Cinepopularica: Gizem
Gizem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gizem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ocak 2018 Çarşamba

La migliore offerta / En İyi Teklif 2013



Sahip olmak ya da olmamak



1900 Efsanesi'nin yapısal anlamda İtalya etiketli bir Amerikan filmi olduğunu söylemiştim. En İyi Teklif de böyle bir film. İtalya'da İtalyan bir yönetmen tarafından çekilmiş olsa da yapısal olarak alıştığımız Amerikan-İngiliz dokusunu taşıdığını görüyoruz. Oyunculuk faktörünü de eklemek gerekiyor elbette. Sonda söyleyeceğimi bu sefer başta söyleyeyim. Geoffrey Rush senaryoyu bambaşka diyarlara taşımış, gizemi psikolojik gerilime dönüştürmeyi başarmış. Karakterin film boyunca nasıl keskin ama nasıl bir o kadar da dengeli dönüştüğünü görmek bu filmi izlemek için başlıca sebeplerden biri. 


Dünyanın önemli sanat eserlerini alıcılarla buluşturan ünlü müzayedeci ve eser uzmanı Virgil (Geoffrey Rush), yeteneksiz ressam arkadaşı Billy Whistler'la (Donald Sutherland) birlikte en pahalı eserleri ucuza kapatarak önemli bir servet sahibi olmuştur. Evinde sakladığı eserlere yenilerini katmak için yeni bir müşteriyle buluşur. Tuhaf davranışları olan genç Bayan Claire (Sylvia Hoeks), Yaşlı Virgil'in aklını başından alır. Hayatı boyunca çizdiği disiplinli imajı yerle bir eden Virgil, her şeyini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. 


Tornatore'yle süre ve ritim konusunda genel itibariyle bir türlü barışamadım. En İyi Teklif de biraz uzun ama iyi bir film. Başka bir oyuncu başrolü alsaydı nasıl olurdu bilemiyorum, fakat sanırım yönetmen, Geoffrey Rush'ın oyunculuğunu kısaltmaya kıyamamış. En İyi Teklif, Ennio Morricone'nin tematik müzikleri, Geoffrey Rush'ın büyük aktörlüğü ve girift senaryosuyla gizem türüne iyi bir örnek. Filmin çok net bir meselesi var, o da taklit ve sahte olmak üzerine. Ana karakterimiz haksız müzayede servetini, pahalı eserlere taklit damgası vurup onlara sahip olarak edinmiş. Finalde aşık olduğu kadın da ona hayatının sahtekarlığını yapınca taşlar düşüncede yerine oturuyor. İyi bir gişe filmi sadece kafa boşaltmak zorunda değil. Giuseppe Tornatore'nin  bunu ispatlayan filmler yapmaya devam etmesi ümidiyle.


Filmin Fragmanı

La sconosciuta / Esrarengiz Kadın 2006



Kızım olmadan asla



Giuseppe Tornatore, çağının kültür sanat eğilime ayak uydurmayı başarabilmiş bir yönetmen. Dönemin gerektirdiklerini harfiyen uyguladığını veya konformist olduğunu söylemiyorum. Filmlerine baktığımızda politik 80'ler, dönem destanlarına dümen kıran 90'lar ve kentli-global kriz karakterleri içeren 2000'ler görürüz. Bu aynı zamanda genel eğilimlerle örtüşür. Mesele şudur ki Tornatore bu dönemlere yön verebilmiş yönetmenlerden biridir. Vitrindedir, takip ettiklerini özgün bir şekilde devam ettirir, takdir görür. Esrarengiz Kadın, önceki Tornatore filmlerinden Şüpheli ile yapısal benzerlikler taşıyor. Bu benzerliği açıklayacağım fakat kurgusu ve sosyal mesajıyla gerçek bir 2000'ler klasiği olan Esrarengiz Kadın'a bakalım öncelikle.


Ukrayna'da hayat kadını olarak çalışan Irena (Kseniya Rappoport), doğumdan sonra kendisinden alınan kızının (Clara Dossena) peşine düşer. Kızını sahiplenen ailenin temizlikçisi olan Irena, onu geri alabilmek için her şeyi göze alır. Ukrayda'da kendisini seks kölesi olarak çalıştıran Muffa (Michele Placido) da bu sırada Irena'nın peşine düşer. Irena hem Muffa'dan hem de kızını sahiplenen aileden kurtularak kızına kavuşmaya çalışacaktır.


