Cinepopularica: Suç
Suç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Suç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ocak 2021 Pazartesi

Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer / Gece Avcısı: Bir Seri Katili Yakalamak (2021)

4 dakika okuma süresi

Night Stalker: 

Amerikan popülizminin öz evlâdı



Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer / Gece Avcısı: Bir Seri Katili Yakalamak (2021)

Bir gösteri toplumu öznesi olarak Amerika Birleşik Devletleri'ne baktığımızda Night Stalker (Gece Avcısı) yani Richard Ramirez adlı seri katilin rol model aldığı, ona esin kaynağı olan ilk popüler seri katil figürü Charles Manson'dır. Toplumda kargaşa yaratmak gibi çılgınca tasarıları olduğunu biliyoruz. Aralarında yönetmen Roman Polanski'nin karısının da olduğu insanları öldürerek Amerika'nın en ünlü seri katili olmuştu. Onu takip eden Ted Bundy'nin lakabı Bebek Yüzlü Katil'di. Gizli bir övgü de barındıran bu lakap ve 80'lerin görkemli şöhret budalalığı birçok seri katil yarattı. Amerika'nın 70'li ve 80'li yıllarda yaşadığı pop çağının da etkisiyle halkta büyük etkiler uyandıran bu canilerin öncüleri de var elbette. 1800'lerin sonlarında seri cinayetler işleyen İngiltere'deki meşhur Karındeşen Jack'le dönemdaş olan Dr. Holmes gibi, Otoban Katili William Bonin gibi, Zodiac gibi öncüller 70'lerin 80'lerin debdebeli hayatıyla çoktan unutulmuştu. Night Stalker yani Richard Ramirez adlı katilin esin kaynağı, kendisinden kısa süre önce yakalanan Hillside Strangler (Yamaç Canavarı) olmuştu. Belgeselin hikayesi tam da burada başlıyor. Seri katiller söz konusu olduğunda Amerika'nın en iyi dedektifi olan Frank Salerno, müthiş bir kurguyu takip ederek Yamaç Canavarlarını yakalamayı başarır ve bir anda ülkenin en meşhur dedektifi halini alır. Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer adlı belgeseli başarılı kılan nokta tam da burada gizli. Aynı anda hem seri katilleri hem de onları yakalamaya çalışan dedektifleri medyanın ilgi odağı haline getiren bu tuhaf düzen başrolde. 

Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer / Gece Avcısı: Bir Seri Katili Yakalamak (2021)

The Ripper / Yorkshire Canavarı belgeseli hakkındaki yazıyı daha önce paylaşmıştım. Kendisi Karındeşen Jack'e atıfta bulunan ve emniyet birimlerinin tuhaf beceriksizlikleri nedeniyle rahatça cinayetler işlemiş biriydi. Ondan 10 sene sonra Los Angeles'ta peyda olan Richard Ramirez 1984 haziranından 1985 martına kadar en az onun kadar rahat bir biçimde; daha korkunç, daha sadist ve en önemlisi daha amaçsız cinayetler işliyordu. İsterseniz hikayeyi Netflix'in anlattığı düzleme çekeyim. Hikayenin anlatım biçimi, öncelikle kim kimdir? şemasını sağlama alma üzerine kurulu. Hikayeyi kurgusal düzleme çeken ve The Ripper'dan farklılaşan bir taraf bu. Gil Carrillo adlı Meksika kökenli yani hispanik bir Amerikalı çömezin Frank Salerno adlı efsanevi bir dedektifle ortak olma süreci oldukça etkileyici bir drama çatısı kuruyor. İzleyici True Detective, Mindhunter gibi dizilerden aşina olduğu iki farklı karakterle karşı karşıya ve bu metot daima iş yapar. Hatta polisiyenin içinde ne kadar ekip işi varsa hemen hepsinde iki uzak karakter yaratılır ve biz bir yandan da onların arasındaki gerilimli hikayeyi izleriz. Böylece sahneler arasındaki tansiyon rahatça ayarlanır, izleyiciyi oyalayacak çok daha fazla karta sahip olurlar. Belgeselin gerilimli atmosferinden sıyrılıp dedektiflerin aile yaşantısına göz atmak, belgeselin toplumsal katmanlar yaratmasını da kolaylaştırır.

Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer / Gece Avcısı: Bir Seri Katili Yakalamak (2021)

Politik atmosfer bakımından The Ripper tek kelimeyle muhteşemdi. İngiliz belgeciliği, arka plandaki tarihsel göndermeler ve kadın aktivizmi her şeyin ötesindeydi. Night Stalker'da daha önemli olan ise kurgusallık ve biraz da destansılık açıkçası. Acımasız katilin peşindeki iki dedektifin hikayesini ve katili yakalamak üzere ortaya koydukları isteği görüyor olsak da buradaki katil de bir homeless'ın öngörüsü sayesinde enseleniyor. Katilin kullandığı araba ellerinde ama yolsuzluklarıyla meşhur Los Angeles Polis Departmanı olaya taş koyuyor. Gece Avcısı Ramirez yoğun takip altında dişçi randevusuna gidiyor ama elini kolunu sallaya sallaya tedavisini olup çıkıyor. Yani o büyük dedektif aklı neden kendi yöntemlerini geliştiremiyor sorusu insanın içini kemiriyor. Bu soru The Ripper'da kadın hareketi bağlamında cevaplanabiliyordu. Sadece kadınların, özellikle hayat kadınlarının öldürülüyor olması devletin pek umrunda değildi. Oradaki gevşeklik anlaşılabiliyordu. Fakat burada kahramanlaştırılan dedektiflerin pek vasıfları yok gibi. En azından polisle kurdukları doğrudan temasta polise sürekli güvenmeye devam etmeleri hakkında belgeselde bir özeleştiriye rastlayamadım. Düşünsenize tüm gazetelerin manşetindeki bir adam otobüs terminalinden koşarak kaçıyor ve gittiği mahaledeki halk tarafından paket ediliyor. Sürükleyici bir dedektiflik hikayesinin finalinde on puanı yine halk ve tesadüfler alıveriyor yani. 

Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer / Gece Avcısı: Bir Seri Katili Yakalamak (2021)

Kendisini şeytanın müridi olarak gören Richard Ramirez'in yakalanışı dördüncü ve son bölümde anlatılıyor. Mükemmel anlatılmış olaylara vakıf olduğumuz için içimize su serpiliyor ve kurgusal bir filmde olduğu gibi rahatlıyoruz. Zira özellikle ikinci ve üçüncü bölümlerde sağlanan atmosfer tüyler ürpertici. Cinayet anları bire bir temsil edilmiyor, sadece birkaç fotoğraf ve tanıklıklar yoluyla anlıyoruz, ama yine de ürpertici. Hatta üçüncü bölümde olayların zirveye ulamasıyla birlikte kullanılan sesler, uzaktan gelen şangırtılı ses efektleri çok kurnazca kulanılmış. Bu uzak kayıt sesler yardımıyla kulaklığı çıkarmanızı, kalkıp camları ve kapıları kontrol etmenizi sağlıyorlar. 1985 yılında bu kadar kolay bir biçimde camları kapıları kırıp hırsızlık, tecavüz, çocuk istismarı yapabilen birinin motivasyonu finalde şeytanın emirlerine bağlanıyor. Böyle bir karakterin bile hayran kitlesi oluşuyor. Belgeselde söylenmese de Richard Ramirez 23 yıllık idam sırasını beklerken bir evlilik yapıyor, büyük hayran kitlesinin içinden ona en hayran olan kadınla evleniyor ve -bundan çok sonra- idam edilemeden kanser sebebiyle ölüyor. Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer diğer suç belgesellerinin ötesine geçip insanı ürpertme görevini başarıyla yerine getiren bir yapım. Cam bariyerin ardındaki Hannibal Lecter'ın yarattığı endişenin bir benzerini yaşattığı muhakkak. The Ripper'daki toplumsal arka plan burada es geçilmiş ya da tercih edilmemiş, bu yüzden Night Stalker için rafine bir suç gerilim belgeseli diyebiliriz. Sadizmin en tarifsiz sembollerinden birine odaklanan gerçek bir Amerikan suç kültürü belgeseli.

