Cinepopularica: New York sorgusuna yönelik arama sonuçları
New York sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster
New York sorgusu için yayınlar alaka düzeyine göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Tarihe göre sırala Tüm yayınları göster

26 Aralık 2020 Cumartesi

Marlon Brando (1924-2004)

5 dakika okuma süresi


Bir aktör hatırlanıyor



Marlon Brando (1924-2004)

İlk yıllar ve kendini arayış

Marlon Brando 1924 yılında Nebraska eyaletinin Omaha şehrinde dünyaya gelir. Çocukluk anılarına dair ilk anımsadığı, eski bir oyuncu olan annesinin alkol sorunu, sık sık evi terk edişi ve uzun süre ortadan kayboluşudur. Ailenin üzerine karabasan gibi çöken despot baba Marlon Brando Sr., Marlon Brando tarafından uzun süre affedilmez, hatta Brando onun ölümü karşısında gizli bir sevinç duyduğundan bile bahseder. Brando, babasını ''Goril gibi güçlü ve zor bir adam'' olarak tanımlar. Çocukluğunun en önemli figürü anne Dorothy Brando olmasına rağmen Brando, dadısı Ermi'ye özel bir parantez açar. Daha sonra hayatına giren tüm kadınlarda Ermi'nin sıcaklığını aradığını belirtir. Hakkında yazılmış tüm kitaplarda çocukluğuna dair güçlü bir vurgu yapması bakımından, bu girişin kaçınılmaz olduğunu düşündüm. Zira sonraki yıllarda hayata karşı takındığı tutum, erken dönemiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Hayatının büyük bölümünde psikanaliz terapileri alır ve en iyi arkadaşları psikiyatrları olur. Başarısız bir okul ve aile yaşantısından yaşantısından sonra liseyi Shattuck askeri lisesinde okumaya başlar. Bu hem ailesinden uzaklaşma hem de geleceğini inşa etme konusunda belirleyici bir karar olacaktır. Bu okulun kütüphanesindeki National Geographic dergisinde gördüğü Tahiti'deki Tetiaroa adlı adaya hayran kalır ve orta yaşlarına girdiğinde bu adayı yaşlı bir Amerikalı kadından satın alır. Askeri okuldaki varlığı uzun sürmez, disiplinsizlik nedeniyle haksız biçimde okuldan uzaklaştırılır. Kendisinden önce oyunculuk sevdasına kapılan ablası Jocelyn'in izini takip eden Brando, liseden sonra şansını oyunculukta denemek için New York'un yolunu tutar.

Marlon Brando (1924-2004)

New York, Metot Oyunculuğu ve nihayet Oscar

New York'ta ne yapacağını iyi bilmektedir, ancak bir süre şehrin içinde oradan oraya sürüklenmeyi, o günlerin modası olan bohem yaşam tarzını denemeyi seçer. Hem annesinden aldığı referanslar ve tavsiyeler hem de ablasının varlığı sayesinde emin adımlarla ilerler. New School'da büyük sahne adamı Erwin Piscator'un öğrencisi olur, ancak yine aynı okulda tanıdığı ve okulun ruhu olarak nitelediği Stella Adler, Marlon Brando'nun oyunculuk kariyerindeki en önemli isim olacaktır. Genç yaşında büyük Rus teorisyen Konstantin Stanislavski'nin doğal oyunculuk metodunu bizzat kaynağından öğrenip, Amerika'daki öğrencilerine aktaran Adler, metot oyunculuğu kavramının yaratıcısı olmuştur. Stella Adler'e hayranlık ve büyük bir ilgi duyan Marlon Brando, Adler ve onun piyasa içinde etkili olan ailesi sayesinde o sırada kültür sanat camiâsında köşe başlarını tutan yahudilerle içli dışlı olma şansını da yakalar. I Remember Mama'da ve birkaç yıl sonra kendisini New York sahnelerinde ufak çaplı bir şöhret haline getirecek olan A Streetcar Named Desire'da (Arzu Tramvayı) oynadıktan sonra 1950 yılında Fred Zinnemann'ın The Men adlı filminde başrolde yer alır. O güne kadar kullanılmamış bir yöntem izleyerek, karakterini daha iyi anlayabilmek adına tekerlekli sandalyede uzun alıştırmalar yapar ve bir savaş gazisini ustalıkla canlandırır. Bu filmden sonraki ilk başarısını 1954 yılındaki On The Waterfront (Rıhtımlar Üzerinde) filmiyle elde ederek ilk En iyi Erkek Oyuncu dalında Oscar ödülünü kazanır. Yönetmen Elia Kazan, Stella Adler'den sonraki en büyük öğretmeni olmuştur artık. Kazan'ın kurduğu Actors Studio'nun ilk öğrencilerinden biri olan Marlon Brando, İngiliz oyuncuların tekelindeki tiyatral oyunculuk yerine karakter inşasına dayanan metot oyunculuğunun o zamana kadarki en görkemli temsillerinden birini vermiştir. 

