Daha öfkeli, daha tehlikeli
Arthur Penn sinemasında, alışık olduğumuz dramatik hikaye başlangıcı şablonları çoğu zaman kendilerine yer bulamazlar. Bu yüzden, bir müddet Rus romanı okur gibi bocalayıp, bir noktada filmle ilk temasımızı kurar ve bir daha da kaybetmeyiz. The Missouri Breaks, bu tanımlamayı en fazla hak eden Arthur Penn filmi olabilir belki de. Olayların klasik bir western anlatısına bağlı olmadan aktığı, türün fabrika ayarlarıyla oynanan bir Vahşi Batı filmi bizi bekler. Sık sık Arthur Penn’in tür sinemasıyla derdi olduğundan bahsediyorum. Bunu aslında yönetmenin Bonnie and Clyde filmini yazarken anlatmıştım, yine kısaca değineyim. Arthur Penn, klasik kara film, melodram ve özellikle western türlerine sıkışıp kalmış ve çaresizce kurtarıcı bekleyen Amerika sineması için önemli bir sanatçı. Türleri iç içe kullanıp, onların başka bir form ve hikaye yapısıyla da kurgulanabileceğini göstermek gibi büyük bir misyonu hayatı boyunca savunmuş bir yönetmen. The Missouri Breaks filminin benim açımdan, ve elbette sinema tarihi açısından, önemi ise bambaşka. Sinema tarihinde hayranı olduğum en büyük aktörlerden biri olan, belki de başı çeken, Marlon Brando ve onun has talebelerinden Jack Nicholson başrolde.
Basit soygun işlerinden ve at hırsızlığından sonra bir araziye yerleşen Tom Logan (Jack Nicholson) kasaba için büyük bir tehlike haline gelmiştir. Kasabanın ileri gelenleri Tom Logan'ı durdurabilecek bir çare ararlar. Bu iş için en az onun kadar kural tanımaz ve fazlasıyla acımasız Lee Clayton (Marlon Brando) bulunur. Tom Logan’ın kanun tanımazlığına aynı umursamazlıkla cevap veren Lee Clayton’ın yöntemleri, ikili arasındaki çekişmeyi büyük bir hayatta kalma savaşına ve bitmeyen bir düelloya dönüştürür.
Western türü, sinemada Amerikan milliyetçiliği bahsinde mutlaka kendisine yer bulan bir anlatı biçimi. Mutlak iyiler ve mutlak kötüler, aynı zamanda devletin ve otoritenin yanında olanları ve olmayanları niteler. John Ford gibi, bu arada büyük bir sinemacıdır, devletçi yönetmenlerin ördüğü bir biçimsel duvar var. Sergio Leone'nin yıktığı bu duvara, Arthur Penn de bir tekme atıyor ve anti-western olarak tanımlanabilecek film için Marlon Brando'dan da destek alıyor. Filmde ne Tom Logan ne de Lee Clayton saf bir iyilik taşıyor.
Tam galip geldiğini sandığımız anda tüm karakterler mağlubiyeti tadıyor. İnsan
ve mekan arasında klasik bir western filminden daha sağlam bir bağ kuruluyor ve
mesele yüzeysellikten kurtuluyor böylece. Açıkçası Jack Nicholson favori oyuncularımdan biri değildir, bana biraz fazla ''yüksek'' gelir. Ancak bu filmde tek kelimeyle
muhteşem. Marlon Brando ise yine muhteşemin bir basamak ötesinde. Brando, Annemin öğrettiği şarkılar kitabında bu filmde Arthur Penn'in kendisine tanıdığı özgürlük alanından ve filmde oynamaktan aldığı hazdan bahseder. Meraklısına duyurulur.