler'e hayranlık ve büyük bir ilgi duyan Marlon Brando, Adler ve onun piyasa içinde etkili olan ailesi sayesinde o sırada kültür sanat camiâsında köşe başlarını tutan yahudilerle içli dışlı olma şansını da yakalar. I Remember Mama'da ve birkaç yıl sonra kendisini New York sahnelerinde ufak çaplı bir şöhret haline getirecek olan A Streetcar Named Desire'da (Arzu Tramvayı) oynadıktan sonra 1950 yılında Fred Zinnemann'ın The Men adlı filminde başrolde yer alır. O güne kadar kullanılmamış bir yöntem izleyerek, karakterini daha iyi anlayabilmek adına tekerlekli sandalyede uzun alıştırmalar yapar ve bir savaş gazisini ustalıkla canlandırır. Bu filmden sonraki ilk başarısını 1954 yılındaki On The Waterfront (Rıhtımlar Üzerinde) filmiyle elde ederek ilk En iyi Erkek Oyuncu dalında Oscar ödülünü kazanır. Yönetmen Elia Kazan, Stella Adler'den sonraki en büyük öğretmeni olmuştur artık. Kazan'ın kurduğu Actors Studio'nun ilk öğrencilerinden biri olan Marlon Brando, İngiliz oyuncuların tekelindeki tiyatral oyunculuk yerine karakter inşasına dayanan metot oyunculuğunun o zamana kadarki en görkemli temsillerinden birini vermiştir. 

Marlon Brando (1924-2004)

Doyum, skandal ve yeniden doğuş 

60'lı yıllarda politik konularda sesini yükseltmeye başlar ve gelen senaryoların politik yönlerini eleştirip oynayacağı karakterler hakkında söz sahibi olmayı ister. Bu tutumuyla sektörün zor adamlarından biri haline gelen Brando, 50'li yıllarındaki hızlı yükseliş ivmesini kaybeder. Yine de 1964 yılında oynadığı ve nispeten önemsiz bir film olan Bedtime Story setindeki çalışma günlerini, en fazla zevk aldığı süreç olarak tanımlar. Dünya sinema tarihinin en büyük ismi olarak nitelediği Charlie Chapman'ın yönettiği 1967 yapımı A Countess From Hong Kong adlı filme büyük bir heyecanla başlar, Chapman'ın etrafına kötülük saçtığı gerekçesiyle ondan bir insan olarak nefret ederek bu filmi zorluklarla bitirir. Çalıştığı en iyi üç yönetmeni, Elia Kazan, Bernardo Bertolucci ve 1969 yılında Burn filminde bir araya geldiği Gillo Pontecorvo olarak sıralar. Burn, ne ne kadar büyük bir gişe başarısı yakalamış olmasa da Brando'nun en iyi filmlerinden biridir. 1972 yılında yazar Mario Puzo'dan aldığı özel davet mektubuyla The Godfather (Baba) filminin kadrosuna dahil olur. Efsanevi bir karakter yaratır ve buna bizzat karar verir, hatta diyaloglarına müdahale etme şartıyla filme dahil olur. Bu film ona ikinci Oscar ödülünü kazandırır. Kızılderililerin hakları üzerine yıllardır hassasiyetle eğilmiş olan Brando, ödülü alması için Kızılderili kökenli bir kadını (Sacheen Littlefeather) sahneye çıkması için ikna eder. Bu olayla birlikte artık Oscar kazanma şansını da yitirmiş olur. Baba filminden sonra Bertolucci'yle Last Tango in Paris filminde çalışır. Anılarında ve söyleşilerinde inkar etse de Yönetmen Bertolucci'yle birlikte başroldeki kadın oyuncu Maria Schneider'a komplo kurup, tecavüz sahnesini onun haberi olmadan çekerler. Gerçekçilik uğruna yapılan bu korkunç hareket ne yazık ki onu piyasadan silmeye yetmez. Cılız da olsa bazı sesler yükselir, zaten Brando, sadece para için oyunculuk yaptığını başından beri söylemektedir. Kariyeri de yaşı da ilerlemiş, sinema dünyası değişmiştir. 1979 yılında The Godfather filminin yönetmeni Francis Ford Coppola'dan gelen teklifle kimi eleştirmenler tarafından gelmiş geçmiş en iyi oyunculuk performansı sayılan Apocalypse Now (Kıyamet) filmindeki Albay Kurtz karakterine hayat verir. 