Marlon Brando (1924-2004)

Doyum, skandal ve yeniden doğuş 

60'lı yıllarda politik konularda sesini yükseltmeye başlar ve gelen senaryoların politik yönlerini eleştirip oynayacağı karakterler hakkında söz sahibi olmayı ister. Bu tutumuyla sektörün zor adamlarından biri haline gelen Brando, 50'li yıllarındaki hızlı yükseliş ivmesini kaybeder. Yine de 1964 yılında oynadığı ve nispeten önemsiz bir film olan Bedtime Story setindeki çalışma günlerini, en fazla zevk aldığı süreç olarak tanımlar. Dünya sinema tarihinin en büyük ismi olarak nitelediği Charlie Chapman'ın yönettiği 1967 yapımı A Countess From Hong Kong adlı filme büyük bir heyecanla başlar, Chapman'ın etrafına kötülük saçtığı gerekçesiyle ondan bir insan olarak nefret ederek bu filmi zorluklarla bitirir. Çalıştığı en iyi üç yönetmeni, Elia Kazan, Bernardo Bertolucci ve 1969 yılında Burn filminde bir araya geldiği Gillo Pontecorvo olarak sıralar. Burn, ne ne kadar büyük bir gişe başarısı yakalamış olmasa da Brando'nun en iyi filmlerinden biridir. 1972 yılında yazar Mario Puzo'dan aldığı özel davet mektubuyla The Godfather (Baba) filminin kadrosuna dahil olur. Efsanevi bir karakter yaratır ve buna bizzat karar verir, hatta diyaloglarına müdahale etme şartıyla filme dahil olur. Bu film ona ikinci Oscar ödülünü kazandırır. Kızılderililerin hakları üzerine yıllardır hassasiyetle eğilmiş olan Brando, ödülü alması için Kızılderili kökenli bir kadını (Sacheen Littlefeather) sahneye çıkması için ikna eder. Bu olayla birlikte artık Oscar kazanma şansını da yitirmiş olur. Baba filminden sonra Bertolucci'yle Last Tango in Paris filminde çalışır. Anılarında ve söyleşilerinde inkar etse de Yönetmen Bertolucci'yle birlikte başroldeki kadın oyuncu Maria Schneider'a komplo kurup, tecavüz sahnesini onun haberi olmadan çekerler. Gerçekçilik uğruna yapılan bu korkunç hareket ne yazık ki onu piyasadan silmeye yetmez. Cılız da olsa bazı sesler yükselir, zaten Brando, sadece para için oyunculuk yaptığını başından beri söylemektedir. Kariyeri de yaşı da ilerlemiş, sinema dünyası değişmiştir. 1979 yılında The Godfather filminin yönetmeni Francis Ford Coppola'dan gelen teklifle kimi eleştirmenler tarafından gelmiş geçmiş en iyi oyunculuk performansı sayılan Apocalypse Now (Kıyamet) filmindeki Albay Kurtz karakterine hayat verir. 

Marlon Brando (1924-2004)

Anılarından izlenimlere

Marlon Brando'yu, anılar ve söyleşiler yoluyla kavrayabilmek oldukça zor. Kendi ifadesiyle gerçeği eğip bükmeyi, abartmayı ve yer yer yalan söylemeyi seviyor. Şimdiye kadar okuduğum tüm biyografi kitaplarında bazı hikayeleri farklı şekilde anlattığına bizzat tanık oldum. Zor bir çocukluk, baba baskısı ve kayıp anne figürü yüzünden incinen benliğini benliğini onarabilmek için egosunu fazlaca merkeze alıyor. James Dean için benim taklitçimdi diyebiliyor, Elvis Presley'in, siyahilerin müziğini çalarak ünlü olduğundan bahsedebiliyor, Marilyn Monroe'yla yaşadığı aşkı ballandıra ballandıra anlatabiliyor. 1953'te oynadığı The Wild One filminde canlandırdığı asi genç karakter sayesinde Amerikan toplumunu dönüştürdüğünü iddia etmekten de çekinmiyor. Hakkında iddialı açıklamalar yaptığı kimseler bu söyleşiler sırasında yaşamıyordu, bu yüzden gerçeği bilemeyeceğiz. Ancak bir şekilde aynı yıllarda popüler olduğu figürlere karşı hırs beslediği aşikâr. Büyük bir oyuncu olarak insanlara sahte hikayeler anlatmayı sevdiği inkâr etmemesi ve ilgiyi üzerinde toplamaya bayılması dışında, 1950'li ve 60'lı yıllarda müthiş bir şöhret yaşadığına hiç şüphe yok. Politik olarak Yahudilerle içli dışlı olması sayesinde sektörde hızlı bir tırmanış yaşadığını kendisi zaten ima ediyor. Siyahilerin ve Kızılderililerin hareketini samimiyete desteklediğini de biliyoruz. Yine de politik figür olmak gibi bir derdi yok. Zira cadı avı döneminde Hollywood'taki solcuları ispiyonlayan Elia Kazan'la bağını hiç koparmamış, hatta bu olaydan sonra bile onun filminde oynamış bir aktördür Marlon Brando. Daha fazlasını yazmayı isterdim, oğlunu hapse, kızını intihara sürükleyen olaylardan bahsedebilirdim. Dondurmaya bayıldığını, hatta her gün en az yarım kilo dondurma yediğini, eski eşlerinin ondan nefret ettiğini söyleyebilirdim. Onun yerine Türkçe olarak yayımlanmış tek ciddi kitap olan Brando: Annemin Öğrettiği Şarkılar'ı okumanızı önereyim.

5 Ocak 2018 Cuma

Wonder Wheel / Dönme Dolap 2017



Uçurumdaki kadınlık




Eski blogumda Woody Allen'ın tüm filmlerini bir aya yakın süre içerisinde sindire sindire yazmıştım. Kendisi, sinemaya tat veren, nev-i şahsına mühnasır bir adamdır. İlişkilerin doğasını, alavere dalaveresini, mizahını ve acısını çok iyi anlatır. Woody Allen, olgunluk dönemi olarak tabir edeceğimiz son on beş yıl içerisinde Avrupa'nın önemli başkentlerinde filmler çekti ve bu başkentleri filmin dekoru değil de oyuncusu, filmin ruhu olarak gösterdi. Bu Avrupa gezisi bir hevesti, zira Woody Allen New York takıntılıdır, New York'un ta kendisidir.  Dönme Dolap bu bağlamda bir film ve 1950'lerin Coney Island'ını kendisine mesken ediyor, Woody Allen doğduğu yere, Brooklyn'e dönüyor. 


