Cinepopularica: Aksiyon
Aksiyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aksiyon etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ocak 2018 Salı

Looper / Tetikçiler 2012


Beni bana kırdırdın zaman



Rian Johnson şu sıralar vizyonda olan Star Wars'un sekizinci bölümünü çekerek önemli sükse yapmış durumda. Henüz çok fazla film çekmemiş bir yönetmene kolay kolay bu seriyi emanet etmezler. Seçecekleri yönetmen hem sağlam bir aksiyon yazarı, hem de oturmuş bir hayal gücünü devam ettirebilecek kadar güçlü bir rejiye sahip olmalıydı. Tüm bunların yanında henüz Star Wars markasının önüne geçebilecek şöhrete erişmemiş olması da gerekiyordu. Tetikçiler'i izledikten sonra aranılan yönetmenin Rian Johnson'dan başkası olmadığını anlarsınız. 


Zaman yolculuğunun mümkün olduğu 2044 yılında bu yolculuk en çok suç dünyasının işine yaramaktaydı. Joe (Joseph Gordon-Lewitt), geçmişten kendisine gönderilenleri ortadan kaldıran bir tetikçiydi. Yakın arkadaşı Seth (Paul Dano) gibi o da bir gün kendisiyle yüzleşti, vurması için önüne gelen adam kendisinin yaşlı haliydi (Bruce Willis). Geçmişi düzeltmek ve suç dünyasının geçmişini temizlemek isteyen Yaşlı Joe öncelikle Cid'i (Pierce Gagnon) ortadan kaldırmalıydı. Joe hem Cid'i hem de annesi Sara'yı (Emily Blunt) kendi yaşlılığından korumak zorundaydı. 


Hem konu hem de kadro anlamında yönetmenin altından kalktığı önemli bir referans film. İki film çekmiş bir yönetmenin Otuz milyon dolar ve bir grup yıldız oyuncuyla böyle bir film çekmiş olması, geleceğinin parlak olacağı anlamına gelir. Kaldı ki öyle olmuş. Filmin konusu epey karmaşık görüldüğü gibi. Felsefi tabanı iddialı. Aksiyon ve fikir anlamında doyurucu olduğunu söylemek mümkün. Bir fikre inanıp inanmamak sorun değil, fakat en tuhaf fikir bile kendi evrenini yaratıp o evrende kendisini inandırıcı kılabilmeli. Tetikçiler bunu başarabilmiş bir film. 



Filmin Fragmanı


26 Kasım 2016 Cumartesi

Busanhaeng / Busan Treni 2016


Kan emici çoğunluk bir avuç mutluluğa karşı


Kore Sinemasının sevdiğim yönlerinden biri de türler arası geçişi sağlamadaki başarısı. 2000’li yılların başından itibaren birbiri ardına başarılı filmler vermesi bir yana artık sinemayı domine ediyor diyebiliriz neredeyse. Bu yorum için abartı diyenler olacaktır muhakkak, lütfen son zamanlarda sevdiklerinize önerdiğiniz filmlere bir daha göz atın, bunu yeterli bir argüman olarak saymayanlar için film festivallerindeki ilgiyi de ekleyebiliriz.. Yukarıdaki yorumu Busan Treni’ne ithaf eder miyim? Kısmen. Zombi filmlerini dramayla iç içe geçirmiş birkaç başarılı yapım sayabilirim. Busan treni de bu az sayıdaki filmim 2016 model temsilcisi olarak övgüyü hak eder.


Ülkemizde bu tarz filmler yapılamıyor, yapılan cinli, büyülü filmlerin kalitesi de ortada. Koreliler özellikle Zombi filmlerini, kıyamet senaryolu filmleri, yaratık filmlerini başka bir biçimde sevip, gişede kolluyor. Filmin gişesinin Kore’de 11 milyon civarı olduğunu söyleyeyim bu arada. Zombi olgusuyla aksiyon ve gerilim yaratmak zaten işin doğasında var. Dramatik bir meseleye zombiler yoluyla odaklanmak ise başlı başına büyük bir iş. İşin benim açımdan dikkat çekici olan yanı ise başka. Kore sinemasında bu türden zombi ve yaratık filmlerinde birkaç defadır sınıf çatışması ve sınıfsal kaypaklık vurgusuna rastlıyorum ve açıkçası bu türe özel bir ilgi duymuyor olsam da bu durumun beni mutlu ettiğini söylemeliyim. George A. Romero gibi önemli bir ustanın filmlerine
özlem duyanlar için de şifa niyetine.