Marlon Brando (1924-2004)

Anılarından izlenimlere

Marlon Brando'yu, anılar ve söyleşiler yoluyla kavrayabilmek oldukça zor. Kendi ifadesiyle gerçeği eğip bükmeyi, abartmayı ve yer yer yalan söylemeyi seviyor. Şimdiye kadar okuduğum tüm biyografi kitaplarında bazı hikayeleri farklı şekilde anlattığına bizzat tanık oldum. Zor bir çocukluk, baba baskısı ve kayıp anne figürü yüzünden incinen benliğini benliğini onarabilmek için egosunu fazlaca merkeze alıyor. James Dean için benim taklitçimdi diyebiliyor, Elvis Presley'in, siyahilerin müziğini çalarak ünlü olduğundan bahsedebiliyor, Marilyn Monroe'yla yaşadığı aşkı ballandıra ballandıra anlatabiliyor. 1953'te oynadığı The Wild One filminde canlandırdığı asi genç karakter sayesinde Amerikan toplumunu dönüştürdüğünü iddia etmekten de çekinmiyor. Hakkında iddialı açıklamalar yaptığı kimseler bu söyleşiler sırasında yaşamıyordu, bu yüzden gerçeği bilemeyeceğiz. Ancak bir şekilde aynı yıllarda popüler olduğu figürlere karşı hırs beslediği aşikâr. Büyük bir oyuncu olarak insanlara sahte hikayeler anlatmayı sevdiği inkâr etmemesi ve ilgiyi üzerinde toplamaya bayılması dışında, 1950'li ve 60'lı yıllarda müthiş bir şöhret yaşadığına hiç şüphe yok. Politik olarak Yahudilerle içli dışlı olması sayesinde sektörde hızlı bir tırmanış yaşadığını kendisi zaten ima ediyor. Siyahilerin ve Kızılderililerin hareketini samimiyete desteklediğini de biliyoruz. Yine de politik figür olmak gibi bir derdi yok. Zira cadı avı döneminde Hollywood'taki solcuları ispiyonlayan Elia Kazan'la bağını hiç koparmamış, hatta bu olaydan sonra bile onun filminde oynamış bir aktördür Marlon Brando. Daha fazlasını yazmayı isterdim, oğlunu hapse, kızını intihara sürükleyen olaylardan bahsedebilirdim. Dondurmaya bayıldığını, hatta her gün en az yarım kilo dondurma yediğini, eski eşlerinin ondan nefret ettiğini söyleyebilirdim. Onun yerine Türkçe olarak yayımlanmış tek ciddi kitap olan Brando: Annemin Öğrettiği Şarkılar'ı okumanızı önereyim.

18 Aralık 2020 Cuma

Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas (1995)

2 dakika okuma süresi


Nihâyete adım adım


Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas (1995)

Mike Figgis, 1995 yılında çektiği Leaving Las Vegas filmine kadar, yaklaşık on yıllık yönetmenlik kariyerine birkaç iyi film, dizi ve belgesel sığdırmış, yaratıcı ve üretken bir sinemacı. Leaving Las Vegas'ı önce bir televizyon filmi projesi olarak tasarlar, hatta 35 mm yerine 16 mm kamerayla çeker, fakat yapım sırasında bunun bir sinema filmi olması gerektiğine karar verilir. John O'Brien'ın aynı adlı romanından ve senaryosundan hareketle, çekimler başlar. Yazar O'Brian iki hafta sonra intihar eder, çekimler durur. Projeyi rafa kaldırma düşüncesi tartışılırken, bu filmi ona adama kararı alıp devam ederler. Belli ki bir mesaj vermiş ve kendisini ölümsüzleştirmek için böyle bir yol seçmiş, ya da yazdığı filmdeki gibi adım adım o yola ilerlemiştir. Bu olaydan sonra başroldeki Nicolas Cage, filmdeki karakterine daha sıkı sarılır, hatta koluna bizzat John O'Brien'a ait kol saatini takıp, belki de metot oyunculuğunun gereğini yerine getirir. Yazara, yönetmene ve başrol oyuncusuna dair verdiğim tüm bu bilgiler filmin içeriğiyle tamamen örtüştüğü gibi, Nicolas Cage'e de ilk ve tek En İyi Erkek Oyuncu Oscar heykelciğini kazandırır. 

Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas (1995)

Senarist Ben Sanderson (Nicolas Cage), yanına oğlunu da alıp kendisini terk eden karısının ardından büyük bir bunalıma girer, ya da zaten öteden beri bunalımın içindedir. Delicesine içen ve içerek ölmeyi tasarlayan Ben, hayatının bu döneminde maddi sıkıntılar da çekmeye başlar. Yalnız kalmamak için teselliyi hayat kadınlarında arayan Ben'in yolu, bir gün Sera (Elisabeth Shueadındaki bir hayat kadınıyla kesişir. Sera da geçmişinden gelen travmaları atlatmak için psikolojik yardım alan bir kadındır. Ben Sanderson'un bitik, çaresiz ve beş parasız halinde tanıdık bir şeyler bulan Sera'nın içinde şefkat ve aşk hisleri uyanır. İkisi de birbirine tutunacaktır. Ama Ben Sanderson delicesine içmeyi bırakamaz.

Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas (1995)

Adına dipsomani denen bir arızalı ruh hali var. Şişenin dibini görmek ve delice içmek anlamına geliyor. Filmin başından itibaren Ben Sanderson'un muzdarip olduğu hâl bu. Karısı ve oğluyla yolunun ayrılmış olduğuna dair bir sekans, sadece öfke dolu bir sahnedeki diyaloglarla -o da üstü kapalı olarak- kendisini belli ediyor. Nicolas Cage, karakteri çizerken çok iyi referanslar bulup metot oyunculuğu icabı alkolizmin sınırlarında gezinenlerle zaman geçirmiş. Bu sayede tehlikeli bir eşiği kolayca aşmış. Doğallık ile sarhoş parodisi arasındaki eşiği kastediyorum, zira senaryo buna o kadar müsait ki. Yazar O'Brian, sanki filmin başlamasını beklemiş, Nicolas Cage'i, Elisabeth Shue'yu ve yönetmeni test etmiş. Bakmış ki işler yolunda gidiyor ve film doğru istikamette ilerliyor, dünyayı terk eylemiş. Filmi başarılı kılan hemen hemen tüm faktörler yerli yerinde. Hatta 16 mm film kamerasının verdiği puslu ve bulanık doku bile filmin kirli duygusuyla bire bir örtüşüyor. Fakat filmin özellikle Amerika'da popüler olmasının iki önemli nedeni var. Biri Nicolas Cage'in Oscar ödülü, diğeri Roger Ebert'in Great Movies seçkisinde yer alması. Filmin müziklerini aşağıdan dinleyebilirsiniz.


Filmin fragmanı


Filmin Müzikleri


10 Kasım 2020 Salı

25th Hour / 25. Saat 2002



Keşkelerle bir gece


25th Hour / 25. Saat  2002

Tüm dünyada 90'lı yılların ortasından 2010'lu yılların başına kadar film kalitesinde ve sayısında önemli bir artış oldu. Günümüzde gönül rahatlığıyla referans verebileceğimiz, önerebileceğimiz filmlerin birçoğu o yıllardan kalma. Oldukça kısır olan Türk sinemasında bile durum böyle açıkçası. Birçok ülkenin milenyum atağında olduğu yıllarda Amerika Sineması elbette başı çekiyordu. Hem de milenyumu 90'lardan başlatarak epik ve vurucu filmler sunarak. Bahsettiğim yılların önemli yönetmeni Spike Lee, Clockers'tan sonra yeni bir roman uyarlamasıyla karşımızda. Daha sonra Game of Thrones dizisinin yaratıcılarından biri olacak David Benioff'un 25th Hour adlı romanından bahsediyorum. 25. Saat, film tavsiyesi listelerinin gediklisi, suç ve hapishane temalı filmlerin gözdesidir. Şimdilerde platformlarda yayımlanan yeni filmler 90'lı ve 2000'li yıllarda bu filmleri taze taze izlemiş sinemaseverlerin dişinin kovuğuna bile yetmiyor, tatmin etmiyor. O sebeple 25. Saat gibi destansı ve başarılı filmlerle hafıza tazelemekten zarar gelmez.