İlk kocasını aldatıp, terkedildikten sonra Humpty (Jim Belushi) ile mutsuz bir evlilik yapan Ginny (Kate Winslet), Coney Island'a yaşamaktadır. cankurtaran olarak çalışan Mickey'in (Justin Timberlake) kendisine gösterdiği yakınlığa karşılık veren Ginny bir süre sonra saplantılı bir aşığa dönüşür. Humpty'nin mafyanın elinden kaçan kızı Carolina (Juno Temple) da onlara sığınır ve yetmezmiş gibi Mickey'e aşık olur. Mickey ve Carolina'nın arasında filizlenen aşk Ginny'yi delirtecektir.


Başkasına gönül veren kadın ya da erkek hikayesi yüzlerce. Sadece Woody Allen'ın bu temayı işleyen  filmleri bile epey fazla. Kate Winslet'in haddinden fazla iyi oyunculuğu, bambaşka bir kadın portresi çiziyor. Pişmanlığın daha fazla pişman olmaya sürüklediği bir kadın portresi çiziyor Woody Allen, aslında iki kadın da aynı pişmanlığı yaşıyor. Bile isteye aynı tuzaklara sürüklenen karakterler yaratma konusundaki ustalığı bu filmde zirve yapıyor. Karakterler duygularının dramatik zenginliğini film yapmacıklığıyla kusmuyor, Woody Allen hepimizin kınadığı ve yine hepimizin yaptığı hataları yüzümüze trajikomik biçimde vuruyor.


Filmi zenginleştiren Kate Winslet'in oyunculuğunun yanında Görüntü Yönetmeni Vittorio Storaro'yu es geçmek istemem. Kate Winslet'in gelgitli tiratlarında ışığın tonlarındaki değişim lunapark'ı aşıyor. Lunapark metaforundaki oyunlu tavır böylece ışıklara da yansımış oluyor. Film herhangi bir mekanda geçebilecekken Lunapark'ı seçip oyunları insanın tutkularıyla oynamak Woody Allen'ın aklına gelebilirdi zaten. Kate Winslet bu filmdeki performansıyla Oscar ödülü kazanır gibi. Kazanamasa bile şimdiden daha büyük ödüller takdim ettim kendi inisiyatifimle. Woody Allen'ın bu muhteşem filmini izleyin derim. 


Filmin Fragmanı

13 Haziran 2019 Perşembe

Summer of Sam / Sam'in Yazı 1999


Az bilinen 77 modifiyeli şaheser



Sam'in Yazı'nı ikinci defa izlenmesi gereken filmler listeme ekledim. Öylesine ayrıntılarla dolu bir film ki, nasıl ıskanlanıyor anlayabilmiş değilim. Görece uzun olmasına rağmen, yoğunluğuyla ve özellikle ders niteliğinde sahne sıralamasıyla Sam'in Yazı, David Berkovitz adlı bir seri katilin işlediği cinayetlerin perde arkasında 1977 New York'unu anlatıyor. Berkowitz, gerçekten de 1976-77 yıllarında 6 kişiyi öldürmüş, 7 kişiyi de ağır yaralamış bir katil. Bu anlamda Spike Lee, bir önceki filmi, Get on the Bus'ta olduğu gibi gerçek bir olayla kurgusal hikayesini bir kez daha harmanlamış oluyor. 


1970'lerin ortalarında İngiltere'de başlayan punk akımı 1977'de New York'a da ulaşmıştır. Richie (Adrien Brody), herkese tuhaf gelen görüntüsüyle Punk'ı temsil etmektedir. Bir kadın kuaförü olan Vinny (John Leguizamo) ise değişik fanteziler  arayıp bir yandan da sevgilisi Dionna'yı (Mira Sorvino) delicesine kıskanmaktadır. Bu sırada şehre, kendisine Sam'in oğlu (Michael Badalucco) diyen bir seri katil musallat olmuştur. Kimse bu gizemli katili görmemiştir, ama herkesin bu konuda bir fikri vardır. 


Spike Lee'nin filmleriyle bir türlü vedalaşamama gibi kronik bir sorunu var. Bunu görmezden geliyorum diyip, iki saati aşan filmine başladığımda, ilk olarak oyuncuların tamamına yakınının İtalyan olması dikkatimi çekti. Siyah Amerikanın Sözcüsü namıyla bilinen Spike Lee, kişisel hikayesine virgül koymuş olmalıydı, ya da hikaye Martin Scorsese'ye ait olabilirdi. İkincisi değil, ilki için ise gelecek filmlerine bakmamız gerekecek. Sam'in Yazı, yani Spike Lee sinemasının baş tacı edilesi filmi, teknik anlamda muhteşem bir film. Aksama yok, süresi biraz daha kısalabilir miydi? Biraz daha sürseydi diyenler de çıkabilir. Sam'in Yazı, seri katil temalı filmler içerisinde izlediğim en iyi birkaç filmden biridir. Haksızlık etmem istemem, çünkü türünü aşan ölçüde iyi bir tutku ve dönem hikayesidir aynı zamanda. 