Özel bir şirketin biyokimya departmanında yaşanan kar hırsı garip bir salgının yayılmasına sebep olur. Şirketin müdürlerinden Seok Woo (Yoo Gong), kızı Soo-an’a (Soo-an Kim) zaman ayıramadığını düşünerek onu Busan’daki annesinin yanına götürmeye karar verir.  Trene bindikleri andan itibaren garip şeyler olmaya başlamıştır. Bir süre sonra vagonlarda dehşet dolu anlar başlayacak ve zombiler treni ele geçirecektir. Artık tek amaç Busan’a sağ salim varabilmektir.


Bahsettiğim gibi zombi hikayeleri bana pek hitap etmiyor, ama ne yalan söyleyeyim; filmi oldukça sürükleyici buldum. Beğenme sebebimi de ayrıntılı olarak anlatabildiğimi düşünüyorum. Zombiye dönüşen, birbirine benzeyen bir yığın tasviri, kurtarıcı mesih tadında bir karakter ve beyaz yakalı kaypaklığı. Bunlar bir aksiyon filmi için son derece yeterli. Aksiyon filmi izlerken mantık hatalarının peşine düşenlerden değilseniz sizi, güzel iki satin beklediğini söylemeliyim. Yönetmen Sang-ho Yeon’un manga ve çizgi hikayelerden oluşan sinema geçmişi, filmin estetiğini oldukça etkiliyor. Son zamanlarda kaliteli bir aksiyon film arayanlara tavsiyemdir. İyi seyirler.

Filmin Fragmanı



7 Temmuz 2016 Perşembe

Target 1985


Bana bir masal anlat baba


Arthur Penn dosyasını Target’la bitiriyorum. Bu filmden sonra bir iki deneme ve birkaç televizyon filmiyle  birlikte kariyerini bitirmiş ve 2012 yılında da hayata gözlerini yummuştu bu büyük usta. Target, aslında kendi açısından da yıldız bir isimle gerçekleştirdiği son filmi. Ara ara, neden çok önemli bir yönetmen olduğuna dair atıflarda bulundum, tekrarlamakta fayda yok. Neredeyse tüm büyük Amerikalı yönetmenler bir vazgeçilmez oyuncuya sahip, Arthur Penn finalini de en çok çalıştığı oyuncu olan Gene Hackman’la yapıyorum.


Target, günümüz seyircisi için pek fazla anlam ifade etmiyor. Bu blogun takipçileri şunu bilir ki filmleri dönemleriyle ele alıp, eleştirimin köşelerini törpülemeyi bu ustalara bir borç bilirim. 1985 sonbaharında İstanbul’un bir sinema salonunda izlediğimi düşünerek izlediğimde, Target’ın o dönem hem aksiyon hem de konu bakımında pek az rakibi olduğunu düşünüyorum. Ayrıca derinden derinden ilerleyenbabalar ve oğlullar meselesi filmin temel meselesi. Filmin, bir ara James Bond filmlerine göz kırptığını söylersem abartmış olmam hatta, ama;  işte bu amayı son paragrafta açıklayacağım.


Walter Lloyd (Gene Hackman), Dallas’ta eşiyle (Gayle Hunnicutt) birlikte huzurlu bir aile yaşantısı sürdürmektedir. Eşinin bir iş gezisi için Paris’e gideceği gün, ergenlik sonrası evden ayrılan asi oğlulları Chris (Matt Dillon) de onlara katılır. İki gece sonra çalan bir telefonla birlikte eşi Donna’nın kaçırıldığını öğrenen Walter, oğluyla birlikte Paris’e gider. Büyük bir kumpasın ortasında kalan Walter’ın, CIA bağlantılı geçmişine ait sayfalar açığa çıkar.



Aksiyon, oyunculuk ve hikaye tam anlamıyla yerli yerinde. Oldukça kolay anlaşılan ve hazmedilen bir Arthur Penn filmi Target. Tüm bunlar filmin işlerliği açısından muhteşem noktalar olmasına rağmen Arthur Penn’in son derece piyasa bir isle kariyerine nokta koymasına kendisi açısından üzüldüm. Açıkçası bu türün de bir yerine çomak sokmasını bekledim. Yeni palazlanan bu tür sinemaya ayar çekmesini bekledim, ama nafile. Target son derece sürükleyici ve güzel bir film, fakat iyi bir Arthur Penn filmi değil. İyi seyirler.


Filmin Fragmanı