Belgeselin fragmanı

24 Aralık 2020 Perşembe

Unagi / Yılan Balığı 1997

2 dakika okuma süresi


Cinnet ve ötesi


Unagi / Yılan Balığı  1997

Unagi belki de Imamura'nın en bilinen filmi. 90'lı yılların en iyi filmlerinden biri olduğuna ise şüphe yok. 1997 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'yi Abbas Kiarostami'nin Kirazın Tadı filmiyle paylaşan Unagi, aynı zamanda Imamura sinemasının ruh halini anlama kılavuzu gibidir. Shohei Imamura, kendi halkının duygularına ve gerçeğine o denli hakim bir yönetmen ki, yıllar yılı naifliğine methiyeler düzdüğümüz Japon insanının cinnetini kusursuz bir gerçeklikle anlatıp, o tarafı bizimle buluşturdu. Samuray filmlerindeki şiddet unsuru bir çeşit western tiyatralliği barındırdığı için daha çok hakiki ve modern Japon insanının şiddet ve gurur eğiliminden bahsediyorum elbette. Neden Imamura' nın özeti gibi diyorum, çünkü cinnet, intikam, gurur ve bekleyiş tüm filmlerinin mütemmim cüzüydü zaten. Yılan Balığı'nın farklı ve ayrıksı tarafları da var. Vurucu bir film olarak şok edici bir başlangıç yapmasına rağmen bu şoku karakterinin normali haline getiriyor. Bu normallik filmin sonuna kadar sürüyor. Karakterimiz cinnet halinde ya da inzivâdayken aynı oranda insan kalıyor. Bu değişimsizlik, bizim kafa yormadığımız bir gerçekliği işaret ediyor. Karakterin yolculuğu formülüne itibar etmeyen ama ona farklı kapılar açan bir yaklaşımdır bu. Imamura, rahatsız edici gururun sükûneti nasıl olursa, işte bunun dersini veriyor Unagi'de. 

Unagi / Yılan Balığı  1997

Balık avından döndüğünde karısını başka bir adamla kendi yatağında gören Takuro (Koji Yakusho), büyük bir cinnet sonrası gözünü bile kırpmadan acımasız bir cinayet işler. Olay sonrası sakin bir biçimde  polis karakoluna teslim olan Takuro, yıllar süren hapis yıllarından sonra tahliye edilir. Hapishane'de kendisine arkadaş olarak yılan balığı besleyen Takuro, uzak bir kasabada berberlik yapmaya başlar ve Bayan Keiko'yla (Mitsuko Baisho) tanışır. 

Unagi / Yılan Balığı  1997

Imamura filmlerinde mutlaka hayvan imgesine rastlarız, özellikle de balıklara. Hayvanlarla insanları davranış bakımından ayrı değerlendirmez, insanı daha iyi anlatabilmek için bir anlatım yolu olarak kullanır onları. Takuro, filmde yıllar süren hapishane ve geçmiş deneyimine bir yılan balığı sayesinde katlanıyor. Bu unsuru Alcatraz Kuşçusu'ndan da hatırlarız. Hapishane filmlerindeki avluda güvercin (Özgürlük özlemi) imgesinin zıttı olarak (balığı) bir mekana sıkışmanın temsili olarak görebiliriz. Ancak Yılan balığının karakteristik özelliği intikamcılığı ve mücadeleciğidir. Eğer zıpkını sallayıp da vuramazsan o balık artık senin düşmanın olur ve mutlaka saldırır derler, kaçtığındaysa hayal edemeyeceğin kadar uzaklaşır. Tıpkı ana karakter Takuro gibi. Takuro yeniden sevmeye, yeniden alışmaya çalışarak takıntılı olduğu yılan balığından ayrışmaya çalışsa da aslında her yönden ona benzemektedir. Nihayetinde Unagi büyük ve özel bir film. Japon sinemasında en sevdiğim filmlerden olmasının yanı sıra, 2000'li yılların Güney Kore sinemasına da kılavuzluk eden filmlerden biri olduğunu düşünüyorum. Shohei Imamura'nın diğer filmleri için lütfen linki tıklayın.

Filmin Fragmanı                                                                           

    Filmin Müziği


  

22 Aralık 2020 Salı

Slow West / Sakin Batı (2015)

2 dakika okuma süresi


Gel gör beni aşk neyledi



Slow West / Sakin Batı Michael Fassbender (2015)

İngiliz yönetmen John Maclean'in ilk uzun metraj filmi olan Slow West, Arthur Penn sinemasında anti-western olgusunu incelediğim günlerde gözüme çarpan, o sırada listeme eklediğim bir filmdi. Imdb puanına aldanıp izlemekten imtina etseydim çok şey kaçırmış olurdum. Türler arasında dolaşan, saplantılı biçimde bağlı olduğu türün klişeleri arasında bocalamayan filmler başımız gömüzün üstüne, sayıları çok az. Bu sefer ortaya çıkan filmde bu geçişkenlikten daha fazlası var. Bir doğu-batı hattından da bahsedebilir, o dünyanın algısıyla yorumlayabiliriz en azından. Vahşi Batı ve karizmatik erkek dünyası mitinin tam ortasına Reha Erdem'in Kosmos karakterinin düşmesi gibi düşünebiliriz. Batı ile doğu arasında tuhaf bir birliktelik gözeten oldukça başarılı bir yapımdan söz ediyoruz. Kullanılan kavramlar ve dönemin tüm dünyayı eşitleyen barbar, ilkel yapısı da buna katkı sunuyor pek tabii. Doğulu bir söylemle Batı dünyasının western türünü, dönemin aşk peşinde koşan bir derviş oğlanıyla harmanlayan Slow West, 1870 yılının tekinsiz Amerikan bozkırlarını huzurlarımıza getiriyor. Elbette western kılığına bürünmüş imkansız bir aşk öyküsü olarak.