Filmin Fragmanı

2 Ocak 2018 Salı

La leggenda del pianista sull'oceano / 1900 Efsanesi 1998




Bir biyografinin efsanevi intiharı




Cennet Sineması, Giuseppe Tornatore'nin henüz ikinci filmiydi ve bu filmle Amerika sinema piyasasının en büyük ödülünü kazanıp adını sinema tarihine yazdırmıştı. Kendi ülkesinde filmler çekmeye devam ettikten sonra Roman Polanski ve Gerard Depardieu ile çalıştığı Şüpheli filmini Fransızca olarak çekti ve Fransa'da da iş yapmış oldu. 1900 Efsanesi ile birlikte Tornatore Amerika sınırına ayak basmış oldu. İngilizce çektiği bu film Tornatore'yi başka bir mertebeye taşıdı. Sermaye ve yapım bağlantıları bakımında İtalya sineması başlığında değerlendirmek durumda olsak da 1900 Efsanesi açık biçimde bir Amerikan filmidir. 


Avrupa'nın çeşitli yerlerinden yolcuları New York'a götüren bir Transatlantikte kimsesiz bir bebek bulunur. Danny Boodmann (Bill Nunn) bu bebeğe Lemon Nineteen Hundred (Tim Roth) adını verir. Hayatı boyunca gemiyi terk etmemiş olan Nineteen Hundred, geminin piyanosuyla haşır neşir olur. Gençliğinden itibaren dinleyen herkesi büyüleyen genç adam, karşısına gelen herkesi hatta caz müziği bulan adam olarak ün salan Jelly Roll Morton'ı (Clarence Williams III) bile müziğiyle alt eder. Onun orkestrasında çalan Max Tooney (Pruitt Taylor Vince), New York'ta bulduğu bir plakta Nineteen Hundred'in kaydına rastlar ve onu gemiden kurtarıp Dünya çapında tanıtmak ister. Fakat Ninteen Hundred gemiyle bütünleşmiş ve onunla birlikte yok olmayı göze almıştır.


Yirminci Yüzyılın başlarında Dünyanın en büyük piyanisti biri Vladimir Horowitz'di. Yine resitallerinden birinde kendisinden sonra piyanon başına oturan şişman bir siyahi, Horowitz'in çaldığı besteyi önce baştan sona ve sonra sondan başa çalar, tek eliyle değişik stillerde çeşitlemeler yapar. Horowitz bu stil karşısında piyano çalmaya on üç yıl arar verir. Rivayet odur ki gözleri çok az gören Art Tatum çocukluğunda dinlediği bir plakta piyanoyu iki kişinin çaldığını idrak edemeyip oldukça hızlı parmaklara sahip tek kişi olduğunu düşünür ve bu kişiyi taklit eder. Sonunda eşsiz bir stile ve hıza erişen Art Tatum gelmiş geçmiş en iyi piyanist olur. 1900 Efsanesi'nin hikayesi işte bu gerçek hikayeden oldukça etkilenmiş olsa gerektir. 


Birçok başarılı Amerikan filminde anlatıcı tekniği kullanılmıştır. Bu daha çok destansı filmlerde işe yarayan bir yöntem. 1900 Efsanesinde bu anlatım tarzını kullanılmasaydı, film maazallah üç buçuk saat sürerdi belki de. Adı üstüde 1900 Efsanesi'ni anlatan kişi aslında filmde zaten gösterilen sahneleri anlatmış oluyor, yani filmin süresinden tasarruf söz konusu değil. Süre konusu önemli, bu yüzden vurguluyorum, ironi yapıyorum. İki saat kırk beş dakikalık bir Amerikan filmi ne anlatırsa anlatsın sıkacaktır. Tornatore filmin temposunu bu handikapa rağmen oldukça yerinde tutmuş aslında. Tim Roth, başrolde ve bildiğimiz gibi. Doğup büyüdüğü gemiyi terk etmeyen karakter, dev bir balığın yuttuğu Yunus Peygamber'e de benzetilir yıkılan eviyle yerle bir olmayı göze alan bir direnişçiye de. Derin bir tutkuyla işine bağlı olan zaten sürekli yolculuklar yapar ve gidip gördüğü şeyler onu hayal kırıklığına uğratacağından bir türlü gitmeyi deneyemez. 


Filmin Fragmanı


2 Şubat 2021 Salı

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)

 

Adaleti arayan adam


Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island belgeselini önce Antalya Film Festivali kapsamında işitmiş ve izleme listeme eklemiştim. Aradan geçen dönem, malum, hafızamızı da algımızı da dikkatimizi de sıfırladı. Mubi'de rastlayınca, süresi kısaymış diye düşündüm, herhangi bir filme odaklanmaktansa açıp biraz bakarım, hiç olmazsa bugünü böyle geçiştiriveririm dedim. Sonuçta İlhan Mimaroğlu'nun müziği konusunda uzman olmayacaktım. Cumhuriyetimizin ilk döneminde önemli sembol yapıları inşa eden Mimar Kemaleddin Bey'in oğlu olan İlhan Mimaroğlu, 60'lı yılların başında, Türkiye henüz ilk darbesini yaşayıp iyice laçkalaşmadan önce New York-Manhattan'a yerleşme kararı almış, alt türleri gelişmeye devam eden elektronik müziğin bir ucundan tutup kendisine has bir duyum yakalamış önemli bir müzisyen. Yine Amerika kariyeri hakkında benzer yüzeysellikte bilgiye sahip olduğum diğer bir isim olan Arif Mardin gibi Mimaroğlu hakkında tüm bildiklerim bunlardan ibaretti. Olmazsa kapatırım diyerek açtığım belgeseli az önce ikinci kez bu defa, müzisyen bir arkadaşımla bitirdim. Serdar Kökçeoğlu'nun iki yılı aşkın bir zamana yaydığı, Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island belgeseli, hem ilginç partisyonlara sahip bu niş müziği, hem aile ilişkilerini, hem de New York'u tuhaf güzellikle bir tempoyla anlatıyor. İki yıla yayılan bir belgeselde eminim ciddi bir arşiv taraması süreci yaşanmıştır. Fakat belgeselin ruhu, İlhan Mimaroğlu'nun hayata bakışını yansıtma konusunda en az onun kadar ketum ve içine kapanık. Bir arşivi değil insanın güncel kaygılarını izleme deneyimi yaşıyoruz. 

