Cinepopularica: Türkiye Sineması
Türkiye Sineması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye Sineması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mayıs 2021 Cumartesi

Gelincik (2020)

 

Gelincik: Caniler de yanar



gelincik-2020-netflix-orcun-benli-ahmet-mumtaz-taylan-kaan-yildirim-bulent-emrah-parlak-gelincik-film-elestirisi

Orçun Benli'nin altıncı uzun metraj filmi olan Gelincik, pandemi dolayısıyla Netflix'te vizyona giren filmlerden biri. İçinde bulunduğumuz tam kapanma günlerinde Orçun Benli'nin Gelincik filminin arka planındaki hikayeyle tesadüfen aynı günlere denk gelen bir 90'lar hesaplaşmasını YouTube üzerinden izlemekteyiz. Yurt dışındaki Sedat Peker, 90'lı yılların derin devlet sembolü olarak anılan Mehmet Ağar'la hesaplaşırken 90'lara dönüp aslında neler olduğunun muhasebesini tekrar yapmamızı sağladı. Daha doğrusu o yılları bilmeyen, sol geleneğe de hakim olmayan insanların öğrenmesine vesile oldu diyelim. Tüm bu bol şifreli mesajlaşmaların ve omerta dedikleri sessizlik yasasını bozmalarının üzerine Orçun Benli'nin Gelincik filmi tuz biber ekti. Orçun Benli'yle aynı kuşaktanız. Her gün yeni bir suikastın, kundaklamanın, katliamın sistemli biçimde yaşandığı 90'lar, bizim çocukluğumuzu erkenden politik bir oyun bahçesine dönüştürdü. O bakımdan filmin hafızaya yaptığı vurguyu önemli bulduğumu söyleyerek başlamak isterim. Bu anlamda ana karaktere verilen Ayhan adının da suikastçı özel harekâtçı Ayhan Çarkın'dan ödünç alındığına inanıyorum. Filme geçersek, Netflix'in tercih ettiği yerli filmlerde final sürprizini (final twist) ön koşul haline getirip getirmediğini de merak ediyorum. Uluslararası izleyici için yeni dönemde, ana akım bir Türk filmi formu yaratmaya çalışıyorlar sanırım. Geçen ay Kağıttan Hayatlar'ı konuşurken yine bir hafıza-şizofreni ve sürpriz sonlu filmden söz ediyorduk. Azizler keza hafıza üzerineydi. Gelincik filmi bu anlamda iyi bir zeminin üzerine oturdu. Tüm bu olumlu ön izlenimlerin yanında filmle ilgili birtakım olumsuz yorumlarımın da olduğunu şerh düşerek başlamak isterim. 

gelincik-2020-netflix-orcun-benli-ahmet-mumtaz-taylan-kaan-yildirim-bulent-emrah-parlak-gelincik-film-elestirisi

Gelincik, jeneriği dahil, 78 dakikalık süresini oldukça etkin kullanan bir film. Özellikle yerli filmlerin başat sorunu olan ikinci perdedeki sarkma, yani giriş gelişme ve sonuç üzerinden hareket ettiğimizde gelişme bölümünün insanı bezdirmesi, bertaraf edilmiş. Filmin ilk perdesi, yani 15 dakikası, yeni dönem İspanyol polisiyelerinden alışık olduğumuz bir hız barındırıyor. Kurgusu ve özellikle müziğiyle çok farklı bir tür filmi olarak başlıyor. Türe aşina olanlar Oriol Paulo'yu zaten anımsayacaklar. Bir müddet sonra ise olanlar oluyor ve filmin ritmiyle temposunda başka bir tercihe gidiliyor. Yani filmi sanki yönetmenden bağımsız çalışan birkaç kurgucu bağlamış gibi. Halbuki hem kurgu hem de görüntü yönetimi tarafına ciddi övgülerim var. Yerli sinemamız için öne çıkarmak istediğim söylem öncelikle yenilik arayışından kaynaklıdır. Nasipse Adayız için de aynısını söyledim. Yeni ama sarsıntılı bir söz söylemek, garantici bir doğruluktan daha önemli olmaya başladı. Şehirlilerin taşra hikayeleriyle ödüller toplandı. İran ve Sovyet sinemasının mahsulleri alındı, fakat artık çeşitliliğe yer verilmesi şart. Bu bakımdan Gelincik için Orçun Benli'nin çabasını önemli buluyorum. Ancak, filmin aşama aşama farklılaşan bir anlatım biçimi sorunu olduğunu da söylüyorum. Bir diğer mesele ise filmin hikayesi. Finale kadar ara ara karakterin şizofrenisinin ipuçları veriliyor. Finaldeki şaşırtmaca o sebeple cılız kalıyor, ancak hikayenin de başlı başına zayıf ve ilk akla gelen hikayelerden biri olduğu ortada. Karakterin karısı kendi canına kıysın, karakter de kafayı yesin. Biçimdeki övgüm, içerikte kendisini yergiye bırakıyor. Tüm olan bitenin 90'ların bir yanıyla da cümbüşlü tarafını görmezden gelmesi, dış dünyayla ilişki kurmadan soyutlamacı bir atmosfere meyletmesi filmi epey tekrara düşürmüş. 

gelincik-2020-netflix-orcun-benli-ahmet-mumtaz-taylan-kaan-yildirim-bulent-emrah-parlak-gelincik-film-elestirisi

Ahmet Mümtaz Taylan'ın gençliğini Kaan Yıldırım'ın oynaması fikrini biraz tuhaf bulmadım dersem yalan olur. Kaan Yıldırım tercihi, kötülüğün iyi bir surette de görünebileceği tezi üzerine kurulmuş, ama bu da özdeşleşme ve bağ kurma fırsatına ters düşüyor. Temiz bir yüzün kirli işlere bulaşmasını, karakterin acısını, pişmanlığını ve finalde başkalaşmasını izliyoruz. Kirli bir yüze sahip iyi bir aktör sayesinde film kendisini bir nebze kurtarabilirdi. Kaan yıldırım, filmin karanlık tonunu, trajedisini kaldırabilecek bir aktör değil. Filmin hikayesi hakkındaki düşüncem, diyaloglar konusunda da aynı. Özellikle ikinci perdedeki zorunlu durağanlık esnasında karakterlerden, oturmamış tiyatral tiratlar duyuyoruz. Gelincik'in diyalogları benim açımdan büyük bir hüsran oldu. Kaan Yıldırım'ı ne kadar yetersiz bulduysam Ahmet Mümtaz Taylan'ı da o kadar sıkılmış buldum. Rolü ele alırken o karakterin değil de kendisinin bezginliğini izliyor gibiyim son zamanlarda. Nuh Tepesi'ndeki Haluk Bilginer gibi Gelincik'teki Ahmet Mümtaz Taylan da yeteneğini cepten yemeye devam ediyor. Bu arada Ahmet Mümtaz Taylan'ı kesinlikle Haluk Bilginer'le aynı ligde görmüyorum. Ahmet Mümtaz Taylan'ı sadece Uğur Yücel'in Yazı Tura'sında beğenmiştim. Toparlarsam; filmin biçim ve teknik açıdan yenilikçi, içerik ve hikaye anlatıcılığı konusunda bir o kadar yetersiz olduğunu düşünüyorum. Yine de biçimdeki yenilik çabasının çok daha mühim olmaya başladığını eklemek isterim. Hikaye, diyalog, cast çalışması aşılır. Biçimdeki konfor alanını değiştirmek ise epey zaman alır. 

Filmin Müziği



Filmin fragmanı

26 Nisan 2021 Pazartesi

Nasipse Adayız (2020)


Prostatlı seçmenler ve yorgun demokratlar



Nasipse Adayız (2020)

Ercan Kesal'ın 2015 yılında çıkan Nasipse Adayız adlı kitabı, bizzat yaşanmış kara komik bir hikayenin resmini çizer. Okmeydanı'nda özel bir hastahanenin sahibi de olan Kesal, 2000'li yılların başında Cumhuriyet Halk Partisi'nin Beyoğlu Belediye Başkan Aday Adayı olur. Adaylığı yılan hikayesine dönen Kesal, 2008 yılında Nuri Bilge Ceylan'ın Üç Maymun filminin senaryosunda da kendisini gösterir ve orada yine bir aday adayı portresi çizer. Ercan Kesal, Üç Maymun'da, siyasi ikbâli için bir aileyi darmadağın etmekten çekinmeyen bir milletvekili adayıdır. Hikaye bununla kalmaz. 2011 yılında yine bir Nuri Bilge Ceylan filmi olan Bir Zamanlar Anadolu'da filminde, taşradaki bir doktorluk anısını kaleme alıp enfes bir senaryo yaratır. Burada oynadığı karakter yine seçimlerden ve köylünün dertlerinden yakınan bir muhtar temsilidir. Anlaşılan o ki Ercan Kesal, 2000'li yılların başında yaşadığı bu kirli seçim deneyimini bir şekilde kendisine dert etmiş ve zehrini akıtana kadar yazmış çizmiş. 2020 yılında tamamlanan filmde bu kez yönetmen koltuğunda Ercan Kesal oturuyor. Film, hem Adana Altın Koza Film Festivali'nde hem de Siyad töreninde en iyi film ödülünü kazandı. İstanbul Uluslararası Film Festivali'nden en iyi yönetmen ödülünü de ekleyerek büyük bir beklenti yarattı, fakat pandemi koşulları sebebiyle Netflix'te gösterime girmek zorunda kalan filmlere dahil oldu. 