İzlemeyenler için konudan bahsetmem gerekiyor. Bu yüzden genellikle ikinci paragrafta anlatıyorum. Film, gizem dolu başlıyor ve Irena'nın neyin peşinde olduğunu uzun müddet anlamıyoruz. İlginç olan şu ki filmin sonunda da kızın kendisine ait olup olmadığını bilmiyoruz. Güçlü bir tahminle onun kızı olduğunu hissediyoruz, zira büyüdükçe ona benziyor. Film bu anlamda bir bulmacayı tamamlama üzerinden değil de hayat kadını olup yaşamı elinden alınan bir kadının dramı üzerinden okunduğunda anlamlı oluyor. Şüpheli ile bağlantısı işte tam bu noktada başlıyor. Biz Şüpheli'de suçluyu değil çözülmeyi izledik, birtakım şüphelerimiz vardı ama suçluluğa emin olamadık. Bu bakımdan izleyiciyi filmin finalinden sonrasına da dahil eden başka bir Giuseppe Tornatore filmi olarak görüyorum Esrarengiz Kadın'ı.


Filmin Fragmanı

1 Ocak 2018 Pazartesi

Una pura formalità / Şüpheli 1994


Çözülmenin filmi




Giuseppe Tornatore'nin sinemasında ona ait algı zincirini bozan ilk film Şüpheli'dir. Onun dönem filmlerine, çocukluğa ve ilk gençlik travmalarına sonraki filmleriyle tekrar döneceğiz. Şüpheli', Tornatore sinemasında açılmış bir gedik gibi yorumlanmasın, gelin biz buna farklı bir deneyim yaşama isteği ya da ara başlık diyelim. Büyük yönetmen Roman Polanski'yle Fransa sinemasının en önemli aktörlerinden biri olan Gerard Depardieu'yü bir araya getiren film İtalya-Fransa ortak yapımı ve tamamiyle fransızca. 


Karanlık bir ormanda bir şeylerden kaçarken yakalanan ünlü roman yazarı Onoff (Gerard Depardieu), Yüzbaşı (Nicola Di Pinto) ve ekibi tarafından yakalanır. Müfettiş (Roman Polanski) tarafından sorgulandıkça bir cinayet şüphelisi olduğu anlaşılır. Açık vermemek için direnen Onoff, açlığın ve uykusuzluğun yarattığı etkiyle Müfettiş'in stratejisine teslim olur. 


Şüpheli gibi büyük oranda tek mekanda geçen filmler genellikle psikolojik dramalar oluyor. Bu noktada filmi yükselten ya da çekilmez kılan unsur oyunculuk ve görüntü yönetimidir. Görüntü yönetiminde Avrupa filmlerinin alt eşiği bile oldukça yüksektir, onu bir tarafa bırakalım. Roman Polanski kendi filmlerinde de önemli roller almıştır. Kiracı filminde, en usta oyunculardan daha usta oyunculuk sergilemiştir. Gerard Depardieu zaten aşılmaz bir abide gibidir Fransa sineması için. İkilinin uyumu filmi diri tutuyor, asla temposu düşmeyen bir film oluşu bu yüzdendir Şüpheli'nin.


Roman Polanski aynı yıl (1994) Ölüm ve Bakire adlı bir film çekti. İki filmin birbirine olan benzerliğine şaşıracaksınız. Çözülme, kabullenme ve seyirciyi ikilemde bırakan oyunculuk. Şüpheli'yi izlerken masumiyetin ne olduğunu ya da nerede durup hangi karakterin tarafında yer almamız gerektiğini şaşırıyoruz. Ölüm ve Bakire daha somut ve politik bir taraf barındırırken Şüpheli, karakterini izleyicisinden daha uzakta tutarak mesafesini belli ediyor. İlginç bir buluşma ilginç bir benzerlik. Bu filme şans verin. 