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)

Belgesel, sadece İlhan Mimaroğlu'nun müzikleriyle ve çoğunlukla yine kendisinin 8mm kamerasıyla çektiği görüntülerle akıp gidiyor. İçine kapanan ve tek derdi müziği adil kılmak, müziğe adalet getirmek olan bir müzik adamının karakter olarak tam zıttında yer alan Güngör Hanım'la henüz belgeselin başında tanışıyoruz. Belgeselin alternatif adı olabilecek kadar kuvvetli olan ''Memnun kadın ve üzgün adam'' tanımlamasından hemen sonra Güngör Hanım'ın ilk eşinden olma oğlu Rüstem Batum devreye giriyor. Diğer tüm tanıklıklar kenarda tutulmak kaydıyla belgeselin üç ana aksta muhteşem bir kurguya sahip olduğunu göreceksiniz. İlhan Mimaroğlu'nun müzikal kaygıları, Güngör Hanım'la İlhan Bey'in emsalsiz aşkları ve geride bırakılan bir çocukla bir ülke. 2012 yılında vefat eden İlhan Mimaroğlu'na verilen bir söz gibi, onun ritminin dışına sapmadan ilerleyen dingin ve asosyal bir biçim, Güngör Mimaroğlu'nun kimseye hesap vermeden yaşadığı gibi konuşkan, meraklı ve cesur bir içerik. Mimaroğlu, daha yaygın izleme olanağına kavuşturulması gereken bir yapım. Mutlaka izleyin.


Belgeselin fragmanı

24 Nisan 2018 Salı

Alambrista / The Illegal (1977)



Meksika sınırında yeni bir şey yok



Alambrista / Kaçak (1977)

1978 yılında Cannes Film Festivali'ne, festival başkanı Gilles Jacob tarafından yeni bir ödül kategorisi eklendi. Buna göre daha önce 60 dakikadan uzun bir film çekmemiş yönetmenlere verilecek ödülün adı Camera d'or (Altın Kamera) olacaktı. İlk kez verilen önemli ve prestijli bir ödülü kazanarak filmine büyük bir tanıtım şansı yakalamış olması bir yana Robert M. Young'ın babası bir kameramandı. Bu sebeple babasının sahibi olduğu film laboratuarında büyümüş ve görüntü yönetmeni olarak çok sayıda yapımda çalışmıştı. Bu ödülün kendisi için böyle bir anlamı da vardır muhtemelen. Alambrista, gerçekçi bir kurguyla, günümüz kurgu belgesellerin arasında bir yere rahatça konumlanabilecek bir film. Süreki belgesel hissi içerisinde, 70'lerin Amerikan bağımsız filmlerine has  film dokusunu ve dilini de barındırıyor. Kavramın sırıtmayacağını bilsem, eveleyip gevelemeden Amerikan toplumcu gerçekçi sinemasının nadide örneklerinden biri der geçerdim. 

Alambrista / Kaçak (1977)

Donald Trump'tan önce de Meksika politikasının sert, huzursuz ve hasarlı olduğunu biliyoruz. Filmdeki gerilla kamera kullanımı ve  amatör oyunculukların bu anlamda yarattığı gerçeklik hissiyatı yüzünden izleyici de diken üstünde oturuyor. Meksika sınırından kaçak olarak Amerika'ya giren Roberto'nun kendisine bir yaşam kurma çabası, korkuları, daha önemlisi otoriteyle sürekli karşı karşıya gelişi filmin karakter meselesi ve dramatik omurgası. Fakat Alambrista, derinlerde başka eleştiriler barındırıyor. Ten rengine dayalı köleliğin henüz zihinlerde devam ettiği yıllarda bir Meksikalı, Amerika'ya kaçak olarak giriyor ve New York'taki bir beyaz Amerikalının süpermarketteki sebzeyi biraz daha ucuza yiyebilmesi için tarım köleliği yapıyor, sıradan faşizme ve ayrımcılığa maruz kalıyor. Amerika'da kaçak çalışmak üzerine, bu hikayeyi aktaran da New York'lu bir beyaz Amerikalı, aynı zamanda MIT ve Harvard mezunu bir yapımcı ve yönetmen. 