Nasipse Adayız (2020)

Nasipse Adayız, fragmanında filmin omurgası ve kimliği hakkında yeterli ipucunu veren filmlerden. En azından esintinin Rumen Yeni Dalgası'ndan kaynaklı olduğunu birçok sinemasever anlamıştı. Rumen görüntü yönetmeni Barbu Balasoiu ve Kesal'ın hem gerçek hem de film icabı eşi olan Nazan Kesal'ın sevgilisi rolündeki Rumen karakter vasıtasıyla adrese teslim bir referans sunmuş oluyor zaten. Görüntü yönetimi ve reji oldukça başarılı olsa da filmin tekdüze temposunu zinde tutan ana gücün kurgu olduğunu belirtmek isterim. Eski bir kurgucu olarak Ali Aga'nın müthiş bir ders verdiğini söylemem gerekir. Nasipse Adayız, 105 dakikalık süresiyle yer yer yavanlaşıp seyirciyi yoran bir film. Her ne kadar deneyimli bir sinemacı olsa da ilk filmini çeken her yönetmen gibi ''fazla olsun eksik olmasın'' kaygısını güdüp sahnelerle vedalaşamadığı muhakkak. Ercan Kesal, hem doktor olmasından hem de edebiyat ve sinemayla iç içe olmasından kaynaklı olarak insan doğasına çok hakim. Gücün yozlaştırıcılığını temsil ederken kullandığı bir sahne var ki başlı başına ustalık eseri. Bir düğün salonunda başkanı beklediği sırada genç bir kızla bir odaya girdiği ve kızla baş başa kalmanın ve gücün verdiği özgüveni kötüye kullanıp kullanmama kararsızlığına düştüğü sahneden bahsediyorum. İnsanın kötücül olmaya her daim hazır tarafını bundan daha iyi simgeleyen pek az sahne vardır Türk sinemasında. Filmin bütününde çok iyi oynayan Kesal bu sahnede özel bir gerçekçilikle oynuyor. Nasipse Adayız, taşra eserinde boğulan sinemamızı başka karasularına çeker mi bilinmez, ama bambaşka bir tür denemesi bile büyük iş. Ayrıca taşra sosyolojisini Okmeydanı, dernekler, memleketler üzerinden kentli bir bakışla anlatması cabası.

Nasipse Adayız (2020)

Ercan Kesal, senaryoda CHP'den bahsetmiyor, ortalama bir kitle partisi alegorisi çiziyor. İşte Cehape zihniyeti demese de, Kesal'ın deneyimini bilmiyor olsak da bu partinin Chp olduğunu anlayabilirdik. Bu kadar keskin ayrıntılar ancak zehir edilmiş bir seçim deneyiminden hatıra kalabilirdi. Egemen sağ partilerde bu gibi aday adaylığı tiyatroları yerine başka bir tepeden inmecilik olduğu için sağdan böyle anılar izlememiz biraz güç olurdu. Nasipse Adayız'ın tekrara düştüğünü ifade etmiştim. Bu durumdan kaynaklı olarak filmin ilk yarısıyla ikinci yarısı arasında anlatı farklılığı oluşması, dramatik olarak değişime gidilmesi gibi bir durum var. Bu anlamda kara mizahtan drama evrilen ama sonra esprilerine karşılık bulamayan, yani bir daha mizah tonunu yakalayamayan bir yapıdan söz edebiliriz. Ancak belirttiğim gibi Kentteki taşra ve siyasetteki acziyet, umursamazlık, cehalet ve çıkarcılık temaları için düşünülen doku son derece etkili kulanıldığı için eksiklerini örtebilen bir film Nasipse Adayız. Ercan Kesal'ı oyunculuğu için ayrıca tebrik ediyor ve kendisinden bir sinemasever olarak özellikle kısa filmler bekliyorum. Kendisinin kısa yazıları ve özellikle Radikal'de bir vakitler kaleme aldığı anekdotları arasında kısa film olayı hak eden muhteşem öyküler vardı. 

Filmin fragmanı

11 Nisan 2021 Pazar

Nuh Tepesi (2019)

 

Ört ki ölem!


nuh-tepesi-2019-cenk-erturk-haluk-bilginer-ali-atay-netflix

Cenk Ertürk'ün uzun sayılabilecek bir kısa film kariyerinin ardından çektiği ilk uzun metraj filmi Nuh Tepesi, dünyanın birçok önemli festivalini dolaştıktan sonra, yine dünyanın içinde bulunduğu pandemi dolayısıyla sinemalarda gösterilme şansını yitiren filmlerden. Aynı kaderi paylaşan Azizler gibi Nuh Tepesi'ni de Netflix sayesinde izleyebildik. Netflix'in son dönemde tüm ülke sinemalarından birtakım seçkin örneklere yer vermeye başlaması mutluluk verici. Bu vesileyle sürekli konfeksiyon ürünler peşinde koşan Netflix'in bir konuda da olsa hakkını vermem gerektiğini düşünüyorum. Cenk Ertürk'ün Nuh Tepesi'ne gelmeden önce daha önce çektiği kısa filmleri de bir şekilde görebilmiş olmayı dilerdim. En azından kurduğu dünyayı algılamak konusunda bir ön hazırlığım olurdu. İlk filmlerin sert eleştirilere maruz kalmasını acımasızca bulurum, o sebeple en azından gözüme çarpanları sizlerle paylaşıyormuşum gibi düşünmenizi rica ediyorum. Bir seneyi aşkın bir süre önce gördüğüm fragmanına bakarak filmin edebi tandansının, sinemamızın mütemmim cüzü haline gelen ''taşradaki yabancı'' temasına fazlaca yaslandığını düşünmüştüm. Bu peşin düşünce, sinemamızın bazı ünlü yönetmenlerine karşı önü alınamaz bir öykünmeye kadar götürdü beni. Ancak Nuh Tepesi'nin öykünmeden daha ciddi problemler barındırdığını düşünmekteyim.

nuh-tepesi-2019-cenk-erturk-haluk-bilginer-ali-atay-netflix

Sigmund Freud'un psikanalitik teorisinin antik yunandan hareketle hatırlattığı Oidipus kompleksi aynı zamanda sosyolojinin ve edebiyat tarihinin de cazip konularından biridir. Sosyoloji ve Edebiyatta bu kavram ''Baba katli'' olarak anılır. Elbette somut kimliğinden daha çok soyut anlamda bir katil eyleminden bahsediyoruz. Hamlet ve Karamazov Kardeşler bu konunun en görkemli temsilleridir. Niye anlatıyorum? Ufak da olsa girizgah yapmadan olmuyor, hele filmin merkezinde bu nevi bir konu yer alıyorken. Nuh Tepesi'nin aynı zamanda senaristi olan Cenk Ertürk, bir sahnede Dostoyevski'nin Budala kitabını göstererek referansını bu şekilde açığa vuruyor zaten. Elbette ölüme yürürken geçmişteki sorunları bir kenara itmeye çalışan kabulleniş içerisindeki baba karakteri, filmin ortalarında kendi trajedisini unutuyor ve biz yeniden başka meseleleri anlamlandırmaya girişip bu konuyu tamamen rafa kaldırıyoruz. Film üç ana katman üzerine kurulu. Baba oğul arasındaki anne-eş temelli sorun, Babanın köylülerle meselesi haline gelen ağaç ve oğlun uzaktaki eşiyle çözemediği iletişimsizlik. Bu noktada bu üç katmanın iç içe geçememesine dayalı bir temel sorun görüyorum. Durgun ve iletişimsizlik halindeki karakterler yoluyla seyirci bir sorun yumağına hazırlanıyor, ancak filmin edebi cümlelerle bezeli karakterleri tiyatral repliklerle senaryoyu izleyiciye bir bir anlatıyor. Bu üç katmanın tüm üzünç anlarında bir karakter olayın iç yüzünü sonuna kadar anlatarak seyirciye ''göstererek anlatamadım bari diyaloglarla açıklayayım'' demeye getiriyor. Nuh Tepesi bunu bir defa değil sürekli yapıyor. Filmin en temel sorunu bu anlamda diyalogların yüzeyselliği ve sterilliği. 