Slow West / Sakin Batı Michael Fassbender (2015)

İskoçya'dan Amerika'nın ıssız topraklarına, karşılıksız aşkı Rose Ross'u (Caren Pistorius) bulmak için gelen on altı yaşındaki Jay Cavendish (Kodi Smit-McPhee), Kızılderililerle beyazlar arasındaki ufak çaplı bir çatışmadan kurtulur. Kendisini kurtarıp, koruyan yol arkadaşı Silas Selleck'le (Michael Fassbender) yol almaya devam eden Jay, ıssız kasabaların birindeki ilanda, sevdiği kadın Rose ve onun babasının arananlar listesinde olduğunu görür. Ödül avcılarından önce sevdiğini bulup onu kurtarmak için yol alan Jay, türlü olaylar yaşayıp, geçmişinde Rose'la yaşadıklarını düşünecektir. 

Slow West / Sakin Batı Michael Fassbender (2015)

Ken Loach, Yorgos Lantimos, Noah Baumbach gibi farklı türlerde filmler çeken önemli yönetmenlerle çalışan genç görüntü yönetmeni Robbie Ryan nefis bir işçiliğe imza atmış. Hem yakın merceklerle 1940'lar ve 50'ler sinemasının alan derinliğine göndermeler yapması hem de Avrupa sanat sinemasını anıştıran bir doku sunması oldukça mühim. Filmin içeriğindeki arayış kavramı, deli derviş gibi aşkının peşine düşme metaforu, özellikle final sekansında muhteşem bir noktaya bağlanıyor. Çeşitli Orta Doğulu, Asyalı ve Latin Amerika'lı yönetmenlerden bilindiği gibi, batılı hikayeler bazen farklı ülkelerden gelen yönetmenler tarafından çekilebiliyor. Bu talebin sebebi, kültürel anlamda ortaya bir farklılık koymak, tıkanıklığı gidermek, türün dokusuna lezzet katmak ve duyguların hacmini genişletmektir. Slow West'in sonunda bir anket oluşturulup, bana bu filmin hikayesini kimin yazdığını sorsalardı kesinlikle uzun süre batı ülkelerinde yaşamış bir doğulu yazarın işi olduğuna bahse girer ve sonunda yanılırdım. Kör aşkın, bu denli dervişâne tarifine rastlamak pek kolay olmuyor. 

Filmin fragmanı

19 Aralık 2020 Cumartesi

The Ripper / Yorkshire Canavarı (2020)

4 dakika okuma süresi


İmparatorluğun öz evlâdı



The Ripper / Yorkshire Canavarı  (2020)

Birleşik Krallık, toprakları Kanada'dan Hindistan'a oradan Avustralya'ya kadar uzanan bugünün İngiltere'si, 19. yüzyılda en görkemli dönemini yaşıyordu. 64 yıllık saltanatıyla, Avrupa tarihine adını veren Kraliçe Viktorya dönemi, sanatından siyasetine, kolonyalizminden köleciliğine tüm derinliğiyle incelenmesi gereken bir imparatorluk çağıydı. Bu gösterişli dönem elbette tartışmasız bir sosyal çatışmayı da beraberinde getirmişti. Büyük bir çalkantı, ümitsizlik ve yoksulluk dalgası söz konusuydu. 1888 yılında ortaya çıkan Karındeşen Jack isimli efsanevi seri katil işte bu şartların ürünüydü. Londra'nın yoksul semtlerinde hayat kadınlarını hedef seçti ve bilinen beş kadını korkunç şekilde öldürdü. Alamet-i farikası olarak kullandığı edebi mektuplara ve çeşitli spekülasyonlara rağmen bu korkunç katilin kimliği günümüzde bile tahmin konusu olmaktan öteye gidemiyor. Tarihte uzun bir sıçrama yapalım. 1975 yılında İngiltere'nin kuzeyinde bulunan Yorkshire bölgesinde birbiri ardına işlenen cinayetlerde tuhaf ayrıntılar göze çarpmıştı. Katil, kurbanlarını hayat kadınları arasından seçmiş, ateşli silahlar kullanmamıştı. Polise ulaşan bir mektupta Karındeşen Jack'e atıfta bulunan katil, hayat kadını olmayan genç kadınları da öldürmeye başlayınca tüm bölgeyi korku kapladı.

The Ripper / Yorkshire Canavarı  (2020)

Hikaye genel olarak böyle ilerliyor. Beni cezbeden, kısa bir değiniyle de olsa vurgulanan tarihsel seri katil figürü değil de günümüzden baktığımızda iyice sersemletici bir hal alan tutuculuk, acemilik ve kolluk kuvvetlerinin basiretsizliği oldu. Dört bölümlük muhteşem belgeselde dillere destan ingiliz belgeciliğinin iyi bir örneğini görüyoruz. 1975'ten bu yana özenle saklanmış fotoğraflar, videolar, tutanaklar ve belgeler övgüyü gerçekten hak ediyor. Bir diğer başarılı nokta ise sonradan gözüme çarpan ve bence belgeselin temel fikrini mükemmelen işaret eden adaletsizlik vurgusu. Arşivde bu kadar başarılı olan İngilizlerin polisiye bir vakada nal toplaması, emniyetin üst kademelerinde birbiriyle aynı bakış açısına sahip onlarca adamın aynı stratejiyle yıllarca tepe mevkileri işgal etmesi ve cinayetler konusunda aptalca hatalar yapılması, kadınların canına mâl olmuş. Üçüncü bölümden sonra burayı daha fazla dert edinerek izliyoruz. 1979-1990 arası ülkeyi yöneten kadın Başbakan Margaret Thatcher bile olayın bu kısmına kafa yormayıp, kendisini erkek dünyasında erkekleşen bir kadın figürüne dönüştürürken, bu vak'anın ucundan tutan bir kadın yetkilinin bile olmaması tuhaf bir durum. 

The Ripper / Yorkshire Canavarı  (2020)

Aptalca olarak nitelediğim hatalar, dönemin teknolojik yetersizliğiyle geçiştirilemeyecek düzeyde. Bir trafik polisinin görevini ''normal'' gayretle yapması sayesinde tesadüfen yakalanan katil Peter Sutcliffe, polisin evlere yaptığı şüpheli ziyaretlerinde defalarca polisle yüz yüze görüşmüş, daha önceki yıllarda aynı katilin saldırılarından yaralı olarak kurtulmuş kadınların beyanatları ciddiye alınmamış, hatta kadınlarla alay eden polis, onları evlerine geri göndermiş. Bir diğer önemli husus da güncelliğini tüm hızıyla korumakta aslında. ''O kadının o saatte orada ne işi varmış'' cümlesini ''Ateş olmayan yerden duman çıkmaz'' atasözüyle harmanlayan ülkemizde bu durum çok daha iyi anlaşılacaktır. Belgeselde, sokağa çıkmaktan vazgeçmeyen kadınlar konuşuyor. Erkeklerin koruması altında sokağa çıkmayı reddeden, bunu fırsata çeviren sinsi bir muhafazakârlığı sezen kadınlar için ayrı bir vurgu var. Otoritenin sanki bu cinayetleri bilerek aydınlatmadığını bile düşündüren çok önemli bir belgeselle karşı kaşıyayız. Emniyette ve her yerde kadın erkek eşitliğinin sadece sembolik bir temsil olmadığını, gerçekçi bir zorunluluk olduğunu görüyoruz. The Ripper, kan dondurucu cinayet tasvirleri ve insanı yerinden oynatacak ses efektleri olmadan bir seri katil dosyası izletiyor. Dört bölümlük belgesel, asıl korkulması gerekenler konusunda insan aklına bir çengel atıyor. 