Filmin Fragmanı

12 Ocak 2021 Salı

Planes, Trains & Automobiles / Uçaklar, Trenler ve Otomobiller (1987)

2 dakika okuma süresi



Bir şükran telâşesi



Planes, Trains & Automobiles / Uçaklar, Trenler ve Otomobiller (1987)

Kafanız iyice yorulduğunda, ya da bugünlerde olduğu gibi melankolik pandemi günlerinde sırf zihin boşaltmak için ne tür komedi filmlerine maruz kaldığınızı tahmin edebiliyorum. Yerli komediler başka bir alem, onları hiç karıştırmıyorum zaten. Yeni dönem Amerikan komedilerinde ayakları yere basmayan bir varoluşçuluk çabası, kendini arayış ve fantezi unsurları baskın geliyor artık. En azından sinemadaki son kaliteli komedi kuşağı 80'li yıllarda seri üretim filmler verdi, gişede büyük başarılar elde etti ve bizim televizyon kanallarımızda bile prime time kuşağında ciddi manada karşılık buldu. Bu kuşağın en önemli temsilcilerinden biri olan Steve Martin, taşradan kente Türkiye'nin bile aklına kazınmış bazı filmleriyle maruftur. Amerika'daki şöhretini varın siz düşünün. Steve Martin'in benim komedi anlayışımla en çok örtüşen, dramatik unsurları da ihmal etmemiş ve bence en iyi filmi olan Planes, Trains & Automobiles, temel senaryo öğüdünü uygulayan, hatta bunun dersini veren iyi bir eğlencelik. Nedir bu öğüt derseniz; karakteri öyle bir dünyanın içine bırak ki başı dertten kurtulmasın, ama finalde hep birlikte sevinelim. Filmin bu konudaki başarısı ortada olmalı ki gişenin kurdu Will Smith'in muhtemelen yapımcısı olduğu kadro bu filmin yeniden çevrimi üzerinde harıl harıl çalışmakta.

Planes, Trains & Automobiles / Uçaklar, Trenler ve Otomobiller (1987)

Şükran gününde Chicago'daki ailesinin yanında olmak isteyen Neal Page (Steve Martin), türlü aksiliklerden sonra New York'tan kalkan uçağa biner. Uçak, bir arızadan dolayı Kansas eyaletinin Wichita şehrine inmek zorunda kalır. Birkaç saat evvel New York'ta taksisini kapan Del Griffth (John Candy) adlı pazarlamacıyla aynı kaderi paylaşan Neal, ailesinin yanına gidebilmek için her yolu dener. Neredeyse bütün ulaşım araçlarını kullanarak hem bir an önce hedefine ulaşmaya hem de başlarına bela üstüne bela açan Del'le yollarını ayırmaya çalışır. Ancak ailesiyle mutlu bir şükran günü geçirmek isteyen Neal, Del Griffth'in muzır kişiliğinin arkasındaki yalnızlığa kayıtsız kalamaz. 

Planes, Trains & Automobiles / Uçaklar, Trenler ve Otomobiller (1987)

Yazan ve yöneten John Hughes, Amerikan sinemasının en üretken yönetmenlerinden biri olarak birbirinden önemli filmlere imza atmış iyi bir yönetmen ve senarist. Zorluklarla dolu bir yol ve anti-kahraman komedisi yaratıp geçmemiş, finalde hassas, duygusal temayla birlikte Amerika (ve tüm hristiyan dünyası) için çok önemli bir paylaşım ve bir arada olma ritüeli olan şükran gününü sağlam bir arka plan olan olarak kullanmış. Finalde ulaşmak istediği noktayla Frank Capra'nınkiler gibi köklü ve ulusal temaları da gözeten, aynı zamanda duygusallık barındıran bir komedi filmi yaratabilmiş. Filmdeki karakter ayrıntıları son derece derin ve anlamlı. Gerçek hayatta da müzmin bir yalnız olan John Candy'nin çizdiği karakter, filmin heyecan ve espri kaynağıyken, bir anda duygular arası geçiş yaparak filmin tonunu değiştirebiliyor. Her ne kadar başta söylediğim gibi kafa boşaltmaya yardımcı oluyorsa da Planes, Trains & Automobiles, karakter inşası ve hikayeye çizilen istikamet bakımından istisnai bir Amerikan komedisi ve eşsiz bir karakterin yolculuğu örneğidir. 

Film müziği



Filmin fragmanı

6 Aralık 2020 Pazar

Ruan Lingyu (1910-1935)


İlk metot oyuncusu: Ruan Lingyu



Ruan Lingyu (1910-1935)


Yitik Şanghay'ın Greta Garbo'su


1910'lu yıllardan itibaren sinema filmleri çekilen Çin'de, yenilik arayışı olmaksızın üretilen filmlerde, halkın içinde bulunduğu durumdan uzak bir görünüm perdeye yansıyordu. Doğu'nun Paris'i olarak adlandırılan Şanghay'da durum içler acısıdır aslında. Ekmeğe, eğitime ve özgürlüğe aç olan Şanghay, ucuz işçiliğin, seks işçiliğinin, kumarhanelerin, genelevlerin ve kırılan onurun da merkezidir. Hatta o gün Şanghay'da yaşayan her 13 kadından birinin seks işçisi olarak çalışmak zorunda olduğu yazılır. Bugün toplumcu gerçekçi olarak niteleyebileceğimiz sinemayı savunan solcu yönetmenler, halkın hakikatini yansıtmak için kolları sıvadılar ve bu manzaranın resmini ortaya sermeye başladılar. Yaratılan senaryolar ve perdedeki oyuncular, yitik insanların umudu olurken, oyuncular birer aktör ve aktrist olmanın ötesine geçtiler. Ruan Lingyu işte bu dönemin şüphesiz en önemli oyuncusu olarak anılmaktadır. Hem de kendisinden sadece beş yaş büyük olan, İsveç'ten Amerika'ya göçüp sessiz sinema döneminin en büyük kadın yıldızı olmayı başarmış Greta Garbo'ya benzetilerek. 