nuh-tepesi-2019-cenk-erturk-haluk-bilginer-ali-atay-netflix

Köyün destansı cümleler kuran şiirsel imamını, aynı şekilde kitabi baba ve oğlunu oturmamış buldum. Öyle ki bu sebeple oyuncuların da cepten yediklerini ve karakterleri özümseyemediklerini düşünüyorum. Atmosfer yaratımı ve görüntüler konusunda oldukça başarılı bulduğum film, senaryonun yavanlığı ve yüzeyselliğiyle öne çıktı benim açımdan. Hesaplaşma anlarında da bahsettiğim gibi diyaloglarla filmin konusu anlatılıyor. ''Film bitmeden tüm meseleleri anlatayım da hiçbir şey eksik kalmasın'' duygusu ilk filmlerin ortak kaderi. Başroldeki Ali Atay, kuşağının iyi oyuncularından biri. Açıkçası filmi sürükleyen de o. Hem iç aksiyon hem de dış aksiyon yoluyla filmin yükselme ve sönme anlarını Ali Atay'ın temposu belirliyor. Haluk Bilginer, geri planda düşük viteste oynuyor ve özel bir katkısı yok. Yeni dönem Türk sinemasında neredeyse her filmde yer alan Mehmet Özgür ve Hande Doğandemir bedenen oradalar, ruhen bambaşka yerlerde. Filmin çıkış noktası olarak ele alınan ağaç meselesinden hareketle kafkaesk bir bürokrasi kara filmine evrilmesi halinde müthiş bir film olabilecek Nuh Tepesi, taşrada geçen sanat filmlerimize bir yenisini ekliyor. Üstelik filmin başında vaat ettiği mistisizmi elinin tersiyle iterek. 

Filmin fragmanı

13 Mart 2021 Cumartesi

Kağıttan Hayatlar (2021)


Kağıttan ajitasyon, kartondan şizofreni


Kağıttan Hayatlar (2021)

Çağatay Ulusoy'un başrolünde oynadığı ve aynı zamanda yaratıcı yapımcısı olduğu Kağıttan Hayatlar filmi, gün itibariyle Netflix Türkiye'nin en taze yerli yapımı. Çağatay Ulusoy hem Netflix hem de BluTV tarafından platformların aranan oyuncusu halini almışken bir de yaratıcı yapımcılığıyla gündeme geldi. Hikayenin yaratım sürecindeki tüm sorumluluğu üstüne alan kişidir yaratıcı yapımcı. İçeriği, fikri üretir ve görüntüyü, senaryoyu, rejiyi işin ehline teslim eder. Senaryosu, Behzat Ç. ile bilinen Ercan Mehmet Erdem'e ait olan film, peşin peşin söylemek gerekirse Çağatay Ulusoy'un yaratıcı yapımcılık deneyimi hatırına satılmış gibi görünüyor. En azından umarım öyledir. Gişe filmlerinde klişenin önemli bir form olduğunu en azından bu blog vasıtasıyla sık sık tekrarlıyorum. Özgün olmak, kaygı ve hesap kitap yoluyla varılacak bir nokta değil. Kahramanın yolculuğu gibi, 22 adım teorisi gibi metotlar zaten piyasa filmlerinin benzer rotada ilerlemesi ve iyi birer klişe yaratabilmeleri için hayli etkili çalışıyor. Ancak Kağıttan Hayatlar, bildiğimiz tüm klişelere rahmet okutacak düzeyde özensiz bir metinden ve seyirciyi ağlatmak uğruna birbirine eklemlenmiş kopuk sahnelerden ibaret bir yapım. Yine Netflix'te yayınlanmış olan fakat Netflix yapımı olmayan Azizler hakkında da pek iyimser bir tablo çizmemiştim, fakat bu defa olayın seyri bambaşka bir noktada. Uluslararası alanda bu filmi izleyip kullanılan çok sayıdaki müziğe vurulan, İstanbul manzarasına bakmak isteyen yabancı izleyiciler mi hedeflendi acaba diye iyimser olmaya zorluyorum kendimi. Sanırım nafile.

Kağıttan Hayatlar (2021)

Sokaklarda kağıt toplayan bir grup insanın ekmek kapısı olan büyük bir geri dönüşüm deposundayız. Sokağın şartlarından dolayı sağlığını kaybetmiş olan Mehmet (Çağatay Ulusoy), acil servisten döndüğü bir gecenin hemen sonrasında, çalıştığı ve yaşadığı depodaki kağıt arabalarının birindeki hareketi fark eder. Annesi (Selen Öztürk) tarafından arabaya saklanmış Ali (Emir Ali Doğrul) adlı bu çocuğun, üvey baba şiddeti nedeniyle terk edildiğini öğrenen Mehmet, kendi çocukluğunu düşünerek Ali'ye sonsuz bir şefkatle sahip çıkar. Finalde Ali'yle Mehmet'in hikayeleri tuhaf bir benzerlik gösterecektir. 

Kağıttan Hayatlar (2021)

Müslüm ve Ayla gibi son yılların yüksek prodüksiyonlu filmlerinde de imzasını gördüğümüz Can Ulkay tarafından yönetilen Kağıttan Hayatlar, üzerine derin bir film okuması yapılabilecek bir film değil. Oturmamış karakterler söz konusu bile olamıyor, filmin çok daha mühim, kağıt üstünde ağır hasarı var en başta. Birkaç kişiden finali hakkında övgü dolu yorumlar okuyunca ben de finali beklemeye başladım. Zaten film kendi içinde kaybolmuş, oradan oraya savruluyor, artık Müslüm Baba'dan, Neşet Ertaş'tan, hatta bir ara Romanların resmi marşına dönüşen Djelem Djelem'den medet umuyordu. Bazen sulu zırtlak bazen oynak diye diye finale yaklaşırken lütfen düşündüğüm şey olmasın dediğim anda final de tam beklediğim gibi yaşandı ve bitti. Şizofreni, şiddet, kötü geçmiş gibi sert mevzular o kadar hoyratça serpiştirilmişti ki finaldeki kadın oyuncu her şeyi seyirciye açıklamak zorunda kaldı. Sanırım bir senaristin başına gelebilecek en kötü şeylerden biridir. Kağıt toplayıcıları inanılmaz zorlu bir hayat yaşayan, kolluk kuvvetlerinden tutun halkın her seviyesinden insanın görmezden geldiği bir emek grubu. Bu türden bir sosyal gerçekliğe temas edebilme gayretini takdir ediyor olmakla birlikte bu emek grubunu bu türden şablon bir kalıba, sokak çocuğu ve tinerci dünyasına hapsetmenin epey acemice ve gerçeklerden kopuk olduğunu düşünmekteyim. Filmi izleyeli iki saat olmasına karşın Netflix'in böyle bir hikayeye ve senaryoya nasıl evet dediğini anlayabilmiş değilim. Çevremdeki yaratıcı yazarların yapımcılara senaryo ulaştırmakta epey zorlandığı bir dönemde böyle bir özensizliği ve kolaycılığı aklım almıyor. 


Filmin fragmanı

2 Şubat 2021 Salı

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)

 

Adaleti arayan adam


Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island belgeselini önce Antalya Film Festivali kapsamında işitmiş ve izleme listeme eklemiştim. Aradan geçen dönem, malum, hafızamızı da algımızı da dikkatimizi de sıfırladı. Mubi'de rastlayınca, süresi kısaymış diye düşündüm, herhangi bir filme odaklanmaktansa açıp biraz bakarım, hiç olmazsa bugünü böyle geçiştiriveririm dedim. Sonuçta İlhan Mimaroğlu'nun müziği konusunda uzman olmayacaktım. Cumhuriyetimizin ilk döneminde önemli sembol yapıları inşa eden Mimar Kemaleddin Bey'in oğlu olan İlhan Mimaroğlu, 60'lı yılların başında, Türkiye henüz ilk darbesini yaşayıp iyice laçkalaşmadan önce New York-Manhattan'a yerleşme kararı almış, alt türleri gelişmeye devam eden elektronik müziğin bir ucundan tutup kendisine has bir duyum yakalamış önemli bir müzisyen. Yine Amerika kariyeri hakkında benzer yüzeysellikte bilgiye sahip olduğum diğer bir isim olan Arif Mardin gibi Mimaroğlu hakkında tüm bildiklerim bunlardan ibaretti. Olmazsa kapatırım diyerek açtığım belgeseli az önce ikinci kez bu defa, müzisyen bir arkadaşımla bitirdim. Serdar Kökçeoğlu'nun iki yılı aşkın bir zamana yaydığı, Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island belgeseli, hem ilginç partisyonlara sahip bu niş müziği, hem aile ilişkilerini, hem de New York'u tuhaf güzellikle bir tempoyla anlatıyor. İki yıla yayılan bir belgeselde eminim ciddi bir arşiv taraması süreci yaşanmıştır. Fakat belgeselin ruhu, İlhan Mimaroğlu'nun hayata bakışını yansıtma konusunda en az onun kadar ketum ve içine kapanık. Bir arşivi değil insanın güncel kaygılarını izleme deneyimi yaşıyoruz. 