25th Hour / 25. Saat  2002

Uyuşturucudan hatırı sayılır bir para kazanan Monty (Edward Norton), evine baskın yapan polisin, evdeki son parti uyuşturucuyu bulmasıyla yedi yıla mahkum edilir. O sırada evde bulunan sevgilisi Naturelle'yle (Rosario Dawson) mutlu bir gelecek tasarlayan Monty'nin hayatı kararır. Hapishaneye girmeden önceki son 24 saatini arkadaşları Jacob (Philip Seymour Hoffman), Frank (Barry Pepper) ve sevgiliyle geçiren Monty, bu kısa zamanda hem kendisini polise ihbar eden kişiyi öğrenir hem de hayatın ve özgürlüğün aslında ne kadar kıymetli olduğunu anlar. Kendisini hapishaneye teslim edecek olan olan Babasıyla (Brian Cox) çıktığı uzun araba yolculuğunda hayalle gerçek iç içe yaşanırken, Monty'nin tek düşüncesi zorlu geçecek hapishane yıllarıdır.

25th Hour / 25. Saat  2002

Spike Lee'nin ilk dönem filmlerini başkaldıran ve yer yer başına buyruk filmler olarak görüyorum. Oldukça özgün, politik ve yaratıcı bulduğum bir yönetmen. Hollywood içerisinde siyahilerin hakkının yendiğini ve sektörde eşitliğin sağlanması gerektiğini öteden beri sık sık vurgulayıp br yandan da filmler üretmeye devam etmiş biri. Doğu Amerika'nın, New York'un çocuğu. 25. Saat'te başrol ve yan karakterler için siyahi aktörler düşünüp sonrasında Edward Norton'da karar kıldıklarını okumuştum. Hikayenin anlattığı dünya her iki seçim için de uygun. Her ne kadar günümüz iletişim imkanları sayesinde daha küresel bir ağ varmış gibi görünse de o yıllarda izleyicinin talep hakkı daha çok göz önüne alınırdı. Edward Norton, bir Afrika ya da Orta Doğu ülkesinde de alıcısı bulunan revaçta bir oyuncuydu sonuçta. Filmin gerçek ve hayal dozunu, ağır travma ve kayıp yaşayan insanlar daha iyi anlayacaktır. Uykuyla uyanıklık arasında keşkelerle dolu zamanlar tasviri bu anlamda müthiş yaratılıyor. Ancak roman uyarlamalarının başına gelen sarkma ve uzama mevzusu 25.Saat'e de yansımış. Biraz uzadığı bölümler var. Spike Lee'nin hızlı temposu burada farklı ilerlemek zorunda kalıyor haliyle. Philip Seymour Hoffman, Brian Cox ve Edward Norton kusursuz. Hikayenin işlenişi bakımından izlememiş olan herkese gönül rahatlığıyla önerebileceğim sağlam bir film.


Filmin Fragmanı

7 Kasım 2020 Cumartesi

Lost in Translation / Bir Konuşabilse 2003



Yalnızlık paylaşılır


https://cinepopularica.blogspot.com/2016/10/lost-in-translation-bir-konusabilse-2003.html

Sofia Coppola’nın yazıp yönettiği film, beni gecenin bir vakti koltuğa çiviledi. Amerikalı yönetmenler arada bir de olsa basit ve insani hikayeleri itinayla anlattıklarında, coşkum ikiye katlanıyor, belki bir sebebi de bu. Ana akım sinemanın en önemli temsilcileri, film ritmi ve temposu konusundaki birikimlerini duyguyla birleştirebildiklerinde bambaşka bir sinemayla baş başa kalıyoruz. Nadiren oluyor, oldu mu tam oluyor. İletişimsizlik ve bunalım söz konusu olduğunda abartının dozu öylesine kaçıyor ki, dayatılanın dışındaki filmleri ancak tesadüfen keşfedebiliyoruz. Tükenmişlik sendromu üzerine çok ama boş konuşulan günlerde ruhsal bunalım, yolculuk ve uzak diyarlarda bulunan ruh eşi, aynı zamanda bir imkansız aşk gibi temaları işleyen filmler de var. Sofia Coppola, hayatın kısa ve öngörülemez anlarına sıkışan insanın hakiki yalnızlık anlarını mükemmelen anlatıp bir modern çağ klasiği yaratıyor.