Ruan Lingyu (1910-1935)

Trajik bir yaşam


Babasını, çocuk yaşta kaybeden Ruan, gençliğini büyük sıkıntılar içerisinde geçirdi. Hizmetçilik yapmaya başladığı evin uçarı oğlu, onunla başka bir eve taşındı. Bu sırada oyuncu olma isteği belirdi, bir reklam filmi çekimine başvurarak rolü kaptı. Hem annesini hem de iflas eden sevgilisini geçindirmeye başladı. Çin sinemasındaki toplumcu damarın yeni oyuncularla çalışma isteği sayesinde Ruan'ın yolu sinemayla kesişti. 1931 yılında Japonya, Çin üzerindeki baskılarını arttırdı ve Mançurya'yı işgal etti. Ruan ise başka bir yol ayrımındaydı. Sevgilisi Damin Zhang'la ilişkileri kopma noktasına gelince Ruan, zengin bir yapımcı olan Tang Jishan'la birlikte olmaya başladı. Damin, bu ilişkiyi basına sızdırmakla tehdit ederek Ruan'dan sürekli para istedi ve sonunda da haberi basına sızdırarak hem oyuncunun hem de yapımcının itibarına darbe vurdu, zirâ yapımcı Tang Jishan evliydi. Yapımcı sevgilisi Tang'la araları bozuldu, hatta aralarına şiddet bile girmişti. 

Ruan Lingyu (1910-1935)


Yüzyılın cenaze töreni


1934 yılında oynadığı, The Goddess (Tanrıça) filminde Marlon Brando'dan on yıllar önce gerçekçi oyunculuk ya da metot oyunculuğu alanında ilk örneği vermiş oldu. Çocuğunun geleceği için seks işçiliği yapmak zorunda kalan bir kadını oynadığı bu rolde efsaneleşmiş, hem saygı hem de nefret oklarını üzerine çekmişti. 1935 yılında Ai Xia adlı solcu bir kadın oyuncunun gerçek hayat hikayesinden esinlenen New Women adlı filmde oynadı. Ai Xia, sessiz sinema döneminde şöhretin zirvesindeyken intihar etmişti. Filmde son derece başarılı bir performans sergileyen Ruan Lingyu, basında kendisi hakkında çıkan ağır ve aşağılayıcı haberlere dayanamayıp filmin hemen ertesinde aşırı doz uyuşturucuyla intihar etti. Bir diğer teoriye göre ise yapımcı sevgilisiyle ağır bir tartışma yaşamış, sabaha karşı evine gelen sevgilisi tarafından cansız bedeni bulunmuştur. Yaklaşık 5 kilometrelik cenaze konvoyunda 3 Şanghaylı kadın ardı ardına intihar ettiği için New York Times gazetesi tarafından ''Yüzyılın cenaze töreni'' başlığıyla dünyaya duyuruldu. Bu intiharların en büyük nedeni, elbette Ruan Lingyu'nun bir oyuncudan fazlası olarak, Çinli kadınların idolü ve hayata tutunma sembolü olmasıydı kuşkusuz. 

23 Aralık 2017 Cumartesi

Heartburn / Baş Belası 1986



Yol kazası




Kimi filmler sırf oyuncu kadrosu için bile olsa izlenmeyi hak eder. Jack Nicholson ve Meryl Streep gibi iki önemli isim bir araya geldiğinde bu film yapımcı için gişede güçlü bir koza dönüşür. Benim için Mike Nichols sinemasında erişebildiğim filmlerden biri Heartburn. Bu filmin Nichols'ün filmografisinde zayıf bir halka olduğunu bilerek izledim. Nichols, yine o meşhur durum tutarlılığını ve sınıfsal bakışını hissettirsin istedim. Üzülerek söylemem gerekiyor ki Jack Nicholson ya da Meryl Streep'in ciddi bir hayranı değilseniz bu filmi izlemiş olmak sizi üzecektir. 


New York's romantik filmler senaristi Nora Ephron'un otobiyografik izler taşıyan senaryosu, Orta yaşlı muhabir Mark (Jack Nicholson) ile yemek yazarı Rachel'ın (Meryl Streep) ikinci evliliklerini, çocuk sahibi olup mutlu evliliğe inanma ve evliliğin yıpranma süreçlerini anlatıyor. Film bir şekilde lezzetsiz ilerliyor. Bu tür piyasa filmleri sevilmek için sevimli olmak zorundadır, ama ne yazık ki Meryl Streep haricinde filmin farkında olan kimse yok. Jack Nicholson beğendim bir aktör değildir ama birkaç iyi yönetmenle çalıştığı bir iki iyi filmi vardır. En hafif ifadeyle Jack Nicholson bu filme hiç yakışmamış diyip geçmek isterim.

Filmin Fragmanı

26 Haziran 2016 Pazar

The Miracle Worker / Karanlığın İçinden (1962)

2 dakika okuma süresi



Mucizenin miladı


The Miracle Worker / Karanlığın İçinden  1962

Sinema tarihinde, benzer temaları, benzer karakter ve olay örgüsü etrafında işlemiş çok sayıda filme rastlıyoruz. Bu filmleri izlerken, konunun öncü filmini merak eder, onun, öyküde neyi ilginç bulduğunu anlamaya çalışırız. En azından durum benim için böyle. The Miracle Worker, bahsettiğim öncü filmlerden biri. Amerika, Hindistan, Türkiye derken çok sayıda başka şubeye de sahip bir konunun kaynağına inmiş durumdayız. Yazıyı ve filmi daha cazip hale getirmem gerekiyor, zira siyah beyaz ve nispeten eski filmler nasıl bir cevher taşırlarsa taşısınlar izleme listelerinde sürekli erteleniyorlar. Bazı filmlerde, kimi zaman tiyatral olabilen oyunculuklar konusunda bu duruma hak verebilirim. Fakat yönetmen faktörünü de belirterek The Miracle Worker'ın son derece akıcı ve modern bir film olduğunu söylemek isterim. Arthur Penn, ritim ve kurgu anlamında yine ders niteliğinde bir filmle, gerçek bir hikayeye dayanan The Miracle Worker'la karşımızda.