Filmin Fragmanı

20 Aralık 2017 Çarşamba

Ne le dis a personne / Kimseye söyleme 2006


Fransız işi Amerikan



Bu aralar etrafımdaki herkeste bir odaklanma sorunu, bir dikkat dağınıklığı, mutsuzluk hakim. Hâl böyle olunca önerdiğim diziler ve filmler konusunda bu günlerde eşiği yükseltmeye başladım. Telefonu kurcalarken de izlenebilecek, ama çöp kategorisine de girmeyecek filmler hakkında düşünüyordum. Finalde keyif alınacak, zaman kaybı hissi yaratmayacak ve hatta film izlemiş olmanın saadetini de sunacak olan filmimiz Kimseye Söyleme'ye hoşgeldiniz. Yazdığım gibi uzun dillendirilmese de aynı taleple hepimiz sıkça karşılaşıyoruz. Guillaume Canet'nin yönettiği film Amerikalı yazar Harlan Coben'in ''Tell No One'' isimli romanından uyarlama. Açıkçası filmden evvel bu bilgiye sahip değildim, sonrasında buram buram seksenler ve doksanlar Amerika sineması kokan bu filmin yine bir Amerikan işi olduğunu öğrenmek şaşırtmadı. 


Mutlu Alexandre (François Cluzet) ve Margot (Marie-Josee Croze) çifti şehirden uzak bir tabiat parkında yüzerken Margot kaçırılır ve bir cinayete kurban gider. Aradan geçen sekiz yıl boyunca eşini unutamayan Alexandre günün birinde ilginç bir mail alır. Gelen videoyu izlediğinde eşinin aslında ölmemiş olduğunu düşünür ve onunla buluşmayı dener. Alexandre bu sırada başka bir cinayet nedeniyle aranmaya başlar ama ne pahasına olursa olsun eşini tekrar göreceğine inanmaktadır.


Filmin Amerika esintisine vurgu yaptım yapmasına ama Fransız dokunuşu sayesinde hikaye daha esnek ve deyim yerindeyse sansürsüz olarak perdeye yansıyor. Amerika sinema dünyasının sanıldığı kadar esnek ve geniş bir bakış açıları olduğundan şüpheliyim, ama daha mutaassıp oldukları konusunda şüphem yok. Fransızların çok sevdiği François Cluzet tek kişilik gösteriye dönüşen filmi yine muhteşem biçimde sırtlıyor. Sanat sinemasından uzakta, gişede büyük başarı yakalamış olan 2011 yapımı Can Dostum filminde olduğu gibi bu film de fena bir izlenme sayısına ulaşmamış zamanında. 

Filmin Fragmanı

19 Aralık 2017 Salı

La Isla Minima / Bataklık 2014


İklim değişir, Akdeniz olur



La İsla Minima / Bataklık  2014

Daha önce El Cuerpo ile ilgili yazımın girişi mahiyetinde İspanya Sineması ve korku-gerilim-polisiye türlerinin başarılı birlikteliğine değinmiştim. Bataklık bu anlamda türler arası iç içe geçişin son yıllardaki başarılı örneklerinden biri. Tür okumalarıyla birlikte çeşitliliği daha anlaşılır hale gelen yeni dönem İspanya filmlerine bakarken, seçtikleri konular ve yakın tarihle hesaplaşma üzerine bolca eser vermeleri bakımından, Güney Kore sineması üzerinden de benzerlikler kuruyorum. La Isla Minima (Bataklık), İspanya'yı yaklaşık kırk yıl boyuna yönetmiş olan General Franco döneminin hemen sonrasını kendisine dönem olarak seçmiş. Diktatörlük dönemleri sonrası bataklık kuruduğunda ortaya çıkan şeylerin pek de iç açıcı olmadığını görüyoruz. 1980'lerin hemen başındaki yeniden demokrasiye geçiş yıllarında esrarengiz cinayetlerin peşine düşen iki polis memurunun kahverengi tonlu kostüm tasarımından tutun, görüntü yönetimine ve senaryosundaki zekice ayrıntılara kadar her anlamda son dönem İspanya  filmlerinin en iyi birkaç örneğinden birini izlemeye hazır olun.