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)

Belgesel, sadece İlhan Mimaroğlu'nun müzikleriyle ve çoğunlukla yine kendisinin 8mm kamerasıyla çektiği görüntülerle akıp gidiyor. İçine kapanan ve tek derdi müziği adil kılmak, müziğe adalet getirmek olan bir müzik adamının karakter olarak tam zıttında yer alan Güngör Hanım'la henüz belgeselin başında tanışıyoruz. Belgeselin alternatif adı olabilecek kadar kuvvetli olan ''Memnun kadın ve üzgün adam'' tanımlamasından hemen sonra Güngör Hanım'ın ilk eşinden olma oğlu Rüstem Batum devreye giriyor. Diğer tüm tanıklıklar kenarda tutulmak kaydıyla belgeselin üç ana aksta muhteşem bir kurguya sahip olduğunu göreceksiniz. İlhan Mimaroğlu'nun müzikal kaygıları, Güngör Hanım'la İlhan Bey'in emsalsiz aşkları ve geride bırakılan bir çocukla bir ülke. 2012 yılında vefat eden İlhan Mimaroğlu'na verilen bir söz gibi, onun ritminin dışına sapmadan ilerleyen dingin ve asosyal bir biçim, Güngör Mimaroğlu'nun kimseye hesap vermeden yaşadığı gibi konuşkan, meraklı ve cesur bir içerik. Mimaroğlu, daha yaygın izleme olanağına kavuşturulması gereken bir yapım. Mutlaka izleyin.


Belgeselin fragmanı

23 Ocak 2021 Cumartesi

Alef (2020)

5 dakika okuma süresi


Alef: 

Ötekiler ve huzursuz ev sahipleri



Alef (2020) cinepopularica.blogspot.com

Küçük Amerika olarak, seri cinayetleri çözmeye çalışan polisiye karakterler yaratma konusunda nicedir  çok dertli bir ülkeyiz. Dünyadaki epey kaliteli örnekleri son yıllarda artmış durumdayken, bizim bir tek cefakâr Arka Sokaklar'ımız vardı. Görsel olarak Mindhunter, True Detective, The Sinner gibi yabancı örneklerini aratmayan BluTV projesi Alef, arka plandaki hikayesiyle, bu toprakların tarihinde yer etmiş meselesiyle ve görsel gücüyle imdada yetişti. Kısa bir bilgiden zarar gelmez. 16. yüzyıl başındaki Osmanlı'da, devletin resmi inancıyla ters düşen, yani gayrisünni bir inanç öğretisiyle çok sayıda insanı etrafına toplayan İsmail Maşuki adlı bir bayrâmî-melâmî şeyhi yaşar. Aynı dönemde güçlenen Kalenderiler ve Şah İsmail'in Safevi Devleti, halkta ciddi manâda karşılık bulur, taraftar toplar. Osmanlı ise anarşi ve sapkınlık saydığı bu düşünceleri, esasında kendilerine karşı ciddi birer rakip olarak görür. Yani karşı olmalarının sebebi dini değil siyasidir. Çünkü türkmenler, Osmanlı'nın kendilerine karşı maddi ve manevi olarak mesafeli durduklarını bilmektedir, zaten ezilmektedirler. İsmail Maşuki, tenâsüh yani ruh göçü, simgesel kıyafetler, ibadette kadın erkek eşitliği gibi manevi alanları eşeler ve kendisini kutup (Allah'ın özel kıldığı kişi diyelim) ilan eder.  Kanuni döneminde ise yoldaşlarıyla birlikte At Meydanı'nda (Sultanahmet) idam edilir. Ekonomi ve tarih lisansı ve tarih doktorası görmüş olan yönetmen Emin Alper, Cumhuriyet dönemi tarihi konusunda akademisyenlik de yapıyor. Sekiz bölümlük dizide, 1500'lü yılların ilk yarısıyla günümüz arasındaki bağlantılandırma ve gizem dokusu bu sebeple de kusursuza yakın ilerliyor. Elbette dönem külliyatına titizlikle yaklaşan metni Emre Kayış yaratmış, bu noktada senarist olarak daha büyük pay sahibi. 

Alef (2020) cinepopularica.blogspot.com

Girişteki açıklamada verdiğim kısa tarihi bilgiye biraz olsun vâkıf olmak mühim. Çünkü özellikle üçüncü bölümden sonra, dozu sürekli artan bir dönem atmosferini, tasavvufu ve karakterler arasındaki bilgi alışverişini izliyor olacağız. Atmosfer demişken, Emin Alper'in bu anlamda sinemamızın en başarılı yönetmenlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Filmlerine başka açılardan eleştirilerim var, ancak bu kısım övgüye değer. Derli toplu ve zihin açıcı bir mini dizi çekmiş olmasını ve kurduğu dünyayı önemli buluyorum. Sinemacıların dizi ve kısa film alanını, dünyada olduğu gibi, boş bırakmaması gerekiyor. Alef'in ilk bölümü, çok inançlı ve renkli bir şehir olan İstanbul'daki Fota Yortusu'yla açılıyor. İsa'nın vaftiz edildiği günü temsilen denize haç atılıyor, gençler de kendilerini boğazın sularına atıp bu haçı almak için yarışıyor. İslam dışı bir metaforla başlıyor olsak da kurulan polisiye evreninin mistik ve ruhâni bir tarafı olduğunu bu açılışla anlıyoruz. Hikayenin intikam alan gizemli karakteri muhafazakar toplumla çatışan bir yönelime sahip, açılışın bu anlamda İslam dışı bir inançla yapılmış olması bu açıdan anlaşılabilir. 

Alef (2020) cinepopularica.blogspot.com

Alef'in konusu, sürprizi bozmadan anlatılabilecek bir konu değil. Cinsel yöneliminden ötürü ailesi tarafından itilen, ölüme terk edilen bir genç adam, geleneksel yöntemlerle iş çözen bir cinayet masası komiseri, İngiltere'de özel cinayet dosyaları hakkında çalışmış ve ailesini kaybettikten sonra memleketine dönmüş bir polis, Osmanlı'da tarikatlar ve inanç dünyası üzerine çalışan bir tarihçi ve geçmişten bugüne çeşitli inanç gruplarının temsilcileri bir şekilde sürekli iç içe. Ahmet Mümtaz Taylan, dizinin bel kemiği ve belki de inandırıcılığı sağlayan en önemli faktörü. Her ne kadar rolünü cepten yese de bu topraklara ait inandırıcılık vasfı onun karakterinde temsil ediliyor. Kenan İmirzalıoğlu bildiğimiz gibi. Karakterinde büyük bir parçalanma, aksiyon, aşk, cinayet dosyaları mevcut, ama onda o yükü kaldırabilecek aktörlük vasfı olmadığını düşünüyorum. Doğu cinayetlerine batılı yaklaşım izliyoruz. Karakterlerin çalışması bu yönde düşünülmüş. Settar'ın Doğu'yu Kemal'in Batı'yı temsil ettiği hikayede Kemal karakteri bir nebze eksik. Melisa Sözen ise aradaki bağlantıyı sağlayan bir karakterde ve kesinlikle dizinin en iyi oyuncusu. Final eleştirisinden ayrı olarak Müfit Kayacan'ın oynadığı otopsi uzmanı karakterini fazlasıyla lüzumsuz bulduğumu eklemek isterim. Bir Zamanlar Anadolu'da'nın otopsi uzmanından rol çalan gereksiz diyaloglara gerek yoktu. Anlıyorum, polisiyenin ruhu icabı katil kim? merakı yaratılıyor, şüpheli sayısı arttırılıyor, fakat yine de bu merak unsurunun çalışmadığı ortada.

