Cinepopularica: Polisiye
Polisiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Polisiye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mayıs 2021 Cumartesi

Gelincik (2020)

 

Gelincik: Caniler de yanar



gelincik-2020-netflix-orcun-benli-ahmet-mumtaz-taylan-kaan-yildirim-bulent-emrah-parlak-gelincik-film-elestirisi

Orçun Benli'nin altıncı uzun metraj filmi olan Gelincik, pandemi dolayısıyla Netflix'te vizyona giren filmlerden biri. İçinde bulunduğumuz tam kapanma günlerinde Orçun Benli'nin Gelincik filminin arka planındaki hikayeyle tesadüfen aynı günlere denk gelen bir 90'lar hesaplaşmasını YouTube üzerinden izlemekteyiz. Yurt dışındaki Sedat Peker, 90'lı yılların derin devlet sembolü olarak anılan Mehmet Ağar'la hesaplaşırken 90'lara dönüp aslında neler olduğunun muhasebesini tekrar yapmamızı sağladı. Daha doğrusu o yılları bilmeyen, sol geleneğe de hakim olmayan insanların öğrenmesine vesile oldu diyelim. Tüm bu bol şifreli mesajlaşmaların ve omerta dedikleri sessizlik yasasını bozmalarının üzerine Orçun Benli'nin Gelincik filmi tuz biber ekti. Orçun Benli'yle aynı kuşaktanız. Her gün yeni bir suikastın, kundaklamanın, katliamın sistemli biçimde yaşandığı 90'lar, bizim çocukluğumuzu erkenden politik bir oyun bahçesine dönüştürdü. O bakımdan filmin hafızaya yaptığı vurguyu önemli bulduğumu söyleyerek başlamak isterim. Bu anlamda ana karaktere verilen Ayhan adının da suikastçı özel harekâtçı Ayhan Çarkın'dan ödünç alındığına inanıyorum. Filme geçersek, Netflix'in tercih ettiği yerli filmlerde final sürprizini (final twist) ön koşul haline getirip getirmediğini de merak ediyorum. Uluslararası izleyici için yeni dönemde, ana akım bir Türk filmi formu yaratmaya çalışıyorlar sanırım. Geçen ay Kağıttan Hayatlar'ı konuşurken yine bir hafıza-şizofreni ve sürpriz sonlu filmden söz ediyorduk. Azizler keza hafıza üzerineydi. Gelincik filmi bu anlamda iyi bir zeminin üzerine oturdu. Tüm bu olumlu ön izlenimlerin yanında filmle ilgili birtakım olumsuz yorumlarımın da olduğunu şerh düşerek başlamak isterim. 

gelincik-2020-netflix-orcun-benli-ahmet-mumtaz-taylan-kaan-yildirim-bulent-emrah-parlak-gelincik-film-elestirisi

Gelincik, jeneriği dahil, 78 dakikalık süresini oldukça etkin kullanan bir film. Özellikle yerli filmlerin başat sorunu olan ikinci perdedeki sarkma, yani giriş gelişme ve sonuç üzerinden hareket ettiğimizde gelişme bölümünün insanı bezdirmesi, bertaraf edilmiş. Filmin ilk perdesi, yani 15 dakikası, yeni dönem İspanyol polisiyelerinden alışık olduğumuz bir hız barındırıyor. Kurgusu ve özellikle müziğiyle çok farklı bir tür filmi olarak başlıyor. Türe aşina olanlar Oriol Paulo'yu zaten anımsayacaklar. Bir müddet sonra ise olanlar oluyor ve filmin ritmiyle temposunda başka bir tercihe gidiliyor. Yani filmi sanki yönetmenden bağımsız çalışan birkaç kurgucu bağlamış gibi. Halbuki hem kurgu hem de görüntü yönetimi tarafına ciddi övgülerim var. Yerli sinemamız için öne çıkarmak istediğim söylem öncelikle yenilik arayışından kaynaklıdır. Nasipse Adayız için de aynısını söyledim. Yeni ama sarsıntılı bir söz söylemek, garantici bir doğruluktan daha önemli olmaya başladı. Şehirlilerin taşra hikayeleriyle ödüller toplandı. İran ve Sovyet sinemasının mahsulleri alındı, fakat artık çeşitliliğe yer verilmesi şart. Bu bakımdan Gelincik için Orçun Benli'nin çabasını önemli buluyorum. Ancak, filmin aşama aşama farklılaşan bir anlatım biçimi sorunu olduğunu da söylüyorum. Bir diğer mesele ise filmin hikayesi. Finale kadar ara ara karakterin şizofrenisinin ipuçları veriliyor. Finaldeki şaşırtmaca o sebeple cılız kalıyor, ancak hikayenin de başlı başına zayıf ve ilk akla gelen hikayelerden biri olduğu ortada. Karakterin karısı kendi canına kıysın, karakter de kafayı yesin. Biçimdeki övgüm, içerikte kendisini yergiye bırakıyor. Tüm olan bitenin 90'ların bir yanıyla da cümbüşlü tarafını görmezden gelmesi, dış dünyayla ilişki kurmadan soyutlamacı bir atmosfere meyletmesi filmi epey tekrara düşürmüş. 