The Miracle Worker / Karanlığın İçinden  1962

Henüz altı aylıkken geçirdiği ağır bir hastalık sonucu sağır, dilsiz ve kör olan Helen (Patty Duke), bu engellerinden dolayı gerekli özel eğitimi görememiş ve büyük bir hırçınlıkla yetişmiştir. Daha sonra, ailesinin tüm çabalarına eğitimi kabul etmeyen Helen için son çare olarak Boston’dan özel bir öğretmen getirilir. Annie Sullivan (Anne Bancroft)’ın metotları başta büyükbabanın  (Victor Jory) tepkisine yol açsa da Helen’in annesi (Inga Swenson) ve babasının (Andrew Prine) sabrı ile denenen yöntemler büyük bir başarı sağlar.

The Miracle Worker / Karanlığın İçinden  1962

Filmin her anlamda kusursuz bulmuş bir izleyici olarak, Anne Bancroft ve Patty Duke’a ayrı bir pencere açmak isterim. Anne Bancroft bu filmle en iyi kadın oyuncu, Patty Duke ise En iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar’ı kazanmıştı. Küçük Patty Duke yıllar sonra (1979) Anne Sullivan karakterini bizzat canlandırarak karakterini dört bir yandan kuşatmış olacaktı. William Gibson'ın metni, daha sonra birkaç kez daha balka yönetmenlerce uyarlandı ve çeşitli oyuncular tarafından güçlü performanslar sergilendi. Bu filmlerin arasında Sanjay Leela Bhansali'nin Black adlı modern klasiği de bulunuyor. Anımsayacağınız gibi Uğur Yücel de 2013 yılında Black filminden uyarlanan, Benim Dünyam adlı filmini çekmişti. Büyük yönetmen Arthur Penn tarafından 1962'de çekilen The Miracle Worker aynı yıl, yine Arthur Penn tarafından New York'ta tiyatro oyunu olarak da sahnelendi. Penn'in filmi, tüm zamanların en iyilerinden biri olarak kalmaya devam etti.


Filmin Fragmanı

6 Mayıs 2016 Cuma

Naked Lunch / Çıplak Yemek 1991



Böceklerin dünya yönettiği yıllar


Beat Kuşağı’nın önemli yazarlarından William S. Burroughs’ un aynı adlı romanını filme çekebilecek birkaç yönetmen içerisinde onun adı üst sıralarda gelirdi. Fakat Cronenberg, kitapla arasına kalın çizgiler çizip yazarı küstürecek kadar farklı bir senaryo yaratmış. Filmi, Burroughs’un kitabından tanıdık simalarla dolu ve oradan izler taşıyan bir Cronenberg işi olarak görüp öyle değerlendiriyorum. Böceklerle soğuk savaş, böceklerle bürokrasi, böceklerle cadı avı bu ikilinin düş gücünü bir araya getiriyor, meseleye bir de buradan bakmak lazım.


Öncelikle filmin 1953 New York’uyla başlaması önemli. Cadı Avı döneminin zirvesinde sürrealizmin de zirve yapmış olması şaşırtıcı değil. Bu siyasi referanslar bilenler için filmi daha anlaşılır hale getiriyor fakat ortamın gerginliğini değerlendirebileceğimiz ayrıntılara fazla yer verilmemiş. Bilinçdışının bu kadar baskın olduğu ve aslında bir bilindışı akışı filmi dememiz gereken bir filmi izlemek had safhada dikkat istiyor, böyleyken baskıcı atmosferin geriden seyretmesi biraz yorucu olabilir.

Bir böcek ilaçlama şirketinde çalışan Bill’in (Peter Weller) tek arzusu  yazar olmaktır. Ancak Bill için  başka bir öncelikli sorun vardır. Oldukça kıymetli olan böcek tozu günden güne azalan Bill, karısından (Judy Davis) şüphelenmeye başlar. Şüphesinde haklı çıkan Bill, Karısı Joan’ın tozu kendisine enjekte edip kafayı bulduğunu öğrenir.  Karısını kurtarmak için Doktor Benway’a (Roy Scheider) danışan Bill de halüsinasyonlar dünyasına bulaşır ve önce Fas’ta inzivaya çekilir sonra da bir böcek daktiloyla iletişime geçer. Karısına ikizi kadar benzeyen başka bir Joan’ı (yine Judy Davis) bu gezisinde bulan Bill, yeni bir yolculuğa çıkmaya verir ve Annexia Ülkesi’ne yol alır.



Cronenberg ve görsellik üzerine her filmde ayrı bir parantez açmak gerektiğini düşünüyorum. Çıplak Yemek’te de bir adım öteye taşıyor bu görselliği. Özellikle yaratık modelleme ve bunları gerçekle bütünleştirme konusunda eşsiz bir filmle karşı karşıyayız. İlk paragrafta belirttiğim şeyle bitirmek istiyorum. Yazarla yönetmen arasında kırgınlık yaratan farklara değinmeyi yani. Çıplak Şölen olarak okuduğumuz kitap, kendisinden sapmadan sinemaya aktarılabilir miydi? Bunu pek mümkün görmüyorum. Ancak Cronenberg’in  hem Amerikan siyasetini hem de finaldeki Annexia ülkesi zorbalığıyla Sovyetleri eleştirmiş olması onun da bu sağlam metne minnet selamıdır diye düşünüyorum.

Filmin Fragmanı