La İsla Minima / Bataklık  2014

1980 İspanya'sı. Güney İspanya'da cinayete kurban giden iki kızın ardından Juan (Javier Gutierrez) ve Pedro (Raul Arevalo) adlı iki komiser bölgeye gönderilir. Pedro, Franco döneminde de etkili görevlerde bulunmuş deneyimli ve devletin karanlık işlerinde kullandığı bir polis, Juan ise görevinde yeni, idealist ve daha kuralcıdır. İkisi de, genç kızların katilini ya da katillerini ararken kendilerini tuhaf bir dünyanın ve geçmişten gelen zincirleme suçların içinde bulacaktır. Bir yandan birbirlerine alışmayı ve birlikte çalışmayı öğrenen ikili, diğer yandan ise yeni cinayetleri önlemeye çalışacaktır. 


Franco'lu yıllar ve sonraki demokrasiye geçiş dönemi  arasındaki fark, karakterlerin olaylara yaklaşım tarzları ve geçmişlerinden getirdikleri farklılıklar üzerinden temsil ediliyor. Filmin özgün fikri burada zaten. La Isla Minima bir karakter draması. Bataklıkta gerçekleşen cinayetler, faşizm yılları sırasında iyiden iyiye yerleşmiş derebeylik kültürü, kabullenilmiş yerel otoriteler, içselleştirilmiş çaresizlik ve daha fazlası, kirli yılların tortusunu yeterince iyi anlatıyor. Başarılı bir politik gerilim filmi, başarılı metaforlar kullanıp dramatik yapıyı da bu kadar diri tutabilir mi derseniz, Bataklık'ı bir kez daha övmeye başlar, saatlerce övebilirim. Genç görüntü yönetmeni Alex Catalan, dönemin görsel kodlarını ve atmosferini yakalayıp olağanüstü bir iş çıkarmış. Özellikle Franco döneminin kötü polisi rolündeki Javier Gutierrez, ve elbette Raul Arevalo çok güçlü oyuncular. True Detective ve Mindhunter gibi dizileri takip eden izleyici için de cazibesi olan, politik gerilim tansiyonunu izleyicisiyle paylaşıp, üzerine düşündürebilen bir film Bataklık.


Filmin Fragmanı

13 Aralık 2017 Çarşamba

Contratiempo / Gizli Tanık. 2016


Self servis adalet




 Oriol Paulo'nun görkemli başlangıcı aynı minvalde devam ediyor. Contratiempo, günümüz izleyicisi için oldukça önemli bir kritere cevap veriyor: Imdb puanı. Önceki filmi El Cuerpo için söylediğim sürpriz beklentisi ve şoke edici final durumu bu filmde de mevcut. Yeni bir senaryo yaratmak, yeni filmler izlemek ve bekleyip demlenmek için aradan geçen dört koca yılın ardından gelen Contratiempo ile Oriol Paulo'yu yeniden izledikten sonra onu İspanya'daki öncüllerinden biraz daha farklı bir yerde konumlandırıyorum. Filmlerindeki gerilim janrı ve mutlak intikam teması çok tanıdık. Özellikle anlatım biçimindeki epik ısrar bizi Güney Kore Sineması'na götürüyor. Oriol Pablo'nun daha önce filmlerine değindiğim Chan-wook Park'tan ve Güney Kore Sineması'ndan yoğun olarak etkilendiği ortada. 


Filmin konusunu bu kez ayrıntılarıyla anlatmak istemiyorum. Zira özellikle bu filmde konuya nasıl değinilse o ölçüde açık verileceğini düşünüyorum. Şöyle bir özet geçilebilir. Başarılı, evli bir genç iş adamı (Mario Casas) ile evli fotoğrafçı sevgilisi (Barbara Lennie) arasındaki yasak aşk ve filmin başında meydana gelen trafik kazası ile film başlamış oluyor. Bir trafik cinayetinin ardından nehre atılan cesedin izini süren anne baba (Ana Wagener, Jose Coronado), oğullarının intikamını almaya çalışıyor. 