gelincik-2020-netflix-orcun-benli-ahmet-mumtaz-taylan-kaan-yildirim-bulent-emrah-parlak-gelincik-film-elestirisi

Ahmet Mümtaz Taylan'ın gençliğini Kaan Yıldırım'ın oynaması fikrini biraz tuhaf bulmadım dersem yalan olur. Kaan Yıldırım tercihi, kötülüğün iyi bir surette de görünebileceği tezi üzerine kurulmuş, ama bu da özdeşleşme ve bağ kurma fırsatına ters düşüyor. Temiz bir yüzün kirli işlere bulaşmasını, karakterin acısını, pişmanlığını ve finalde başkalaşmasını izliyoruz. Kirli bir yüze sahip iyi bir aktör sayesinde film kendisini bir nebze kurtarabilirdi. Kaan yıldırım, filmin karanlık tonunu, trajedisini kaldırabilecek bir aktör değil. Filmin hikayesi hakkındaki düşüncem, diyaloglar konusunda da aynı. Özellikle ikinci perdedeki zorunlu durağanlık esnasında karakterlerden, oturmamış tiyatral tiratlar duyuyoruz. Gelincik'in diyalogları benim açımdan büyük bir hüsran oldu. Kaan Yıldırım'ı ne kadar yetersiz bulduysam Ahmet Mümtaz Taylan'ı da o kadar sıkılmış buldum. Rolü ele alırken o karakterin değil de kendisinin bezginliğini izliyor gibiyim son zamanlarda. Nuh Tepesi'ndeki Haluk Bilginer gibi Gelincik'teki Ahmet Mümtaz Taylan da yeteneğini cepten yemeye devam ediyor. Bu arada Ahmet Mümtaz Taylan'ı kesinlikle Haluk Bilginer'le aynı ligde görmüyorum. Ahmet Mümtaz Taylan'ı sadece Uğur Yücel'in Yazı Tura'sında beğenmiştim. Toparlarsam; filmin biçim ve teknik açıdan yenilikçi, içerik ve hikaye anlatıcılığı konusunda bir o kadar yetersiz olduğunu düşünüyorum. Yine de biçimdeki yenilik çabasının çok daha mühim olmaya başladığını eklemek isterim. Hikaye, diyalog, cast çalışması aşılır. Biçimdeki konfor alanını değiştirmek ise epey zaman alır. 

Filmin Müziği



Filmin fragmanı

23 Ocak 2021 Cumartesi

Alef (2020)

5 dakika okuma süresi


Alef: 

Ötekiler ve huzursuz ev sahipleri



Alef (2020) cinepopularica.blogspot.com

Küçük Amerika olarak, seri cinayetleri çözmeye çalışan polisiye karakterler yaratma konusunda nicedir  çok dertli bir ülkeyiz. Dünyadaki epey kaliteli örnekleri son yıllarda artmış durumdayken, bizim bir tek cefakâr Arka Sokaklar'ımız vardı. Görsel olarak Mindhunter, True Detective, The Sinner gibi yabancı örneklerini aratmayan BluTV projesi Alef, arka plandaki hikayesiyle, bu toprakların tarihinde yer etmiş meselesiyle ve görsel gücüyle imdada yetişti. Kısa bir bilgiden zarar gelmez. 16. yüzyıl başındaki Osmanlı'da, devletin resmi inancıyla ters düşen, yani gayrisünni bir inanç öğretisiyle çok sayıda insanı etrafına toplayan İsmail Maşuki adlı bir bayrâmî-melâmî şeyhi yaşar. Aynı dönemde güçlenen Kalenderiler ve Şah İsmail'in Safevi Devleti, halkta ciddi manâda karşılık bulur, taraftar toplar. Osmanlı ise anarşi ve sapkınlık saydığı bu düşünceleri, esasında kendilerine karşı ciddi birer rakip olarak görür. Yani karşı olmalarının sebebi dini değil siyasidir. Çünkü türkmenler, Osmanlı'nın kendilerine karşı maddi ve manevi olarak mesafeli durduklarını bilmektedir, zaten ezilmektedirler. İsmail Maşuki, tenâsüh yani ruh göçü, simgesel kıyafetler, ibadette kadın erkek eşitliği gibi manevi alanları eşeler ve kendisini kutup (Allah'ın özel kıldığı kişi diyelim) ilan eder.  Kanuni döneminde ise yoldaşlarıyla birlikte At Meydanı'nda (Sultanahmet) idam edilir. Ekonomi ve tarih lisansı ve tarih doktorası görmüş olan yönetmen Emin Alper, Cumhuriyet dönemi tarihi konusunda akademisyenlik de yapıyor. Sekiz bölümlük dizide, 1500'lü yılların ilk yarısıyla günümüz arasındaki bağlantılandırma ve gizem dokusu bu sebeple de kusursuza yakın ilerliyor. Elbette dönem külliyatına titizlikle yaklaşan metni Emre Kayış yaratmış, bu noktada senarist olarak daha büyük pay sahibi. 