Önerilen yazı : Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer

Belgeselin fragmanı

11 Kasım 2020 Çarşamba

Dogman / Köpekçi (2018)

2 dakika okuma süresi


Haysiyet ve kötülük üzerine


Dogman(2018)Matteo Garrone

Matteo Garrone'nin 2008 tarihli Gomorra filmi Cannes'da Altın Palmiye ödülü kazanmış ve o yıl seyircide büyük beklenti uyandırmıştı. İtalyan mafyasını yıllar yılı Amerikalılardan izlemiş seyirci için fazla sert ve fazla gerçekçiydi. Üstelik bu filmdeki İtalyanlar ağızlarını yaya yaya konuşup eğlenmeyi bilmiyordu. Garrone, artistik İtalyan mafyası mitine çomak sokuyordu, ama o zamandan bu zamana kadar kendisini hatırlatacağı bir filmini izleyememiştik. Nihayet 2018 yılında Nuri Bilge Ceylan'ın da Ahlat Ağacı'yla yarıştığı Cannes Film Festivali En İyi Film (Palme d'or) kategorisinde Dogman'le yeniden aramıza döndü. O zaman izleme fırsatı bulamamıştım, ama daha fazla da geciktirmek istemedim. Açık açık ve kitabın ortasından konuşarak söylemem gerekir ki Dogman, karakter yaratımı, metaforları ve hikaye gelişimi açısından son yıllarda izlediğim en başarılı filmlerden biri. 

Dogman (2018)Matteo Garrone

Köpek bakım dükkanı sahibi Marcello (Marcello Fonte), hayatını kızı Alida'ya (Alida Baldari Calabria) ve baktığı köpeklere adamıştır. Eşinden ayrıldığı için nadiren görüştüğü kızına yeterli zaman ayıramadığından her görüştüklerinde doyasıya eğlenirler. Marcello'nun sıradan ve mutlu hayatı, çocukluk arkadaşı Simoncino'nun (Edoardo Pesce) hapisten çıkmasıyla değişir. Simoncino, başını herkesle belaya sokan, uyuşturucu bağımlısı, şiddete eğilimli bir canavardır. Saf ve iyilik timsali Marcello, önceleri ufak işlere alet olurken Simoncino'nun istekleri artmaya başlar. Yan dükkanındaki soygun yüzünden Simoncino yerine hapse giren Marcello, hapisten çıktığında zedelenen gururunu umursamayan Simoncino yüzünden dostluğu ve iyiliği sorgular. Simoncino artık Marcello'nun can düşmanıdır. 

Dogman (2018)

Marcello karakterine hayat veren Marcello Fonte Cannes Film Festivali'nde bu rolüyle En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Film hakkındaki övgülerimin birkaç katını rahatlıkla bu usta oyuncuya armağan edebilirim. Sahneleri defalarca geri alıp ''Ama bir oyuncu nasıl bu kadar doğal oynanabilir ki'' diye düşünmekten bazen filme odaklanamadığımı itiraf etmeliyim. Duygu sınırlarını zorlayan bu oyunculuk performansı sayesinde hikayenin amacına ulaşamaması imkansızdı zaten. Marcello'nun dönüşümü film icabı keskin ve köşeli gerçekleşmiyor. Çünkü filmin başından sonuna kadar sorguladığı, daha doğrusu merkeze aldığı konu belli. Özümüzdeki iyilik cevheri ve kötülük tohumunun iç içeliği ve onu tetikleyen haysiyet meselesi. İnsan başına gelen iyi ya da kötü olayların sertliğiyle değişime uğrar mı yoksa uğramaz mı? Kötülerin istekleri yerine getirildiğinde onların özleri değişime uğrar mı? Film son derece hırçın bir köpekle açılıyor, Marcello'nun ondan yine de umudu var, ve isteklerini karşıladığında sakinleştiğini görüyor Marcello, Simoncino'yu da ehlileştirebileceğini düşünüyor. Ondan da umudur var, deniyor. Peki başarabiliyor mu? Amores Perros'ta da olduğu gibi köpek, insan ve benzeşen kaderler bahsinde malzeme kullanımı olağanüstü. İnsanın kökten değişmeyeceği, fakat ruhunda bazı çatlaklar oluşturup o çatlakları derinleştirebileceği üzerine bir şaheser izleyeceksiniz.


Filmin fragmanı

10 Kasım 2020 Salı

25th Hour / 25. Saat 2002



Keşkelerle bir gece


25th Hour / 25. Saat  2002

Tüm dünyada 90'lı yılların ortasından 2010'lu yılların başına kadar film kalitesinde ve sayısında önemli bir artış oldu. Günümüzde gönül rahatlığıyla referans verebileceğimiz, önerebileceğimiz filmlerin birçoğu o yıllardan kalma. Oldukça kısır olan Türk sinemasında bile durum böyle açıkçası. Birçok ülkenin milenyum atağında olduğu yıllarda Amerika Sineması elbette başı çekiyordu. Hem de milenyumu 90'lardan başlatarak epik ve vurucu filmler sunarak. Bahsettiğim yılların önemli yönetmeni Spike Lee, Clockers'tan sonra yeni bir roman uyarlamasıyla karşımızda. Daha sonra Game of Thrones dizisinin yaratıcılarından biri olacak David Benioff'un 25th Hour adlı romanından bahsediyorum. 25. Saat, film tavsiyesi listelerinin gediklisi, suç ve hapishane temalı filmlerin gözdesidir. Şimdilerde platformlarda yayımlanan yeni filmler 90'lı ve 2000'li yıllarda bu filmleri taze taze izlemiş sinemaseverlerin dişinin kovuğuna bile yetmiyor, tatmin etmiyor. O sebeple 25. Saat gibi destansı ve başarılı filmlerle hafıza tazelemekten zarar gelmez.

25th Hour / 25. Saat  2002

Uyuşturucudan hatırı sayılır bir para kazanan Monty (Edward Norton), evine baskın yapan polisin, evdeki son parti uyuşturucuyu bulmasıyla yedi yıla mahkum edilir. O sırada evde bulunan sevgilisi Naturelle'yle (Rosario Dawson) mutlu bir gelecek tasarlayan Monty'nin hayatı kararır. Hapishaneye girmeden önceki son 24 saatini arkadaşları Jacob (Philip Seymour Hoffman), Frank (Barry Pepper) ve sevgiliyle geçiren Monty, bu kısa zamanda hem kendisini polise ihbar eden kişiyi öğrenir hem de hayatın ve özgürlüğün aslında ne kadar kıymetli olduğunu anlar. Kendisini hapishaneye teslim edecek olan olan Babasıyla (Brian Cox) çıktığı uzun araba yolculuğunda hayalle gerçek iç içe yaşanırken, Monty'nin tek düşüncesi zorlu geçecek hapishane yıllarıdır.