Alef (2020) cinepopularica.blogspot.com

Alef'teki İstanbul tamamiyle bir başrol oyuncusu. Görüntü yönetmeni Ahmet Sesigürgil tarafından ustaca yaratılan atmosfer ve tekinsiz yeşil tonlar bize bambaşka bir şehir izletiyor. Diziyi görsel anlamda, Türkiye'yi aşan, uluslararası düzeyde bir yapım olarak görüyorum. Zikir sahneleri ve polisiyenin inandırıcılığı bağlamında Emin Alper'in katkısıyla birlikte Alef'in özel bir dizi olduğunu düşünüyorum. Çünkü malum amerikan dizilerindeki tüm yapaylıkları her polisiyede ayıla bayıla izleyip biz yaptığımızda komik bulmak gibi yersiz bir hastalığımız var. Osmanlı'da heterodoks İslam'la ilgili okumalar yapmış biri olarak senaryonun titizliğine hayran kaldım. Günümüzdeki katı ebeveynlik ve öteki evlatlık, öteki cinsel yönelim vurgusu bu tarihi ötekileştirmeyi anlatmada mükemmel bir metafor hazırlamış. Peki senaryoda olumsuz bulduğun nokta yok mu derseniz, buna kesinlikle final bölümü diye cevap veririm. Hikaye çok büyük, geri planda beş yüz yıllık bir tarihsel kırılma var, insan dramı başrolde, tüm karakterlerin zaaflarına tanık oluyoruz, fakat finalin gelip bağlandığı nokta son derece cılız. Alef'in arka planı bazen bir fikirden bazen bir topluluk ruhundan, bazen bir karakterin dramından oluşuyor. Bu anlamda müthiş bir geçişkenlik var, malzeme var. Yani dramaturji müthiş işliyor. Finale gelince neden bir anda kötü polisiyelere özgü şaşırtmacayla, hızlıca, konunun düğümlendiğini ve ''alın size hikayenin sonu'' dendiğini anlayamadım. Çekim planları mı değişti, bölüm sayısı maliyet nedeniyle azaltıldı mı ya da hikaye mi daraltıldı bilemiyorum, fakat final yakışmadı.

Dizinin fragmanı

15 Ocak 2021 Cuma

Azizler (2021)

5 dakika okuma süresi


Öleyazanlar derneği


Azizler_Stuck Apart_Haluk Bilginer_Engin Günaydın

Yağmur ve Durul Taylan kardeşlerin Azizler adlı projesi bir yılı aşkın zamandır konuşuluyor. Hatta pandemi sonrası sinema açlığı içine girecek izleyici için, özellikle kadrosunun zenginliğiyle, bir ziyafet vaat ediyordu. Pandemi bitmez oldu. Bizzat sinema perdesi için anamorfik lenslerle, geniş ölçek çektikleri filmlerini maalesef Netflix yoluyla izleyiciyle buluşturdular. Maalesef diyorum, çünkü dijital bir ortamda hem görüntü de hem de seste ciddi kayıplar yaşanabiliyor, kaldı ki filmin yapım sonrası aşaması fazlaca uzun sürmüş, ciddi bir emek var. Durul Taylan bu filmin başlı başına bir izleme deneyimi olduğunu söylüyor, Yağmur Taylan, iyi ve kötünün ötesinde, izlediğimiz tüm yapımlardan farklı, özgün bir film yapma gayretinde olduklarını anlatıyordu. Filmin ciddi manada görsel bir hazzı var, her ne kadar konusu anlamında bazı filmlere benzetilmeye çalışılsa da (mesela The Big Lebowski) ciddi ciddi akla ziyan yakıştırmalar bunlar. Yönetmenlerin özgünlük iddiası kesinlikle tutarlı. Ancak filmin bilinç akışına ve duruma dayalı anlatısı bu özgünlüğü boşa çıkaracak denli gevşek. Birbiriyle kopuk ve yönetmenlerin tabiriyle psychedelic (saykodelik) ilişkiler kuran sahneler ve anlamsızca var olan karakterler birer parodi ve vodvil nesnesi olmaktan öte değil bana kalırsa.

Azizler_Stuck Apart_Haluk Bilginer_Engin Günaydın

Filmin konusu : Henüz izlemeyenler bu paragrafı okumayabilirler.

Bir ajansta post prodüksiyon özel efekt uzmanı olarak çalışan Aziz (Engin Günaydın), hem sevgilisi Burcu'yla (İrem Sak) hem de kendisine evinde huzur vermeyen yeğeni Caner'le (Göktuğ Yıldırım) sorun yumağı içindedir. Tek dileği yalnız kalıp iç sesini dinlemek olan Aziz'in eski tüfek iş arkadaşı Erbil (Haluk Bilginer) ise tam tersine herkesle yalnızlığını paylaşmak ister. Yıllar önce kaybettiği eşi Kamuran'la (Binnur Kaya) buzdolabının üzerine yapıştırdığı fotoğrafı aracılığıyla iletişim kuran Erbil, onun ölümünden kendisini sorumlu tutar ve bir şekilde ölebilmenin yollarını arar. Yalnız kalmak için formül arayan Aziz, zengin iş arkadaşı Alp'in  (Öner Erkan) gösteriş zaaflarını bilmeden de olsa kullanarak bir süre onun evinde kafasını dinler, ama sonunda Alp'in kendisine kurduğu gizli kameralı tuzağa düşecektir.

Azizler_Stuck Apart_Haluk Bilginer_Engin Günaydın

Bu filmin karakter düzleminde akrabalık kurabileceği bir örnek düşünecek olsam Aki Kaurismaki'nin Pidä huivista kiinni, Tatjana (Eşarbını sıkı tut Tatiana) filmi olabirdi. Karakterin bir anda varlık krizine yenik düşüp büyük bir gezintiye çıktığı, finalde ilk noktasına dönüp her şeye bıraktığı yerden devam ettiği karanlık bir komediydi ve izlediğim hiçbir filme benzemediği gibi Azizler'de eksik bulduğum ne varsa yerli yerine koyan cinsten eşsiz bir filmdi. Ya da Jaco Van Dormael'in Bay Hiçkimse'si çoklu karakter anlatısıyla bir nevi akrabalık kurabilir diye düşünebiliriz. Bunlar başka bahisler elbette. Taylan kardeşlerin filmindeki konuşkan, her an kendilerini açık eden karakterleri bir yanda, onlarla yan yana olan daha karikatürize ve amaçsız yazılmış karakterler diğer yanda dururken benzetme yapmak garip olur aslında. Mesela Fatih Artman'ın Cevdet karakteri, mesela bir noktaya kadar filmin merkezine kadar oturan sonra basit bir denyo şakasıyla rolüne veda eden küçük oyuncunun Caner karakteri. Filmin, ana akım komedi filmlerimizle bağı yok, bunu yadırgamıyorum, hatta rezil komedi anlayışımıza yeni bir yorumsa bunu aşırı önemsiyorum. Ancak tam olarak kesitler ve parodiler bütünü olması lezzetsiz bir tercih olmuş. Planes, Trains & Automobiles filmiyle ilgili yazıda Amerikan komedisinin yıllar içinde giderek varoluşçu kara komedilere evrildiğini ve beraberinde dünyadaki komedi anlayışını da buraya götürdüğünü yazmıştım. Azizler, işte bu düşüncemin kanlı canlı kanıtı, işleyemeyen bir tezahürü.

Azizler_Stuck Apart_Haluk Bilginer_Engin Günaydın

Senaryo ekibinde Yağmur ve Durul Taylan kardeşlerin yanı sıra adına rastladığımız Berkun Oya, geçen yılın son aylarına damga vuran Bir Başkadır dizisinin yaratıcısı. Dolayısıyla Netflix, filmi pazarlarken bu isimden de faydalandı. Bütündeki kopukluk nasıl olursa olsun, durumlar üzerinden kendisini var eden başarılı bir taraf var. Zaten sanırım Berkun Oya'nın kafasında bu proje önce bir dizi olarak belirmiş. Azizler, Amerikan kara komedi yapısını, çoklu karakterleri yine de bir şekilde finale kadar taşıyabiliyor. Çok beğenenler ve zaman kaybı olarak görenler şu ana kadar gördüğüm kadarıyla ''eh işte'' diyenlerden fazla. Bu iki kutuba bölünme meselesi, bahsettiğim karakter kopukluğuna rağmen parça parça akıcılık sağlanmasında gizli. Zaten bilincimize egemen olan Youtube aklı bizi fragmanlar ve kesitler izleyeme alıştırdı, bir de kadrodan beklenti var tabii. Yine bu vesileyle başka bir eleştiri konusu da bu muhteşem kadronun, başı sonu belli olmayan, absürt bir kara komedide harcandığı yönünde. İnsan düşünmeden edemiyor elbette. Haluk Bilginer ve Engin Günaydın ikilisi başrolde olmasaydı bu film, bırakın tartışılmayı, bir şekilde görünür olabilir miydi? Bana kalırsa akıcılığı daha doğrusu finale kadar merakı sağlayan tam da onların sahne illüzyonu. Ortada yine Taylan kardeşlerin eşsiz bir film örneği olan Küçük Kıyamet var. Sanki hiç böyle bir film yapılmamış gibi davranılıyor, çünkü star bir kadro yok orada. Azizler, pazarlama ve kadronun genişliğine karşın şakayla karışık, yer yer komiklik peşinde, komik olmaya çalışan diyalogları bazen mahçubiyet yaratan bir deneme. Vermeye çalışıp beceremediği sosyal medya mesajına ise değinmek bile istemiyorum.