Alef (2020) cinepopularica.blogspot.com

Girişteki açıklamada verdiğim kısa tarihi bilgiye biraz olsun vâkıf olmak mühim. Çünkü özellikle üçüncü bölümden sonra, dozu sürekli artan bir dönem atmosferini, tasavvufu ve karakterler arasındaki bilgi alışverişini izliyor olacağız. Atmosfer demişken, Emin Alper'in bu anlamda sinemamızın en başarılı yönetmenlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Filmlerine başka açılardan eleştirilerim var, ancak bu kısım övgüye değer. Derli toplu ve zihin açıcı bir mini dizi çekmiş olmasını ve kurduğu dünyayı önemli buluyorum. Sinemacıların dizi ve kısa film alanını, dünyada olduğu gibi, boş bırakmaması gerekiyor. Alef'in ilk bölümü, çok inançlı ve renkli bir şehir olan İstanbul'daki Fota Yortusu'yla açılıyor. İsa'nın vaftiz edildiği günü temsilen denize haç atılıyor, gençler de kendilerini boğazın sularına atıp bu haçı almak için yarışıyor. İslam dışı bir metaforla başlıyor olsak da kurulan polisiye evreninin mistik ve ruhâni bir tarafı olduğunu bu açılışla anlıyoruz. Hikayenin intikam alan gizemli karakteri muhafazakar toplumla çatışan bir yönelime sahip, açılışın bu anlamda İslam dışı bir inançla yapılmış olması bu açıdan anlaşılabilir. 

Alef (2020) cinepopularica.blogspot.com

Alef'in konusu, sürprizi bozmadan anlatılabilecek bir konu değil. Cinsel yöneliminden ötürü ailesi tarafından itilen, ölüme terk edilen bir genç adam, geleneksel yöntemlerle iş çözen bir cinayet masası komiseri, İngiltere'de özel cinayet dosyaları hakkında çalışmış ve ailesini kaybettikten sonra memleketine dönmüş bir polis, Osmanlı'da tarikatlar ve inanç dünyası üzerine çalışan bir tarihçi ve geçmişten bugüne çeşitli inanç gruplarının temsilcileri bir şekilde sürekli iç içe. Ahmet Mümtaz Taylan, dizinin bel kemiği ve belki de inandırıcılığı sağlayan en önemli faktörü. Her ne kadar rolünü cepten yese de bu topraklara ait inandırıcılık vasfı onun karakterinde temsil ediliyor. Kenan İmirzalıoğlu bildiğimiz gibi. Karakterinde büyük bir parçalanma, aksiyon, aşk, cinayet dosyaları mevcut, ama onda o yükü kaldırabilecek aktörlük vasfı olmadığını düşünüyorum. Doğu cinayetlerine batılı yaklaşım izliyoruz. Karakterlerin çalışması bu yönde düşünülmüş. Settar'ın Doğu'yu Kemal'in Batı'yı temsil ettiği hikayede Kemal karakteri bir nebze eksik. Melisa Sözen ise aradaki bağlantıyı sağlayan bir karakterde ve kesinlikle dizinin en iyi oyuncusu. Final eleştirisinden ayrı olarak Müfit Kayacan'ın oynadığı otopsi uzmanı karakterini fazlasıyla lüzumsuz bulduğumu eklemek isterim. Bir Zamanlar Anadolu'da'nın otopsi uzmanından rol çalan gereksiz diyaloglara gerek yoktu. Anlıyorum, polisiyenin ruhu icabı katil kim? merakı yaratılıyor, şüpheli sayısı arttırılıyor, fakat yine de bu merak unsurunun çalışmadığı ortada.