25th Hour / 25. Saat  2002

Spike Lee'nin ilk dönem filmlerini başkaldıran ve yer yer başına buyruk filmler olarak görüyorum. Oldukça özgün, politik ve yaratıcı bulduğum bir yönetmen. Hollywood içerisinde siyahilerin hakkının yendiğini ve sektörde eşitliğin sağlanması gerektiğini öteden beri sık sık vurgulayıp br yandan da filmler üretmeye devam etmiş biri. Doğu Amerika'nın, New York'un çocuğu. 25. Saat'te başrol ve yan karakterler için siyahi aktörler düşünüp sonrasında Edward Norton'da karar kıldıklarını okumuştum. Hikayenin anlattığı dünya her iki seçim için de uygun. Her ne kadar günümüz iletişim imkanları sayesinde daha küresel bir ağ varmış gibi görünse de o yıllarda izleyicinin talep hakkı daha çok göz önüne alınırdı. Edward Norton, bir Afrika ya da Orta Doğu ülkesinde de alıcısı bulunan revaçta bir oyuncuydu sonuçta. Filmin gerçek ve hayal dozunu, ağır travma ve kayıp yaşayan insanlar daha iyi anlayacaktır. Uykuyla uyanıklık arasında keşkelerle dolu zamanlar tasviri bu anlamda müthiş yaratılıyor. Ancak roman uyarlamalarının başına gelen sarkma ve uzama mevzusu 25.Saat'e de yansımış. Biraz uzadığı bölümler var. Spike Lee'nin hızlı temposu burada farklı ilerlemek zorunda kalıyor haliyle. Philip Seymour Hoffman, Brian Cox ve Edward Norton kusursuz. Hikayenin işlenişi bakımından izlememiş olan herkese gönül rahatlığıyla önerebileceğim sağlam bir film.


Filmin Fragmanı

13 Haziran 2019 Perşembe

Summer of Sam / Sam'in Yazı 1999


Az bilinen 77 modifiyeli şaheser



Sam'in Yazı'nı ikinci defa izlenmesi gereken filmler listeme ekledim. Öylesine ayrıntılarla dolu bir film ki, nasıl ıskanlanıyor anlayabilmiş değilim. Görece uzun olmasına rağmen, yoğunluğuyla ve özellikle ders niteliğinde sahne sıralamasıyla Sam'in Yazı, David Berkovitz adlı bir seri katilin işlediği cinayetlerin perde arkasında 1977 New York'unu anlatıyor. Berkowitz, gerçekten de 1976-77 yıllarında 6 kişiyi öldürmüş, 7 kişiyi de ağır yaralamış bir katil. Bu anlamda Spike Lee, bir önceki filmi, Get on the Bus'ta olduğu gibi gerçek bir olayla kurgusal hikayesini bir kez daha harmanlamış oluyor. 


1970'lerin ortalarında İngiltere'de başlayan punk akımı 1977'de New York'a da ulaşmıştır. Richie (Adrien Brody), herkese tuhaf gelen görüntüsüyle Punk'ı temsil etmektedir. Bir kadın kuaförü olan Vinny (John Leguizamo) ise değişik fanteziler  arayıp bir yandan da sevgilisi Dionna'yı (Mira Sorvino) delicesine kıskanmaktadır. Bu sırada şehre, kendisine Sam'in oğlu (Michael Badalucco) diyen bir seri katil musallat olmuştur. Kimse bu gizemli katili görmemiştir, ama herkesin bu konuda bir fikri vardır. 


Spike Lee'nin filmleriyle bir türlü vedalaşamama gibi kronik bir sorunu var. Bunu görmezden geliyorum diyip, iki saati aşan filmine başladığımda, ilk olarak oyuncuların tamamına yakınının İtalyan olması dikkatimi çekti. Siyah Amerikanın Sözcüsü namıyla bilinen Spike Lee, kişisel hikayesine virgül koymuş olmalıydı, ya da hikaye Martin Scorsese'ye ait olabilirdi. İkincisi değil, ilki için ise gelecek filmlerine bakmamız gerekecek. Sam'in Yazı, yani Spike Lee sinemasının baş tacı edilesi filmi, teknik anlamda muhteşem bir film. Aksama yok, süresi biraz daha kısalabilir miydi? Biraz daha sürseydi diyenler de çıkabilir. Sam'in Yazı, seri katil temalı filmler içerisinde izlediğim en iyi birkaç filmden biridir. Haksızlık etmem istemem, çünkü türünü aşan ölçüde iyi bir tutku ve dönem hikayesidir aynı zamanda. 


Filmin Fragmanı

6 Şubat 2018 Salı

Clockers / Torbacı 1995



Köşe başındakiler

Clockers / Torbacı  1995

Bir değişiklik olsun, Spike Lee filmi hakkında yazarken Harvey Keitel överek başlayayım. Bir vesileyle adını duyduğum her  filmin kalite çıtasını arşa değdirme potansiyeli olan bir oyuncu. Torbacı'da Harvey Keitel oynuyorsa, böyle bir rolü kabul etmişse senaryoda bir ışık görmüştür dedim kendi kendime. Yanıldım mı? Kesinlikle hayır. Yapımcıları arasında Martin Scorsese'nin de bulunduğu filmle birlike Spike Lee derlenip toparlanarak ilerleyişini sürdürüyor. Saf siyahi sinemasını, sinemadaki ayrımcılığı protesto etme biçimini takdir ediyor olsam da bi şekilde sinema tarihinde var olabilmek için filmlerinin daha geniş kitlelere ulaşabilmesini düşünmesi gerektiğini düşünüyordum. Tavrını biraz olsun değiştirerek, biraz olsun senaryonun selametini göz önüne alarak yeni bir sürece başladığı film olarak anabiliriz Torbacı'yı. Tabii beyazlar bu filmde polis rolünde. Oynamaları gayet normal. Ancak yine de Martin Scorsese'nin mental hocalığı Spike Lee'nin sonraki filmlerine de etki eden bir değişimi başlatmıştır. 

Clockers / Torbacı  1995

Strike (Mekhi Phifer), sokaktaki diğer arkadaşları gibi, hayatını uyuşturucu maddeler satarak kazanmaktadır. Şebekenin lideri Rodney'e (Delroy Lindo) bağlı olarak çalışan Strike, önemli bir iş için talimat alır ve Rodney için tehlikeli hale gelen Darryl'i (Steve White) öldürmeye ikna edilir. Strike, Darryl'i öldürmekten vazgeçmiştir ama Darryl bir şekilde başkası tarafından öldürülmüştür. Strike yine de bu cinayetin tek şüphelisidir. Dedektif Rocco (Harvey Keitel) ve yardımısı Larry (John Turturro) bu olayın gizemini çözmeye çalışacaktır. 


Gizem ve mesaj dozu bu sefer kararında verilmiş bir Spike Lee tadımlığı. Sanırım joint için cigaralık yerine böyle bir çeviri yapabiliriz, herhangi bir övgüde bulunduğumuz düşünülmesin, başımıza iş açılmasın sonra. Kendisi, filmlerinin açılışına ''Bir Spike Lee Filmi'' demek yerine ''Bir Spike Lee Cigaralığı'' yazmayı yeğliyor. Bu sefer gerçek bir sarımlık olduğuna şüphe yok. Filmin son yarım saati oldukça şişirme ve belli bir yerden sonra insanın tadını kaçıracak denli uzuyor. Bizim iyi kalpli siyahi polis, bizim masum çocuklar, bizim müthiş adil sokak kanunlarımız edebiyatından sonra Harvey Keitel'li sahneler olayı bir nebze olsun toparlıyor. Sarkan kısımları görmezden geldiğimde anlamlı bir bütünlükten bahsedebilirim. 