Filmin müzikleri


30 Kasım 2020 Pazartesi

Üç Maymun (2008)

 2 dakika okuma süresi



Yalnız ve güzel bir ülkede


Üç Maymun (2008)

Taşra Üçlemesi'nin ardından 2006'daki İklimler'le yine kendisine has ve yalnız bir hikaye anlatan Nuri Bilge Ceylan, bir sonraki filminin ekranlara düşen fragmanıyla sinemaseverleri epey şaşırtmıştı. Görsel olarak bambaşka bir dünya, ilk kez ailesinden olmayan oyuncular, üstelik minimalizmden uzak, görsel efekte boğulmuş bir filmdi Üç Maymun. Bu, onun sinemasında oldukça deneysel bir serüven olmasının yanı sıra başka kırılmaları da tetikledi. Cannes'da Hollywood'un efsanevi aktristi Faye Dunaway'ın elinden aldığı En İyi Yönetmen ödülü sonrası ''bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme armağan ediyorum'' diyordu. Daha önce herhangi bir konuda fikrini beyan etmemiş bir yönetmen olarak, bu masumane sözüyle bile kimilerince övüldü, kimilerince yerildi. Üstüne üstlük, köşe bucak saklanan NBC, sinema magazinine malzeme haline getirildi. Bu filmin senaryosunun aslında Zeki Demirkubuz'un fikrine dayandığı söylendi, araları bu yüzden açıldı. Tartışmalar, spekülasyonlar, kazanılamayan Altın Portakal ödülü ve saire. 2008, Nuri Bilge Ceylan için epey farklı bir yıl oldu. Şu ya da bu şekilde, Üç Maymun'un, Yılmaz Güney'in  1971 yapımı Baba filminin günümüze uyarlanmış hali olduğu konusunda hemfikiriz. 

Üç Maymun (2008)

Yaklaşan genel seçimlerde muhalefetten milletvekili adayı olan iş adamı Servet (Ercan Kesal), bir gece vakti, ıssız orman yolunda birine çarparak ölümüne sebep olur. Siyasi kariyerini öne sürerek, o sırada yanında olmayan şoförü Eyüp'ten (Yavuz Bingöl) yardım ister. Kendisinin yerine suçu üstlenmesi karşılığında maddi yardımda bulunup, sonrasında toplu para vereceğini söyler. Çaresiz kalan Eyüp, bu durumu kabul eder ve hapishaneye girer. Eyüp'ün oğlu İsmail (Ahmet Rıfat Şungar), araba alabilmek için annesini ikna eder. Anne Hacer (Hatice Aslan), Servet'in yanına gider ve durumu anlatır. Servet, durumdan yararlanıp Hacer'le birlikte olur. Durumu hem İsmail, hem de hapisten çıkan Eyüp öğrenir. Bir gün Servet'in ölüm haber gelir. Aile, bu durumu çözüp ayakta kalabilmek için bir karar vermek zorundadır.

Üç Maymun (2008)

Ercan Kesal'la Nuri Bilge Ceylan'ın senaryodaki iki filmlik birlikteliğini başlatan Üç Maymun, NBC sinemasında ayrıksı duran, bütün bir filmografiyle pek örtüşmeyen ve açıkçası sadece ''Yeni'' Nuri Bilge Ceylan'a geçişte aracı olabilecek bir film. Yenilikçi kurgu ve color correction denemesi, hikayenin soluk ve defalarca tekrarlanmış konusuna yeni bir dokunuş sağlıyor, rejide büyük bir ustalık söz konusu, ancak nafile. Yeşilçam'ın melodram ve acı sosuyla sunduğu yıllanmış bir hikayeden, maalesef NBC dokunuşuyla farklı bir film çıkmıyor. Bu hikayedeki saf arabesk çatı, tipik bir Zeki Demirkubuz filmine ait. Hacer karakterindeki aldatmaya teşne, güce tapan, körü körüne riske giren ve oğlu dahil her şeyi feda etmeye hazır kadın figürü ve Eyüp'teki iğdiş edilmiş, sineye çekmiş koca tasviri, filmin ilk yarısında gördüğümüz bu insanların varoluş biçimlerine bu kadar ters kalmamalıydı, bu karakterlerin dünyası bu kadar cevapsız bırakılmamalıydı. Reji anlamında ustalık gösterisi olan film, benim açımdan Nuri Bilge Ceylan sinemasının zayıf halkası.


Filmin fragmanı

22 Kasım 2020 Pazar

7. Koğuştaki Mucize (2019)

2 dakika okuma süresi


Kore'den gözyaşı ithal etmek


7. Koğuştaki Mucize (2019)

Yedinci Koğuştaki Mucize, geçen yılın gişe rekortmeni, gözyaşlarını sele çeviren, en çok atıfta bulunulan yerli yapımı. İzleme listeme eklemiş olmama rağmen bir şekilde ertelemiştim. Az önce, yani bu yazıyı yazmadan evvel YouTube'da fragmanını ararken; şarkısıyla, türküsüyle, kesitleriyle,  atıflarıyla, düşündüğümden daha büyük bir kalabalığa erişmiş olduğunu fark ettim. Bir ara Imdb'de sinema tarihinin en iyi 250 filmi olarak da anılan ve asla inandırıcı olmayan listede de bir müddet yer almıştı. Yetti mi? Hayır. Kasım ayı başında, Türkiye'nin, 93. Akademi (Oscar) ödülleri için En İyi Uluslararası Film kategorisindeki adayı olduğu açıklandı. Bizim İçin Şampiyon filmiyle ilgili yazdığım yazının başlığı, Ana akım sinema öcü müdür? temel olarak bu tür yerli yapımların izleyiciyi sinema salonlarına çekip, sinema sanatında bağımsız yapımlara ve üreten insanlara katkı sunması üzerineydi. Aynı isimli bir Güney Kore filminden uyarlanıp, içine dönem renkleri katarak, hem de hazır bir senaryo taslağına karşın bu kadar karikatürize bir ajitasyon filmini kastetmemiştim.

7. Koğuştaki Mucize (2019)

Üç yıl önceki askeri darbenin hemen sonrası, 1983 yılında Ege'de bir sahil kasabası. Yedi yaşındaki kızı Ova'yla (Nisa Sofiya Aksongur) aynı zeka seviyesine sahip olan Memo (Aras Bulut İynemli), kasabada görev yapmakta olan bir Yarbay Aydın'ın  (Yurdaer Okur) minik kızını öldürmekle suçlanır. Memo'nun suçsuzluğuna inanmak istemeyen Aydın, onun idama mahkum edilmesini sağlar. Girdiği koğuşta çocuk katili olarak suçlanan Memo, zamanla koğuş arkadaşlarını suçsuzluğuna inandırarak herkesin gözdesi haline gelir. İdam cezasının yerine getirileceği gün ise büyük bir sürpriz gerçekleşir.