Alef (2020) cinepopularica.blogspot.com

Alef'teki İstanbul tamamiyle bir başrol oyuncusu. Görüntü yönetmeni Ahmet Sesigürgil tarafından ustaca yaratılan atmosfer ve tekinsiz yeşil tonlar bize bambaşka bir şehir izletiyor. Diziyi görsel anlamda, Türkiye'yi aşan, uluslararası düzeyde bir yapım olarak görüyorum. Zikir sahneleri ve polisiyenin inandırıcılığı bağlamında Emin Alper'in katkısıyla birlikte Alef'in özel bir dizi olduğunu düşünüyorum. Çünkü malum amerikan dizilerindeki tüm yapaylıkları her polisiyede ayıla bayıla izleyip biz yaptığımızda komik bulmak gibi yersiz bir hastalığımız var. Osmanlı'da heterodoks İslam'la ilgili okumalar yapmış biri olarak senaryonun titizliğine hayran kaldım. Günümüzdeki katı ebeveynlik ve öteki evlatlık, öteki cinsel yönelim vurgusu bu tarihi ötekileştirmeyi anlatmada mükemmel bir metafor hazırlamış. Peki senaryoda olumsuz bulduğun nokta yok mu derseniz, buna kesinlikle final bölümü diye cevap veririm. Hikaye çok büyük, geri planda beş yüz yıllık bir tarihsel kırılma var, insan dramı başrolde, tüm karakterlerin zaaflarına tanık oluyoruz, fakat finalin gelip bağlandığı nokta son derece cılız. Alef'in arka planı bazen bir fikirden bazen bir topluluk ruhundan, bazen bir karakterin dramından oluşuyor. Bu anlamda müthiş bir geçişkenlik var, malzeme var. Yani dramaturji müthiş işliyor. Finale gelince neden bir anda kötü polisiyelere özgü şaşırtmacayla, hızlıca, konunun düğümlendiğini ve ''alın size hikayenin sonu'' dendiğini anlayamadım. Çekim planları mı değişti, bölüm sayısı maliyet nedeniyle azaltıldı mı ya da hikaye mi daraltıldı bilemiyorum, fakat final yakışmadı.

Dizinin fragmanı

20 Aralık 2017 Çarşamba

Ne le dis a personne / Kimseye söyleme 2006


Fransız işi Amerikan



Bu aralar etrafımdaki herkeste bir odaklanma sorunu, bir dikkat dağınıklığı, mutsuzluk hakim. Hâl böyle olunca önerdiğim diziler ve filmler konusunda bu günlerde eşiği yükseltmeye başladım. Telefonu kurcalarken de izlenebilecek, ama çöp kategorisine de girmeyecek filmler hakkında düşünüyordum. Finalde keyif alınacak, zaman kaybı hissi yaratmayacak ve hatta film izlemiş olmanın saadetini de sunacak olan filmimiz Kimseye Söyleme'ye hoşgeldiniz. Yazdığım gibi uzun dillendirilmese de aynı taleple hepimiz sıkça karşılaşıyoruz. Guillaume Canet'nin yönettiği film Amerikalı yazar Harlan Coben'in ''Tell No One'' isimli romanından uyarlama. Açıkçası filmden evvel bu bilgiye sahip değildim, sonrasında buram buram seksenler ve doksanlar Amerika sineması kokan bu filmin yine bir Amerikan işi olduğunu öğrenmek şaşırtmadı. 


Mutlu Alexandre (François Cluzet) ve Margot (Marie-Josee Croze) çifti şehirden uzak bir tabiat parkında yüzerken Margot kaçırılır ve bir cinayete kurban gider. Aradan geçen sekiz yıl boyunca eşini unutamayan Alexandre günün birinde ilginç bir mail alır. Gelen videoyu izlediğinde eşinin aslında ölmemiş olduğunu düşünür ve onunla buluşmayı dener. Alexandre bu sırada başka bir cinayet nedeniyle aranmaya başlar ama ne pahasına olursa olsun eşini tekrar göreceğine inanmaktadır.


Filmin Amerika esintisine vurgu yaptım yapmasına ama Fransız dokunuşu sayesinde hikaye daha esnek ve deyim yerindeyse sansürsüz olarak perdeye yansıyor. Amerika sinema dünyasının sanıldığı kadar esnek ve geniş bir bakış açıları olduğundan şüpheliyim, ama daha mutaassıp oldukları konusunda şüphem yok. Fransızların çok sevdiği François Cluzet tek kişilik gösteriye dönüşen filmi yine muhteşem biçimde sırtlıyor. Sanat sinemasından uzakta, gişede büyük başarı yakalamış olan 2011 yapımı Can Dostum filminde olduğu gibi bu film de fena bir izlenme sayısına ulaşmamış zamanında. 