Filmin Fragmanı


21 Ocak 2018 Pazar

Fukushû suru wa ware ni ari / İntikam Benim 1979



Sevenlerime en içten intikamlarımla..



Nuberu Bagu yani Japon Yeni Dalga Sineması 1980'li yılların ortalarına kadar sinema çevrelerinde ilgiyle izlendi ve ufuk açıcı bir sinema olarak yerini aldı. Bu akımın önemli temsilcileri de sonrasında kendi yollarını takip ettiler. Shohei Imamura, intikam, kadın, aldatma gibi konulara ilgisini sürdürerek tutarlı bir çizgi izlemeye devam etti. İntikam Benim, özellikle Güney Kore sinemasını derinden etkileyen Japon klasiklerinden biridir. Biçimsel sertlik ve ustalıklı rejinin muhteşem birlikteliğiyle gerçek bir hikayeden esinlenerek çektiği İntikam Benim, uzun süresine rağmen ritmi oldukça iyi ayarlanmış bir film. 


Iwao Enokizu (Ken Ogata), sorunlu bir çocukluk ve sağlıksız bir aile ilişkisinin ardından tüm Japonya polisi tarafından aranan bir seri katile dönüşmüştür.  Karısı (Mitsuko Baisho) ve babası (Rentaro Mikuni) arasında yayılan ilişki söylentileri de Enokizu'yu tedirgin etmektedir. İzini kaybetmek için sürekli yer değiştiren Enokizu, bir randevu evinde zaman geçirmeye başlar. Bir süre ara verdiği cinayetlerine burada da devam edecektir. 


Filmin türü ne olursa olsun filmdeki cinayet sahnelerini övmek hastalıklı bir durumdur, fakat burada gerçekçiliğe atıfta bulunmak lazım. Katilin ruh hali ve hastalıklı yapısı işlediği cinayetlerde kendisini ortaya çıkarması bakımından önemli. Imamura bu konuda oldukça başarılı, ayrıca filmin genelinde kurgu, kesme ve ara planlar konusunda dahice işler başardığını mutlaka belirtmeliyim. Saygın ve naif yanlarıyla nam salmış bir milettin başka taraflarına yer vermeye niyetlenen bir yönetmen olarak anmak yeterli olmaz, Imamura sinema sanatına büyük katkılarda bulunmuş bir dehadır da. İntikam Benim, onun filmlerindeki cinnetin, dizginlenemeyen erkek öfkesinin ve aile iletişimsizliğinin sembol filmlerinden biri. 


Filmin Fragmanı

16 Ocak 2018 Salı

Buta to gunkan / Domuzlar ve Savaş Gemileri 1961


Dört bir yanda domuzlar




 Hiroshi Teshigahara filmlerine bakarken Nuberu Bagu'dan yani Japon Yeni Dalga'sından bahsetmiştim. Devamının hangi yönetmenle olması gerektiğini düşündüğümde Shohei Imamura'da karar kıldım. Kendisi, hem ülkesinde hem de özellikle Avrupa'da oldukça takdir görmüş, beş kez Cannes Film Festivali adayı olup iki kez en iyi film ödülü kazanmış bir sinemacı. İlk dönem Japon sinemacıların iki farklı ekolüne, Yasujiro Ozu ve Yuzo Kawashima'ya asistanlık yaparak başladığı yönetmenlik kariyerine Japon Yeni Dalgası'nın önemli yönetmenlerinden biri olarak devam etti. Imamura, filmleri ve fikirleri hakkında en fazla tartışılan Japon yönetmenlerden biri ve bilmediğimiz, alışık olmadığımız Japonya'yı gösteren büyük bir sinemacı. 


İkinci Dünya Savaşı sonrası Japon toplumunda içselleşmiş bir kaos ve korku hakim olduğunu biliyoruz. Imamura, Domuzlar ve Savaş Gemileri'nde kamerayı yoksulluk döneminin teslimiyetçi Japonya'sına yöneltmiş. Savaşın yıkımının ardından Japonya'ya üzerinde kurulan Amerikan baskısı sokaklarda da hüküm sürüyor ve ahlaki değerleri altüst ediyordu. Uzak Doğu ahlakı ile Amerikan zorbalığı arasındaki zıtlık, Domuzlar ve Savaş Gemileri'nin zeminini oluşturuyor. Imamura, Teshigahara'dan farklı olarak mizahi ve somut bir yöntem izliyor, fakat kamera stüdyo karşıtı ve sokakta olmaya devam ediyor. 


Yokluk yıllarında sokaklarda avarelik peşinde koşan Kinta (Hiroyuki Nagato), Himori'nin (Masao Mishima) çetesine dahil olmaya çalışmaktadır. Çetenin işlettiği genel evde çalışan Haruko'ya (Jitsuko Yoshimura) aşık olan Kinto yine de ona Amerikan askerlerini müşteri olarak getirmektedir. Genel ev polis baskınıyla kapatıldığında çetenin aklına adadaki Amerikan üssüne domuz eti satmak gelir. Domuz işi para getirmeye başladığı sırada başka bir çetenin lideri öldürülür. Himori ve adamları arasında bölünmeler yaşanınca cinayetin suçunu Kinta'ya yüklemeye karar verirler. 


Shohei Imamura, Ozu gibi bir minimalist dehanın ardından Yuzo Kawashima'ya uzun süre asistanlık yaptı. Kawashima o sıralarda baskın eğilim olan Amerikan sinema hegemonyasını kendi ülkesinde temsil ediyordu. Imamura'nın ilk dönem filmlerindeki üslup karmaşası ve Amerikan filmlerinden yoğun esinlenmenin sebebi bu olsa gerek. Her ne kadar Japon Yeni Dalgası desek de Imamura için bu akımın pür temsilciyi diyemeyiz, en azından ilk filmleri için. Domuzlar ve Savaş Gemileri mizahi bir gerçekçilik deneyerek bu akıma yer yer sinyal veriyor, fakat her anlamda değil. Üslup olarak Amerikancı ve fakat bu üslubu Amerikan eleştirine yönelen bir silah olarak kullanamıyor. 


Filmin Fragmanı

14 Ocak 2018 Pazar

Carandiru (2003)


Bir hapishane klasiği



Hector Babenko  oldukça başarılı olan ilk dönem filmlerinin ardından özellikle bu filmle, Carandiru'yla, tanındı. Filmografisine Pixote ile başlamış ve politik sinemanın çok önemli bir örneği olduğunu söylemiştim. Yazıyı okumanızı dilerim. Fernando Meirelles'in Tanrıkent filmine esin kaynağı olan Pixote'nin yönetmeni, kadere bakın ki 2003 yılında çektiği Caranridu'yla, 2002 yılında çekilen Tanrıkent'e öykünen bir film gibi lanse edilmişti. Hektor Babenko'nun sinematografisinin en tanınmış filmi Carandiru, aslında Hector Babenko sinemasının tipik bir örneğidir. 