7. Koğuştaki Mucize (2019)

Başroldeki Aras Bulut İynemli'nin abartılı, coşkulu, tiyatral oyunculuğunun üzerine kurulan yapı, her an çatırdayan bir metne sahip. Şaşırtıcı derecede özensiz bir senaryo-diyalog çalışması ve sadece ağlatma stratejisi üzerine kurulmuş fikir dünyasıyla bana büyük bir hüsran yaşattı. Kaba ve sevimsiz güldürünün peşine düşen ve adına maalesef yerli komedi filmi denen filmlerin zıttı olarak ''mendillerinizi hazırlayın'' filmi izliyoruz. İlk perdesinde karakteri tanıtırken kullanılan karikatürize estetik, ''Guzuum, annen melek oldu, babamın neyi var, babam deli mi'' gibi şablonlar, finalde izleyiciye açıklanan güya ters köşe sürprizi ve tüm tiplemeler, dramatik ve trajik birer Çiçek Taksi karakteri gibi olmak zorunda değillerdi. Hapishane karakterlerinin ve yan karakterlerin dönüşümüne mi, görüntü dilindeki televizyon dizisi formuna mı üzüleceğimi bilemedim. Güney Kore'den, hem de Türkiye'ye çok benzediği iddia edilen bir ülkeden getirilen malzeme, bir televizyon dizininin gelişmiş versiyonundan öteye gidemiyor. Gişe her zaman haklıdır deniyorsa bu zaten başka mevzudur. Güney Kore'li yapım şirketlerinin akıl almaz bir lobi ve ekonomik gücü var. Parazit olayında bunu iyice anladık. Yedinci Koğuştaki Mucize'yle Oscar elemelerinde ufak bir yol ya da övgü alınırsa, Güney Kore'li yapım şirketlerinin arka bahçesi olacağımızdan korkarım. 


Filmin fragmanı

16 Kasım 2020 Pazartesi

Bizim için Şampiyon (2018)

2 dakika okuma süresi

Ana akım sinema öcü müdür?


Bizim için Şampiyon (2018)

Türk sineması, festival formülü batağına saplanmış bağımsız sanat filmleriyle, berbat Netflix komedileri arasına sıkışmış halde. Elbette her iki türün de başarılı birçok örneğini göz ardı etmeden spekülatif bir şey söylüyorum. Ana akım kavramı, dilimize hakaret gibi yerleşti. ''Çok ana akım'', ''Ana akım bir film olmuş'', ''Pek sevmedim ya çok ana akım'' gibi çok sayıda uçuk beyanat, ne yazık ki ülke şartlarına değil de Amerikan sinemasının eleştiri jargonuna ait. Oysa Türk sinemasının gişede güçlü ana akım filmlere o kadar ihtiyacı var ki. Evet, Müslüm gibi, Naim gibi filmler de buna dahil. Bizim için Şampiyon türünde filmlerin sayısı artarsa bu endüstriden para kazanan insanlar daha yüksek bütçeli senaryoları da destekleyebilirler. Bizim için Şampiyon'u izlemeye  zaten önyargısız başlamıştım, fakat bitirdiğimde beklentimden daha fazlasıyla karşılaştım. Son yıllarda izlediğim en iyi yerli yapımdı diyebilirim. Türkiye'nin yakın tarihine damga vurmuş Bold Pilot isimli yarış atının ve onu jokeyi Halis Karataş'ın hikayesi, son derece zengin ve temiz bir anlatıma sahip.

Bizim için Şampiyon (2018)

Halis Karataş (Ekin Koç), başarılı ve ünlü bir jokey olup rüştünü ispat etmek istemektedir. Kaybettiği bir yarışın ardından, Özdemir Atman'la (Fikret Kuşkan) tanışır. Atman'ın daveti üzerine gittiği at çiftliğinde kızı Begüm Atman'ı (Farah Zeynep Abdullah) görür. Begüm Atman'a ait olan İngiliz atı Bold Pilot, başta zorluk çıkarsa da sonradan Halis Karataş'la birlikte büyük başarılara imza atacaktır. Begüm'ün kalbini kazanmak isteyen Halis, en önemli yarış olan Gazi koşusunu kazanıp, hem hasta olan Begüm'e moral verecek hem de henüz kırılamamış bir rekora imza atacaktır.

Bizim için Şampiyon (2018)

Ahmet Katıksız, daha önce çok sayıda dizide ve sinema filminde çalışmış. Hem okullu hem de sektör deneyimi hayli fazla olan bir yönetmen. Bizim bütçelerimizin, yurt dışı maliyet rakamları karşısında komik düzeyde kaldığı düşünülürse, yönetmenin ortaya koyduğu başarılı atmosfer ve hikaye kurgusu daha anlamlı olacaktır. Başroldeki Ekin Koç'u daha önce izlememiştim, duymamıştım, yine çok sayıda dizide rol almış bir oyuncu olduğunu gördüm. Görsel açıdan doğru bir oyuncu seçimi olup olmadığı konusunda birtakım kaygılarım oluştuysa da filmin bütünü itibariyle iyi bir iş çıkarıyor. Böyle temiz çekilmiş, hikayesini evrensel bir akıcılıkla aktarmış filmlerle uluslararası alanda daha net bağlar kurmak mümkün olmalı. Uluslararası ödüller için Türkiye'yi, bu gibi, bütçesi nispeten yüksek, uluslararası hikayeler anlatan ve meseleyi metaforlara boğmayan filmler temsil etmeli.


Filmin Fragmanı

7 Kasım 2020 Cumartesi

Kusursuzlar (2013)


Ancak bir zıttım öldürebilir beni


https://cinepopularica.blogspot.com/kusursuzlar

Ramin Matin'in Son Çıkış'ını izledikten sonra önceki filmlerine de erişmeye çalışmış, platformlarda hüsran üstüne hüsran yaşayıp birkaç osuruklu kaba erkek gülmecesi izledikten sonra gayrimeşru yollara sürüklenmiştim. Fakat neyse ki izleyebildim. 2013 yılında Altın Portakal (En İyi Film), yurt dışı festivallerde önemli ödüller kazanmış bir film bu anlamda bu kadar kıyıda köşede bırakılmasa ne iyi olurdu di mi? Özellikle son birkaç yıldır çeşitli platformların da katkısı ile kadın farkındalığı, sektörde kadın yönetmen ve yazarların artışı söz konusu oldu. Konuyla yakından ilgilenenler bu miladı biraz daha evvele çekebilir, ancak kafamdaki algı beni çok geriye götürmüyor. Şuraya bağlamak isterim ki, akademik, entelektüelize edilmiş ve duygudan arındırılmış proje kadın filmleri, Kusursuzlar'ın kadın karakterlere yaptırdığı sükunet ve cinnet eylemini hayata geçirme biçiminden feyz alabilirler, almalılar. Bu arada sinemamızda kadın tarifi zayıf da erkek tarifi çok mu yerli yerinde? Elbette hayır. 

https://cinepopularica.blogspot.com/kusursuzlar

Steven Soderbergh'ün Sex, lies and videotape filmini delicesine sevmemin, ancak içsel duygularımla tarif edebildiğim son derece mantıklı ve fakat kişisel sebebleri var. Ya da Atom Egoyan'ın Exotica'sını. Kabız yazar ve yönetmenlerin normalin akışıyla kavga edip sinematografiyle, romantize estetikle filmi ciddi bir eser haline getirme çabaları o yüzden gülünç geliyor. Çünkü bunu akışa bırakıp doğallıkla halleden filmler var. Kusursuzlar bana o doğal ve bir o kadar yoğun tadı verdi. Son Çıkış, bir One Man Show filmiydi. Tüm sahnelerin kaderi Deniz Celiloğlu'nun yarattığı tansiyona bağlıydı. Neyse ki aksamıyordu. Fakat kötü bir cast filmi pekala izlenmez hale getirebilirdi. Kusursuzlar'da ana karakterlerin hayat içindeki varlıkları, tutarsızlıkları, gelgitleri ve en önemlisi cinsiyet rolleri çok çeşitli ve hakiki. Dolayısıyla öykü burada çok daha girift. Üzerine bir de sağlam oyunculuk eklenince dört başı mamur bir bağımsız film izlemiş oluyoruz. Mesela restorandaki yemek sahnesi. Net, filmi yükselişe geçiren, dönüştürücü ve özetleyici bir sahne. Ya da Yasemin'in plajdaki soyunma kabinindeki kararlılık gösterisi. Çatışma ya da müstehcenlik barındırmıyor. Açıkçası mağrur bir kumandanın savaş sonrası gururunu izlermiş gibi düşündüm.

https://cinepopularica.blogspot.com/kusursuzlar

Lale ve Yasemin olarak izlediğimiz İpek Türktan ve Esra Bezen Bilgin, davranışları ve gizemleri öngörülemez olan kızkardeşler çok iyilerdi. Elbette dışa dönük aksiyon sinemada daha fazla dikkat çekiyor. Bu anlamda Esra Bezen Bilgin son dönem yerli yapımlar içinde en iyi performanslardan birini sergiliyor. Imdb'ye göre kendisinin ilk filmi, İpek Türktan'ın ise birkaç kısa metrajdan sonra ilk uzun metrajı. Kusursuzlar'ın böyle önemli bir bir katkısı da olmuş. İki oyuncudan biri ruhsal çatışmayı diğeri bedensel aksiyonu nefis özetlemiş. 