Biçimsel olarak epik anlatımı seçiyor demiş olsam da bir diğer temas etmem gereken noktayı es geçmek istemem. Yönetmen, iş dünyasındaki başarıyı, yükselme hırsını, arkasında bıraktıklarını umursamamayı hatta herkesi ezip geçebilmeyi önemli bir anlatım aracı olarak kullanıyor. Bu anlamda burjuva ahlakını sorgulayan politik bir okuma yapılabilir. Akademik bir yazıdan kaçındığım için buna  girmiyorum, fakat bu türden bir bakış açısını oldukça önemsediğimi söylemeliyim. Bu kez sürpriz son, önceki film olan El Cuerpo'ya göre daha sağlam bir temele oturmuş ve bu kez oyunculuk biraz daha önemsenmiş. Filmin ana karakteri olan Mario Casas ile karşılıklı sahnelerinde Ana Wagener'in oldukça başarılı olduğunu söylemem gerekiyor. 


Filmin Fragmanı

12 Aralık 2017 Salı

El Cuerpo / Ceset 2012

İyi bir başlangıç



Bu yazıda bahsedeceğim filmle ilgili gözüme çarpan yorumlar genellikle İspanya sineması ve gerilim janrı (türü) çelişkisi üzerineydi. İspanya Sinemasında korku ve gerilim türüne ait böyle bir filmin şaşırtıcılığı üzerine rastladığım yorumları şaşkınlıkla okudum. Bu yorumlar 2000'ler İspanyol sinemasını biraz görmezden geliyor açıkçası. Zira bu tür filmlerin Avrupa şubesi -özellikle 2000'lerde- İspanya'ydı. Burada bir tutarlılık vurgusu yaparak başlamış oluyorum böylece. İlgilenenler özellikle Alejandro Amenabar, J.A Bayona, Guillem Morales gibi yönetmenlerin filmlerini izleyebilir. 


Oriol Paulo İspanya sineması'nın yeni bir temsilcisi. Halihazırda iki filmiyle yönetmenlik karakterine iyi bir başlangıç yapmış durumda. Daha önce senaryolarıyla çeşitli filmlere katkıda bulunmuş 1975 doğumlu bu genç yönetmeni son zamanlarda birkaç film tutkunu arkadaşımın yoğun ısrarlarıyla keşfetmiş bulunmaktayım. Filmlerin sunuluş şekli bazen beni o filme karşı izlemeden önyargı sahibi yapıyor. Sürpriz son, ters köşe, tahmin edilemez final gibi takdim biçimlerine aldırış etmeden izlediğim El Cuerpo'nun konuşu şöyle:


Oldukça varlıklı bir kadın patron olan Mayka (Belen Rueda) ani ölümünün ardından kaldırıldığı morgda kaybolur. Kendisinden oldukça genç olan eşi Alex'e (Hugo Silva) bu durum bildirilir ve kendisi ifadeye çağırılır. Alex bu olayın basit bir kayıp vakası olduğuna inanmaz ve eşinin yaşadığına emin olur. Büyük mirastan pay almanın ve yasak aşkı Carla'yla (Aura Garrido) birlikte olmanın planlarını yapmış olan Alex, bir an önce bu garip olaydan sıyrılmak istemektedir. Alex finalde büyük bir intikamın kurbanı olduğunu anlar. 


Bahsedilen sürprizli final, kabul etmeliyim ki, bu arayışta olan izleyiciyi oldukça memnun edecek cinsten. Filmin gerilimden dramaya evrilmesi bile bu 10 dakikalık final sayesinde oluyor. Birkaç yıl içerisinde Hollywood bu filmin bir yeniden çevrimini yaparsa şaşırmamak lazım. Filmin bütün iddiası senaryoda, tempoda ve sürprizinde. Ancak finaldeki intikam fikri seyirciyle ciddi bir bağ yakalayamayıp sönük kalmış. Güzel bir seyirlik ama ötesini aramamak lazım. Yönetmenin ilk uzun metraj filmi olması oldukça önemli bu noktada. Birtakım önemli eksiklikleri gidermiş ve senaryoda olgunlaşmış bir Oriol Paulo uzun vadede Dünya sineması için bir kazanç olacaktır. 