https://cinepopularica.blogspot.com/2016/10/lost-in-translation-bir-konusabilse-2003.html

Orta yaş bunalımını aşmaya çalışan ünlü aktör Bob Harris (Bill Murray), bir viski firmasından aldığı reklam teklifi için Tokyo’ya gider. Tokyo’da çalışan Amerikalı bir fotoğrafçının (Giovanni Ribisi) genç eşi Charlotte (Scarlett Johansson) ise iki yıllık evliliğinde bunalıma girmiş ve eşiyle iletişim kuramaz hale gelmiştir. Aynı otelde kalan Amerikalılar birbirilerine tutunur ve aralarında çıkarsız bir arkadaşlık bağı kurulur. Son zamanlarda eğlenmedikleri kalan eğlenen Bob ve Charlotte, iletişimin imkansız olduğu ilişkilerinde aşktan da üstün bir şey yaşadıklarını bilmektedirler. İki insanın birbirini asla anlayamayacaklarına ve iletişimsizlikte Babil Kulesi metaforuna atıfla başlayıp uzayan bazı yazılar okudum bu film hakkında. Filmin o berrak ve basit ruhunu zedelemekten başka işe yaramıyorlar, film bu entel zırvaları elinin tersiyle iten karakterleri konu ediniyor zaten. Başka bir ülkede, başka bir kültürde ve özellikle her şeyin hızla aktığı zamanlarda, yavaşlayıp birbirine rastlayan insanların filmi bu. 

https://cinepopularica.blogspot.com/2016/10/lost-in-translation-bir-konusabilse-2003.html

Hikayenin Tokyo seçimi, birçok anlamda oldukça akıllıca. Yabancılaşmayı anlatırken izleyiciye karşı daha anlaşılır olma fırsatı sağlıyor. Zamanın hızla akıp geçtiği, iki Amerikalının bile yabancıya dönüşebileceği daha sembolik bir kaos sembolü şehir bulunamazdı sanırım. Dışarıda kalma hali büyük planda herkesi, film evreninde Charlotte ve Bob Harris'i kapsıyor. İyi filmlere has olan türler arası geçirgenlik meselesi sayesinde drama ve komedi aynı sahne içinde harmanlanıyor. Herkesi o yabancılaşmanın içine dahil eden bu tarafından, özellikle ve uzun uzun bahsetme sebebimi izleyince anlayacaksınız, zira kimi duyguların görsel bir ritme ihtiyacı var. O sırada 53 yaşında olan Bill Murray ve  henüz 19 yaşında olan Scarlett Johansson muhteşem bir dünya yaratmışlar. Eternal Sunshine of the Spotless Mind evreninde bambaşka bir farkındalıkla oynayan Jim Carrey ve Kate Winslet gibi. Bill Murray’nin bu filmdeki oyunculuğuyla ilgili birkaç yazıya rastlamıştım, şimdi bu yorumların az bile olduğunu düşünüyorum. Scarlett Johansson da genç güzel ve seksi kadın kalıbından taşarak çok sayıda kaliteli filmde yer aldı. Filmin çarpıcı yalınlığını yakalayabilmek için yeterli miktarda yalnızlık, umut ve gece vakti tavsiye edilir.



Filmin Fragmanı

2 Kasım 2020 Pazartesi

Never Rarely Sometimes Always (2020)


Akvaryumdan Denize 


Eliza Hittman'ın üçüncü uzun metraj filmi olan Never Rarely Sometimes Always (NRSA) yönetmenin diğer filmlerinde de başarıyla gerçekleştirdiği genç kahramanın bedbaht yolculuğu şemasını kullanıyor. Amerikan bağımsızlarının bizdeki gibi tutan bir formülü gelenekselleştirdiği artık gün gibi ortada. Taşra-büyük şehir, aile-yalnızlık gibi iki büyük tema etrafında dönüp duruşumuz bakımından oldukça ortak bir bağımsız sinema kaderini paylaşıyoruz. Eliza Hittman NRSA'da yaptıklarıyla elbette formül ve şema sinemasının epey dışında güncel, evrensel ve özgün bir hikaye ortaya koyuyor. Senaryosunu da yazdığı film, 2020 yılında seyirciyle bir şekilde buluşabilen filmler içinde istisnai derecede başarılı.