Carandiru, gerçek bir olaydan esinlenilerek filme aktarılmış. 1992 yılında Sao Paolo kentinin Carandiru adlı meşhur hapishanenesinde çıkan isyan, yaklaşan seçimlerde iktidar partisinin prestij kaybetmemesi için son derece vahşice bastırılmış ve 111 mahkum katledilmiş. Filmin finalindeki isyan ve akabindeki katliam sahnesi, film boyunca hazırlandı. Mahkumların hikayelerini dinledik, Doktor karakteriyle birlikte onların kırılgan yanlarını izledik. Yönetmen bizi mahkumların tarafını tutmaya yakınlaştırdı. Oysa tarafını tutmaya itildiğimiz mahkumların geçmişi oldukça karanlıktı. Bu da tuttuğumuz tarafa karşı bizi yabancılaştırıyordu. Hector Babenko işte bu büyük çelişkiyi çok başarılı bir şekilde kullanıyor filmlerinde. Karakterlerine karşı yakın ve uzak tutma biçimi onu özel kılıyor. 


Filmin dramatik yapısı Pixote'de olduğu gibi çok karakterli tasarlanmış. Orada Pixote tarafından gözlemlenen Dünya burada Doktor karakterine devredilmiş, yine konuyu özet geçmek mümkün değil yani. Carandiru adlı kötü şöhretli hapishaneye atanan bir doktorun, her biri ayrı geçmişe sahip mahkumların hikayesini dinleyip onları tedavi etmeye çalışması konu ediliyor. Finaldeki durumdan zaten bahsettim. Babenko, filmi yine uzun tutmasına rağmen çok karakterli yapı, hikayeler ve isyan bu süreyi hak ediyor. Hatta filmin destansı tavrı bunu gerektiriyor. Destansılığı tavır olarak kullanıyorum, yoksa olayın destanlıkla alakası yok. Gerçekten değerli bir film, izlemeniz dileğiyle.


Filmin Fragmanı


10 Ocak 2018 Çarşamba

Pixote: A Lei do Mais Fraco / Pixote: En Güçsüzün Yaşam Savaşı 1981

Aşksız ve adaletsiz bir dünyada


Pixote, Yılmaz Güney'in duvar filmi söz konusu olduğunda sık sık referans verilen bir filmdir. İki film arasında ciddi bir ruh kardeşliği var ki, bu benzetme haksız değil. Duvar 1983, Pixote 1981 yapımı, ancak aradaki bağın asıl kaynağı yapım yıllarından ziyade büyük yönetmen Glauber Rocha. Brezilya Sineması'nın Latin Sineması içinde çok özel bir damar olmasının asıl sebebi o. Bu politik damar son derece önemli eserler verdi, sınıfsal yaklaştı ve en önemlisi didaktik davranmadı, perdede her şey görünür hale gelmişti. Brezilya'da ve genel olarak 80'ler politik sinemasında en önemli politik yaratılardan biri haklı olarak Pixote oldu. 


Filmin konusu aslına bakarsanız bir grup çocuğun ıslah evleriyle sokak arasında sıkışmış hayatlarına odaklanıyor. Büyük oranda o hayatın gerçek mağdurlarına rol verilmiş, arada oyunu domine eden gerçek oyuncular müthiş bir uyumla gerçeğe adapte olmuş. Hector Babenko- Marilia Pera uyumu Yılmaz Güney, Tuncel Kurtiz uyumunu hatırlatacak bir örnektir mesela. Yaklaşık iki saat süren film yönetmenin ağzından belgesel sunumuyla başlıyor, ıslah evinden çocuk istismarı, yetimlik, garibanlık hikayeleri ardı ardına ve sürekli devam ediyor. Mesele konu anlatmak ve klasik dram metodunu kullanmak olmadığından bir yaşama tanıklık etmeye koyuluyoruz.


Brezilya sinemasının önemli filmlerinden olan 2002 yapımı Tanrıkent'te açık bir Pixote etkisi görürüz. Konu takip etmektense olay takip ederiz. Babenco, politik mesajlar vermeden, yani doğrudan politik amaç gütmeden de ezilen sınıfların anlatılabileceğini iyi bilen bir yönetmendir, bu bakımdan Tanrıkent'e bakanlar Pixote'yi daha çarpıcı bulacaklardır. Filme ismini veren Pixote aynı zamanda bir karakterin adı, her olayın içinde ama iyi bir gözlemci olmakla yetiniyor finale kadar. Yolunun kesiştiği Fahişe Sueli (Marilia Pera) gerçek bir oyuncu ve şimdiye kadar izlediğim en gerçekçi oyunculardan biri. Pixote'yi izlemelisiniz. 


Filmin Fragmanı


9 Ocak 2018 Salı

Looper / Tetikçiler 2012


Beni bana kırdırdın zaman



Rian Johnson şu sıralar vizyonda olan Star Wars'un sekizinci bölümünü çekerek önemli sükse yapmış durumda. Henüz çok fazla film çekmemiş bir yönetmene kolay kolay bu seriyi emanet etmezler. Seçecekleri yönetmen hem sağlam bir aksiyon yazarı, hem de oturmuş bir hayal gücünü devam ettirebilecek kadar güçlü bir rejiye sahip olmalıydı. Tüm bunların yanında henüz Star Wars markasının önüne geçebilecek şöhrete erişmemiş olması da gerekiyordu. Tetikçiler'i izledikten sonra aranılan yönetmenin Rian Johnson'dan başkası olmadığını anlarsınız. 


Zaman yolculuğunun mümkün olduğu 2044 yılında bu yolculuk en çok suç dünyasının işine yaramaktaydı. Joe (Joseph Gordon-Lewitt), geçmişten kendisine gönderilenleri ortadan kaldıran bir tetikçiydi. Yakın arkadaşı Seth (Paul Dano) gibi o da bir gün kendisiyle yüzleşti, vurması için önüne gelen adam kendisinin yaşlı haliydi (Bruce Willis). Geçmişi düzeltmek ve suç dünyasının geçmişini temizlemek isteyen Yaşlı Joe öncelikle Cid'i (Pierce Gagnon) ortadan kaldırmalıydı. Joe hem Cid'i hem de annesi Sara'yı (Emily Blunt) kendi yaşlılığından korumak zorundaydı. 


Hem konu hem de kadro anlamında yönetmenin altından kalktığı önemli bir referans film. İki film çekmiş bir yönetmenin Otuz milyon dolar ve bir grup yıldız oyuncuyla böyle bir film çekmiş olması, geleceğinin parlak olacağı anlamına gelir. Kaldı ki öyle olmuş. Filmin konusu epey karmaşık görüldüğü gibi. Felsefi tabanı iddialı. Aksiyon ve fikir anlamında doyurucu olduğunu söylemek mümkün. Bir fikre inanıp inanmamak sorun değil, fakat en tuhaf fikir bile kendi evrenini yaratıp o evrende kendisini inandırıcı kılabilmeli. Tetikçiler bunu başarabilmiş bir film. 