Filmin fragmanı

6 Kasım 2020 Cuma

Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (1990)

 


Bir zamanlar fırtınalar estirirdim


Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni_cinepopularica.blogspot.com

Yavuz Turgul'un yönetmenlik kariyeri 1984 yılında çektiği Fahriye Abla filmiyle başladı. 1976'dan bu yana senarist olarak ne yazdıysa klasikleşti, ama hangi türde olursa olsun. Sultan, Tosun Paşa, Çiçek Abbas, Davaro, Hababam Sınıfı.. gibi inanılmaz işlere imza attığı bir senaryo kariyerinden söz ediyoruz. Çiçek Abbas'ı Sinan Çetin'in beceriksizliği yüzünden bizzat çektiği bile konuşulur bu arada. 1987 yılında yazıp yönettiği Muhsin Bey'den üç yıl sonra Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni'nde Haşmet Asilkan karakterinin peşinden koştuğu yıldız Müjde Ar'dı. Yavuz Turgul'un ilk filmi olan Fahriye Abla'nın başrolünü de Müjde Ar oynar. Ertem Eğilmez'in has talebesi olan Yavuz Turgul, gerçek hayatta Müjde Ar'a ulaşmakta zorlanmış olmasa da filmine otobiyografik unsurlar serpiştirmesi açısından önemli bir bağlantı noktası sayabiliriz. 

Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni_cinepopularica.blogspot.com

Türk sinemasında Yeşilçam'dan tam olarak nereye geçildi, geçtiğimiz yer ne kadar bağımsız bunu bir başka yazıda tartışmaya açmak isterim açıkçası. Bu değişimin nasıl gerçekleştiğini belgeleyecek olsam sanırım ilk yöneleceğim kaynak Yavuz Turgul olurdu. Yeşilçam, Arzu Film dönemi, Erotik filmler, Arabesk filmler, bomboş geçen 90'lar başı ve nihayet yine Yavuz Turgul'un Eşkıya'sıyla ayağa kalkan sinemamız. Ana akım diye aşağılanan sinemanın ne kadar mühim olduğunu da buraya not alıyorum, yazacağım. Gelelim Yavuz Turgul'un yönetmen personasına. Senaryosunu yazdığı Züğürt Ağa'da son ağa, Yönettiği Muhsin Bey'de son idealist yapımcı, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni'nde son Yeşilçam yönetmeni, Eşkıya'da son eşkıya, Kabadayı'da son gerçek kabadayı kültü yaratmak üzerine bir formül kullandı. Aslında muhtemelen Türkiye'deki keskin dönüşümü bilmesinden ve bunun tanığı olmasından kaynaklanan ''Artık hiçbir şey eskisi gibi değil'' hissiyatı bu senaryo ve karakter oluşumu şablonuna etki etmiştir. Ancak yine de kendisini tekrarlayan ve gizemini yitirmiş bir model olduğu konusunda ısrarcıyım. 12 Eylül ve Özal dönüşümü Muhsin Bey'de tam anlamını buluyordu. Bunun için de o toplumsal değişim ve vıcık vıcık kirlenme hissiyle birlikte zarafetin yok oluşu karşısında hepimiz ortak bir hüzün yaşıyoruz.

Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni_cinepopularica.blogspot.com

Yeşilçam'ın aranan aşk filmi yönetmenlerinden Haşmet Asilkan, 12 Eylül dönemini de göz önüne alarak toplumcu gerçekçi bir sanat filmi çekmek istemektedir. Müjde Ar'ı filmde oynatma şartıyla bir yapımcıdan para bulur. Müjde Ar'ın iptal olmasıyla yeni oyuncu arayışına giren Haşmet Asilkan, onun yerine Jeyan (Pıtırcık Akerman) adında deneyimsiz bir oyuncuyla, Jön olarak ise Tarcan'la (Oktay Kaynarca) anlaşır ve devrimci karakterini ona emanet eder. Eski bir konakta geçen filmde, Hapisten kaçan iki devrimcinin, görkemli bir konakta yaşayan fabrikatör baba ve kızını rehin alması konu edilecektir. Film setinde işler yolunda gitmez. Önce Fabrikatör baba (Aytaç Yörükaslan) sette ölür, sonra Jeyan'la Tarcan aşkı Haşmet'i derinden yaralar. Haşmet yine de hayatının projesini bitirmek için her şeyi göze alacaktır. 

Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni_cinepopularica.blogspot.com

Haşmet'in Jeyan'a olan aşkı eskinin zanaatkar ama entelektüel olarak cılız yönetmeninin acemi fakat donanımlı yeni kuşak karşısında duygusal hezeyanına dönüşüyor. Haşmet'in özenle seçtiği beyaz türk adı, soyadı, filmin başında gördüğümüz imajı, uydurduğu özgeçmişi, sektörle ilişkileri koca bir yalandır, fakat sonraki on yıllarda sıkça karşımıza çıkacak olan yarı aydın yönetmen figürüne de fütüristik bir göndermedir. Nedendir bilemiyorum, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni bende hep bir televizyon filmi duygusu uyandırmıştır. Film içinde film hissi yaratmak içindir diye düşünüyorum, belki de daha sonra yapımcısı ve yaratıcısı olacağı Süper Baba dizisinde bu filmden oyunculara yer verdiği için beynim böyle kodluyordur. Bu bahanelere inanmak istiyorum. Çünkü film, Türk sinemasını anlamlandırabilmek adına çok önemli bir köşe taşıdır. Bazı Yavuz Turgul klasiklerinin gerisindeyse de son dönem filmlerinin epey ilerisindedir.


Filmin fragmanı

29 Ekim 2020 Perşembe

Körfez (2017)

 


Tat ve koku kaybı bir varoluş meselesi mi?



Yönetmen Emre Yeksan'ın ilk uzun metrajlı filmi olan Körfez, ücretli bir video platformunun ardından yazının yayımlandığı bugünlerde vimeo üzerinden ücretsiz olarak seyirciyle buluşuyor. Daha önce yerli ve yabancı birkaç filmin yapımcılığı görevinde bulunan Yeksan, doğup büyüdüğü yer olan İzmir'e büyük bir aradan sonra dönüp çocukluğunda burnuna gelen bir kokunun peşinden bu filmi yapmaya çalıştığını söylüyor. Senaryoyu öykücü Ahmet Büke'nin katkılarıyla yazmış ve çocukluğunun gençliğinin kokusunu başka bir bağlamda ele alarak ilginç bir anlatı kurmuş. 


30'lu yaşların ortasındaki Selim'in (Ulaş Tuna Astepe) boşanma ve işsizlik sürecinin ardından baba ocağına dönüşü ve orada kendisini büyük bir yabancılaşmanın ortasında bulması anlatılıyor. Selim karakterinin sinemamızın iki binler sonrası erkek karakterleri göz önüne alındığında son derece tanıdık olduğunu söylemeliyim. Selim'i alıp Serdar Orçin ya da Olgun Şimşek'in oynadığı herhangi bir filmimize yerleştir sırıtmaz. Bu benzeşme bakımından değilse de karakteri boyutsuzlaştırma ve film boyunca tutarlı hale getirme çabasından ötürü eleştirilerim var. Kendinden bile bezmiş, oradan oraya salınan, ayaklarının götürdüğü yere istemsizce giden yabancılaşmış insan figürü yaratma konusunda ciddi anlamda dertliyiz. Zamanda mekanda ve olayda dönüşümler yaratılırken karakterlerimiz her olay karşısında aynı kalmayı nasıl başarıyor? 


Koku kavramı filmin merkezdeki meselesini teşkil ediyor. Kaygısız üst-orta sınıfın burnunun kemiğini kıran bu koku alt sınıfların kanıksadığı ve giderek umursamadığı bir hâl alıyor. Bu anlamda Parasite öncülü bir yaklaşım var ki, asıl onun vurgulanması gerekiyor. Giden orta sınıf mensuplarının boş bıraktığı evlere onların yanında çalışan alt sınıflar yerleşiyor ve bir süreliğine de olsa çalışan oldukları evlerin ev sahipliği yapıyorlar. Emre Yeksan, Yeni Latin Amerika sinemasında mekanın algı duvarını yıkan biçimi de kullanmış. Sahnenin ana karakterlerinin sohbetine yan unsur olarak katılan alt sınıftan insanlar bir anda kamera tarafından takip edilerek sahnenin tamamlayıcı ve politik unsuru olmaya başlıyor. Senaryonun, karakterin ve özellikle temponun ciddi zaaflarına karşın anlatımdaki farklılaşma çabasını beğendiğim bir film oldu. 

Filmin fragmanı