Hollywood'un büyüme hikayeleri ana caddedeki dükkan gibi, cazibeli ve ağız sulandıran bir Amerika gösterirken özellikle doksanlar sonu ve iki binler sinemasında işte gerçek Amerika! bu diyen filmler türedi. Her ne kadar ayrıksı sözler sarf ediyor olsalar da büyük güç Amerika'nın kültürel unsurları olduklarından mütevellit hepsinden haberdar oluverdik. Amerikan bağımsızları bile bizde ana akım etkisi yaratmayı başardı yani. Eliza Hittman bir önceki filmi ola Beach Rats'te yine gençliği merkeze alıyordu. Gençliğin güncel başlıkları olan eşcinsellik, erken hamilelik, asosyallik, madde bağımlılığı, zorlu aile ilişkileri Hittman'ın yumuşak fırça darbeleriyle belge gerçekçi bir anlatıya bürünüyor. Ne kadar tarafsız olduğu su kaldırır, ama Hittman belli ki doğruyu yanlışı parmağıyla işaret etmeden gösterebilme konusunda örnek teşkil edecek duru sinemasını sürdürecek. Belki kadın hakları konusunda çekeceği yüksek bütçeli bir gişe filminde, bir süper kahraman filminde, bir platform dizisinde bu tılsımı bozar diye kaygılanmıyor değilim yine de. Çünkü sinemanın kadın auteur'lere hiç olmadığı kadar ihtiyacı var. 


Yeni ve keşfe açık bir film olduğu için açıkçası filmin konusundan bahsetmek istemedim. Özetle, Pennsylvania'nın bir kasabasında yaşayan lise öğrencisi Autumn (Sidney Flanigan) hamile kaldığını öğrenir. Yaşadığı muhafazakâr kasabada kürtaj olması imkansız olduğu için en yakındaki büyük şehrin yolunu tutar. Arkadaşı Skylar'la (Talia Ryder) birlikte New York City'ye yaptıkları yolculuğu izleriz. Filmin adı bilindiği gibi kalıplaşmış anket cevaplarına dayanıyor. Filmin duygusal doruk noktasında bunu görüyoruz, çok da şık bir düşünce ve ince bir işçilikle görüyoruz. Ondan önce aslında taşradan ve baskıdan kurtularak bir an olsun başka bir dünyanın havasını soluyabilme fırsatı bulan Autumn karakterinin değişimi eşsiz bir duygusal kurgu eseri, ana mesele bu; biz ve başkaları, cehennem başkalarıdır anlatısı. Yolculuğu arka plana alan filmlerde yolda karşılaşılan gariplikler silsilesi filmle kurduğumuz bağın temposunu o kadar zedeliyor ki, maharetin aslında sessizlik ve boşluk anlarını zenginleştirmek olduğunu anlayabilmek için bu tür başarılı filmler izlemek gerekiyor. 

Filmin fragmanı

13 Haziran 2019 Perşembe

Summer of Sam / Sam'in Yazı 1999


Az bilinen 77 modifiyeli şaheser



Sam'in Yazı'nı ikinci defa izlenmesi gereken filmler listeme ekledim. Öylesine ayrıntılarla dolu bir film ki, nasıl ıskanlanıyor anlayabilmiş değilim. Görece uzun olmasına rağmen, yoğunluğuyla ve özellikle ders niteliğinde sahne sıralamasıyla Sam'in Yazı, David Berkovitz adlı bir seri katilin işlediği cinayetlerin perde arkasında 1977 New York'unu anlatıyor. Berkowitz, gerçekten de 1976-77 yıllarında 6 kişiyi öldürmüş, 7 kişiyi de ağır yaralamış bir katil. Bu anlamda Spike Lee, bir önceki filmi, Get on the Bus'ta olduğu gibi gerçek bir olayla kurgusal hikayesini bir kez daha harmanlamış oluyor. 