Filmin Fragmanı

7 Temmuz 2016 Perşembe

Night Moves / Gece Kımıltıları (1975)


Başımda bir tuhaflık


Night Moves / Gece Kımıltıları  (1975)

Gece Kımıltıları adıyla çevrilmiş ve televizyonlarda bu isimle oynamış bir filmden bahsedeceğim. Ben, kımıltılı isim yerine müsadenizle kendilerine orijinal isimleriyle hitap etmek istiyorum. Bereketli ve efsanevi 70'lerden gelen Night Moves, Arthur Penn sinemasının tansiyonu en sağlam ve belki de en sanatsal filmi. 1973'te çekilen filmin neden ancak 1975'te vizyona girme şansı yakalayabildiğini son paragrafta anlatacağım. Ancak önce, 70'li yıllar Amerika sineması söz konusu olduğunda çıtayı belirleyen ve ikinci kuşak kara filmlerin öncülerinden biri olan Night Moves' un konusuna göz atalım.

Night Moves / Gece Kımıltıları  (1975)

Harry Moseby (Gene Hackman), özel hayatında sorunları olan, eşi tarafından aldatıldığını öğrenen bir özel dedektiftir. Tüm bu çalkantılara rağmen sakin kalmayı başaran Moseby, kendisini işine verir. Bir sinema yıldızının ortadan kaybolan kızını bulmak için yeni bir araştırmaya başlayan dedektif Moseby, olayın üzerine gittikçe kendisini tehlike çemberinin tam ortasında bulur. 

Night Moves / Gece Kımıltıları  (1975)

Arthur Penn, otorite tarafından köşeye sıkıştırılmış insanların dünyasını anlattı, biz izledik. Night Moves'ta ise suçluların dünyasından bir kahraman yerine suçun izini süren bir dedektifle karşımızda. Özneyi değiştiriyor, bu kez kaçanı değil de kovalayanı köşeye sıkıştırıyor. Tür sineması klişelerini nasıl değiştirebileceği üzerine sürekli kafa yorduğunu, daha önce The Missouri Breaks yazımda anlatmıştım. Girişte bahsettiğim gibi film aslında 1973 yılında vizyona hazır hale getirilmiş, fakat o sırada henüz 16 yaşında olan Melanie Griffith'in karakteri için yazılan çıplak sahneler, vizyonun ertelenmesine sebep olmuş. Melanie Griffith'in 1975 yılında 18 yaşına girmesiyle birlikte bu sahneler çekilip, film vizyona girmiş. Yine 1976 yılında vizyona girmiş olan Taxi Driver filmi de Jodie Foster yerine, birçok sahnede aynı zamanda figüranı olan, ablasını kullanarak kuralların kıyısından dolaşmıştır. 70'ler Amerikan sineması her anlamda tuhaf çekim hikayeleri barındırıyor. Gene Hackman'ın harikalar yarattığı Night Moves aynı zamanda büyük film eleştirmeni Roger Ebert'in Great Movies listesinde yer almaktadır. 


                                                        Filmin Fragmanı

20 Mayıs 2016 Cuma

Spider / Örümcek 2002


Deliliğin izinde



David Cronenberg sinemasının kendine has yöntemlerinden biri, zihnin içinde kapılar açması. Hayallerin gerçekle keskin biçimde ayrılmaması kimi zaman seyri zorlaştırıyor olsa da yönetmenin anlatı dünyasının zenginliğinin de bir göstergesi oluveriyor.  Kafa karıştırıp, filmin sonunda bizleri o malum gerçekle baş başa bırakan sürprizli sonların adamı değil o. Ancak bunu her filmi için söylemem de mümkün değil. Bazen beklenti öyle bir yükseliyor ve izleyici olarak filmden öyle bir alt metin bekliyorsunuz ki, olmazsa yıkım.


Köstebek için konu yazmak oldukça yersiz olacaktır. Zira filmin kendisiyle çelişme üzerine kurulmuş olması bunu zorlaştırıyor. Şöyle söylesem yeterli olur gibi: Yıllarca rehabilitasyon merkezlerinde kalmış bir adamın, evine dönüşü ve kafasında ördüğü olaylar örgüsüyle yüzleşmesi hakkına bir film.  Cronenberg bu tür ruhsal temas filmleri için ingiliz oyuncularla çalışan bir yönetmen. Ralph Fiennes’ın ne kadar önemli bir aktör olduğu göz önüne alınırsa Cronenberg’e hak vermemek zor. Ayrıca filmin baş karaktere verdiği paye ingiliz oyuncular için daha anlaşılır. Hamlet’in önemli karakteri Horatio benzeri bir performanstan söz ediyoruz.