Filmin Fragmanı


7 Ocak 2018 Pazar

Suna no onna / Kumların Kadını 1964



Alışmak zindandır




Görünmez Tehlike'yi yorumlarken Japonya sinemasında 1950'lerin  başından 1970'lerin sonuna kadar devam eden Nuberu Bagu akımından bahsetmiştim. Akımın, kamerayı sokağa çıkarıp soyut ve varoluşçu çizgiyi kalınlaştırdığını, fakat geleneksel sinemayı da görmezden gelmediğini söylemiştim. Japon Yeni Dalga (Nuberu Bagu) sinemasını tek filmle açıklamam istense şu ana kadar izlediklerim içerisinde Kumların Kadını'nı seçerdim. Hem güçlü bir bağlantısızlık metni hem de varoluşçu edebiyatın sinemada ve Hiroshi Teshigahara filmleri arasındaki zirvelerinden biridir bu film.


Böcek türlerini incelemek için kırsala giden öğretmen Niki Jumpei (Eiji Okada), son otobüsü kaçırdığını fark eder.  Jumpei, köylülerin ısrarıyla bir kum vadisi evinde kalmaya karar verir. Evde yaşayan kadının (Kyoko Kishida) misafirperverliği onu mutlu etse de akşam eve inerken kullandığı ip merdiveni sabah uyandığında göremez. Bir kum vadisinde aylar süren tutsaklıktan sonra kaçış ümitlerini bir bir tüketen Jumpei artık sadece kaçmayı düşünmemektedir.


Kumların Kadını'nı izlemeden önce kitabını okumanızı tavsiye ederim. Şu sıralar yeniden basılmaya başlandı. Önce şu ön kabulümü dillendireyim. Hiçbir film uyarlandığı edebiyat eserini aşamaz bana kalırsa. Hem edebiyatın hem de hayal gücünün baskın geldiği gerçeğine sonsuz inanırım. Kumların Kadını metin olarak zihinde boşluklar bırakıyor, bu tür edebiyata alışkın değilseniz akıcı olmasına rağmen Camus'nün Yabancı'sını, Kafka'nın Dönüşüm'ünü ya da Beckett'in Murphy'sini okurken olduğu gibi boşluk hissi yaratabilir. Filmi anlamsız bulanların temel argümanı da bu vurgusuzluk durumu. Karakterin aylar süren saçma tutsaklığını kabullenmesi anlamsız gelebilir, bu noktada bana anlamlı gelenin bu olduğunu söylemem lazım. 


Kobo Abe'nin romanı ve dolayısıyla Teshigahara'nın eşsiz filmi, kadın tutsaklığı ve öğrenilmiş çaresizlik hakkında beynin derinine işliyor. Amerikan usulü akıcılık arayıp hüsrana gark olacaksanız uzak durun. Görünmez Tehlike ile ilgili yazıda Fransız Yeni Dalga fimlerinin Japon Yeni Dalga sinemasını etkilediğini söylemiştim. Aksi zaten mümkün olamaz, bir entelektüel rüzgar estiğinde Dünyanın her yerinde karşılık bulur. Kumların Kadını ön jeneriği Japonca, İngilizce ve Fransızca'dır. Bilmem Fransız etkisine bu ufak örnek yeterli olacak mı? Teshigahara'ya asıl ününü getiren Kumların Kadını, 1964 yılında Cannes Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü kazanıp 1965 yılında Japonya'nın Oscar adayı olmuştu. Film ayrıca sinemanın ozanı olarak bilinen Andrey Tarkovski'nin on favori filminden biri olarak da dikkat çekmişti.


Filmin Fragmanı


6 Ocak 2018 Cumartesi

Otoshiana / Görünmez Tehlike 1962



Japon Yeni Dalgası'na giriş




Hiroshi Teshigahara, 1950'li yıllarda çektiği uzun ve kısa metrajlı belgesellerin ardından Otoshiana / Görünmez Tehlike ile sinema filmi çekmeye başlıyor. Japonya sinemasında 1950'li yılların sonunda Nuberu Bagu adı verilen bir sinema akımı beliriyor. Japon Yeni Dalgası olarak tanımlanan bu akımın en önemli temsilcilerinden biri, ilk filmlerini de bu akımın belirgin özelliklerini yansıtacak biçimde çeken Hiroshi Teshigahara'dır. Bu büyük yönetmen Japonya edebiyatının en önemli temsilcilerinden bir olan çağdaşı ve arkadaşı Kobo Abe'yle birlikte ilk filmlerini çekti. Varoluşçu temellerle inşa ettiği filmlerle Japon Yeni Dalga akımının en önemli yönetmenlerinden biri olan Teshigahara'ya sonraki filmleriyle de değinmek istiyorum, zira çok önemli bir damarı temsil ediyor. Şimdi İlk filmi Görünmez Tehlike'ye bakalım.


İş bulma ümidiyle oğlunu (Kazuo Miyahara) da yanına alarak her kapıyı çalan Otsuka (Hisashi Igawa) bir maden ocağında iş bulur. Issız yollardan geçerek çalışacağı yere ulaşmaya çalışan Otsuka beyaz eldivenli bir adam (Kunie Takana) tarafından öldürülür. Çocuğunu emanet ettiği şeker dükkanı sahibi kadını (Sumie Sasaki) da öldüren beyaz eldivenli adamın hedefindeki asıl kişi ise Otsuka'ya ikizi kadar benzeyen sendikacı Toyama'dır (Sen Yano).


İkinci Dünya Savaşı sonrasında bizzat stüdyo sistemi içerisinde film çeken yönetmenlerin kamerayı sokağa çıkarmasıyla başlayan sürecin, yani Nuberu Bagu'nun önemli örneklerinden biri olan film (aslında kitap) ölüm sonrası yaşamaya devam eden ruhları metafor olarak kullanıyor. Savaş sonrası Japon toplumunda büyük bir manevi boşluk oluşuyor ve özellikle edebiyat ve sinemada ruhlarındaki yaraları yeniden sarabilecekleri şifayı arıyorlar. Ruhun ölümsüzlüğü Asya kültürlerinin kodlarına işlemiş bir olgudur. Dönemin edebiyat ve sinemasını birleştiren en önemli yapıtlardan bazılarını veren Hiroshi Teshigahara'nın bundan uzak durması düşünülemezdi. Sadece yaşayan ruhlar değil, sendikal hareketler, işsizlik ve bunalım da yönetmenin odağındaki konular.


Filmde sorgulanmayan bir yetim oğul meselesi de var. Ölüleri sadece ölüler görebilirken ölüler herkesi görebiliyor, fakat ufak çocuğu kimse görmüyor. Burada savaş sonrası yetim kalmış binlerce Japon çocuğa ciddi bir vurgu var. Fransız Yeni Dalga filmleri tüm dünyayı etkilediği gibi Japon Yeni Dalga filmlerine de ilham vermiştir muhakkak. En azından böyle bir akımın gerekliliğini dönemin Japon entelektüellerine sorgulatmıştır. Kendilerinden önceki Japon yönetmenlerin özgün bakış açılarıyla birleştirdikleri Nuberu Bagu,  Fransız Yeni Dalgası'na göre daha kavramsal ve derin. Bu yazıda biraz olsun akıma giriş yapmış oldum, sonraki yazılarda filmlere daha fazla odaklanmak için zemin oluşturduğumu düşünüyorum.


Filmin Fragmanı