1970'lerin ortalarında İngiltere'de başlayan punk akımı 1977'de New York'a da ulaşmıştır. Richie (Adrien Brody), herkese tuhaf gelen görüntüsüyle Punk'ı temsil etmektedir. Bir kadın kuaförü olan Vinny (John Leguizamo) ise değişik fanteziler  arayıp bir yandan da sevgilisi Dionna'yı (Mira Sorvino) delicesine kıskanmaktadır. Bu sırada şehre, kendisine Sam'in oğlu (Michael Badalucco) diyen bir seri katil musallat olmuştur. Kimse bu gizemli katili görmemiştir, ama herkesin bu konuda bir fikri vardır. 


Spike Lee'nin filmleriyle bir türlü vedalaşamama gibi kronik bir sorunu var. Bunu görmezden geliyorum diyip, iki saati aşan filmine başladığımda, ilk olarak oyuncuların tamamına yakınının İtalyan olması dikkatimi çekti. Siyah Amerikanın Sözcüsü namıyla bilinen Spike Lee, kişisel hikayesine virgül koymuş olmalıydı, ya da hikaye Martin Scorsese'ye ait olabilirdi. İkincisi değil, ilki için ise gelecek filmlerine bakmamız gerekecek. Sam'in Yazı, yani Spike Lee sinemasının baş tacı edilesi filmi, teknik anlamda muhteşem bir film. Aksama yok, süresi biraz daha kısalabilir miydi? Biraz daha sürseydi diyenler de çıkabilir. Sam'in Yazı, seri katil temalı filmler içerisinde izlediğim en iyi birkaç filmden biridir. Haksızlık etmem istemem, çünkü türünü aşan ölçüde iyi bir tutku ve dönem hikayesidir aynı zamanda. 


Filmin Fragmanı

24 Nisan 2018 Salı

Alambrista / The Illegal (1977)



Meksika sınırında yeni bir şey yok



Alambrista / Kaçak (1977)

1978 yılında Cannes Film Festivali'ne, festival başkanı Gilles Jacob tarafından yeni bir ödül kategorisi eklendi. Buna göre daha önce 60 dakikadan uzun bir film çekmemiş yönetmenlere verilecek ödülün adı Camera d'or (Altın Kamera) olacaktı. İlk kez verilen önemli ve prestijli bir ödülü kazanarak filmine büyük bir tanıtım şansı yakalamış olması bir yana Robert M. Young'ın babası bir kameramandı. Bu sebeple babasının sahibi olduğu film laboratuarında büyümüş ve görüntü yönetmeni olarak çok sayıda yapımda çalışmıştı. Bu ödülün kendisi için böyle bir anlamı da vardır muhtemelen. Alambrista, gerçekçi bir kurguyla, günümüz kurgu belgesellerin arasında bir yere rahatça konumlanabilecek bir film. Süreki belgesel hissi içerisinde, 70'lerin Amerikan bağımsız filmlerine has  film dokusunu ve dilini de barındırıyor. Kavramın sırıtmayacağını bilsem, eveleyip gevelemeden Amerikan toplumcu gerçekçi sinemasının nadide örneklerinden biri der geçerdim. 

Alambrista / Kaçak (1977)

Donald Trump'tan önce de Meksika politikasının sert, huzursuz ve hasarlı olduğunu biliyoruz. Filmdeki gerilla kamera kullanımı ve  amatör oyunculukların bu anlamda yarattığı gerçeklik hissiyatı yüzünden izleyici de diken üstünde oturuyor. Meksika sınırından kaçak olarak Amerika'ya giren Roberto'nun kendisine bir yaşam kurma çabası, korkuları, daha önemlisi otoriteyle sürekli karşı karşıya gelişi filmin karakter meselesi ve dramatik omurgası. Fakat Alambrista, derinlerde başka eleştiriler barındırıyor. Ten rengine dayalı köleliğin henüz zihinlerde devam ettiği yıllarda bir Meksikalı, Amerika'ya kaçak olarak giriyor ve New York'taki bir beyaz Amerikalının süpermarketteki sebzeyi biraz daha ucuza yiyebilmesi için tarım köleliği yapıyor, sıradan faşizme ve ayrımcılığa maruz kalıyor. Amerika'da kaçak çalışmak üzerine, bu hikayeyi aktaran da New York'lu bir beyaz Amerikalı, aynı zamanda MIT ve Harvard mezunu bir yapımcı ve yönetmen. 


Filmin Fragmanı