Filmin adı, bir adamın çocukluğundan itibaren kafasının içinde ördüğü ağı düğüm düğüm çözmesinden geliyor. Bunun mümkün olup olmadığını seyirci olarak sadece yorumlayabiliyoruz. Yazının heyecanı kaçmasın diye başta belirtmediğim ama ilk paragrafta geri dönmemizi sağlayacak vurgumu yaparak bitirmek istiyorum. Film oldukça karmaşık ve daha da önemlisi Cronenberg’in kimliğiyle pek de örtüşmeyen filmlerinden biri. Çok sakin bir kafayla, filmi satır satır okuyarak ve belki de Patrick McGrath’ın romanını okuduktan sonra izlenirse bir şeyler yerli yerine oturabilir.

Filmin Fragmanı

30 Nisan 2016 Cumartesi

The Dead Zone / Ölüm Bölgesi 1983




Seni görmem imkansız, rüyalarım olmasa



Son birkaç filmiyle Cronenberg için telepatinin kıdemli yönetmeni diyecekken o bir sürpriz yaparak olaya dokunma fantezisini de eklemiş görünüyor. The Dead Zone temas ve titreme dolu bir film. Oldukça iyi bir film olup dilden dile gezebilecek potansiyelini yine cömert dokunuşlarla kendine saklayan bir film. Finalini ve hikayesini aceleye getirmiş olsa da siyasiler üzerinden verdiği mesajla kimilerini fethetme potansiyelini hala barındırıyor diyelim. 


İzleyip beğenenlerden biliyordum The Dead Zone’u. Övenler övmeye doyamıyordu. Aslında filmin başlangıcı, olayı işleyişindeki doğallığı ve ritmi için yine mükemmel diyebilirim ama Cronenberg’in bir basamak yukarıya çıkamamasının sebebi olarak gördüğüm bir geçiştirme mevzusu var ki ona değinmeden geçemeyeceğim. Büyük trajediler karşısında kimsenin gerektiği kadar şaşırmaması beni epey şaşırtıyor, üstüne büyük mucizeler karşısında epey cool bir grup kasabalı görmek indirici darbe oluyor sayın okurlar. Mekan gerçekliği epey beğendiğim bir yönetmenin durum gerçekliği sağlayamaması büyük bir hüsran.


Geçirdiği trafik kazası sonucu ağır bir komaya giren Johnny Smith (Christopher Walken) beş yıl sonra büyük bir yetenekle uyanır. Bu sırada eşi Sarah (Brooke Adams) da bir başkasıyla evlenmiştir. Johnny, büyük yeteneğiyle dokunduğu herkesin kaderini görebilmekte ve daha da önemlisi olumsuz gelişmeler konusunda uyarılarda bulunup bu durumun değişmesini sağlayabilmektedir. Bir cinayeti aydınlatıp, çocukları olası bir ölümden kurtardıktan sonra hedef değişir. Başkanlığa aday olan bir senatörün (Martin Sheen) kirli oyununu gören Johnny bu yolda her şeyini feda edecektir.



Shephen King uyarlaması olan film bir tarafından kasaba kültürü, bürokrasi ve gizemle benzemiş olacak elbette. Senaryo ve akıcılık konusunda buradan bakınca bir problem yok. Gel gör ki Cronenberg’in oyuncu kadrosunu yönetme biçimi beni bir türlü tatmin edemiyor. Birçok alan üzerinde derin bir bilgisi olan yönetmen, her seferinde ayrıntıları bir şekilde ıskalamasıyla beni hayrete düşürüyor.  Mükemmel bir Christopher Walken ve kısa bir rolde harikalar yaratan Martin Sheen de olmasa güzel bir film üçüncü mevkiye yollanabilirdi. Önceki filmlerde yan oyuncu kadrosunun istenilen performansı sunamadığını belirtmiştik, Martin Sheen tercihi bu bakımdan da son derece önemli. 


Filmin Fragmanı