Filmin Fragmanı

19 Aralık 2017 Salı

La Isla Minima / Bataklık 2014


İklim değişir, Akdeniz olur



La İsla Minima / Bataklık  2014

Daha önce El Cuerpo ile ilgili yazımın girişi mahiyetinde İspanya Sineması ve korku-gerilim-polisiye türlerinin başarılı birlikteliğine değinmiştim. Bataklık bu anlamda türler arası iç içe geçişin son yıllardaki başarılı örneklerinden biri. Tür okumalarıyla birlikte çeşitliliği daha anlaşılır hale gelen yeni dönem İspanya filmlerine bakarken, seçtikleri konular ve yakın tarihle hesaplaşma üzerine bolca eser vermeleri bakımından, Güney Kore sineması üzerinden de benzerlikler kuruyorum. La Isla Minima (Bataklık), İspanya'yı yaklaşık kırk yıl boyuna yönetmiş olan General Franco döneminin hemen sonrasını kendisine dönem olarak seçmiş. Diktatörlük dönemleri sonrası bataklık kuruduğunda ortaya çıkan şeylerin pek de iç açıcı olmadığını görüyoruz. 1980'lerin hemen başındaki yeniden demokrasiye geçiş yıllarında esrarengiz cinayetlerin peşine düşen iki polis memurunun kahverengi tonlu kostüm tasarımından tutun, görüntü yönetimine ve senaryosundaki zekice ayrıntılara kadar her anlamda son dönem İspanya  filmlerinin en iyi birkaç örneğinden birini izlemeye hazır olun.

La İsla Minima / Bataklık  2014

1980 İspanya'sı. Güney İspanya'da cinayete kurban giden iki kızın ardından Juan (Javier Gutierrez) ve Pedro (Raul Arevalo) adlı iki komiser bölgeye gönderilir. Pedro, Franco döneminde de etkili görevlerde bulunmuş deneyimli ve devletin karanlık işlerinde kullandığı bir polis, Juan ise görevinde yeni, idealist ve daha kuralcıdır. İkisi de, genç kızların katilini ya da katillerini ararken kendilerini tuhaf bir dünyanın ve geçmişten gelen zincirleme suçların içinde bulacaktır. Bir yandan birbirlerine alışmayı ve birlikte çalışmayı öğrenen ikili, diğer yandan ise yeni cinayetleri önlemeye çalışacaktır. 


Franco'lu yıllar ve sonraki demokrasiye geçiş dönemi  arasındaki fark, karakterlerin olaylara yaklaşım tarzları ve geçmişlerinden getirdikleri farklılıklar üzerinden temsil ediliyor. Filmin özgün fikri burada zaten. La Isla Minima bir karakter draması. Bataklıkta gerçekleşen cinayetler, faşizm yılları sırasında iyiden iyiye yerleşmiş derebeylik kültürü, kabullenilmiş yerel otoriteler, içselleştirilmiş çaresizlik ve daha fazlası, kirli yılların tortusunu yeterince iyi anlatıyor. Başarılı bir politik gerilim filmi, başarılı metaforlar kullanıp dramatik yapıyı da bu kadar diri tutabilir mi derseniz, Bataklık'ı bir kez daha övmeye başlar, saatlerce övebilirim. Genç görüntü yönetmeni Alex Catalan, dönemin görsel kodlarını ve atmosferini yakalayıp olağanüstü bir iş çıkarmış. Özellikle Franco döneminin kötü polisi rolündeki Javier Gutierrez, ve elbette Raul Arevalo çok güçlü oyuncular. True Detective ve Mindhunter gibi dizileri takip eden izleyici için de cazibesi olan, politik gerilim tansiyonunu izleyicisiyle paylaşıp, üzerine düşündürebilen bir film Bataklık.


Filmin Fragmanı

12 Aralık 2017 Salı

El Cuerpo / Ceset 2012

İyi bir başlangıç



Bu yazıda bahsedeceğim filmle ilgili gözüme çarpan yorumlar genellikle İspanya sineması ve gerilim janrı (türü) çelişkisi üzerineydi. İspanya Sinemasında korku ve gerilim türüne ait böyle bir filmin şaşırtıcılığı üzerine rastladığım yorumları şaşkınlıkla okudum. Bu yorumlar 2000'ler İspanyol sinemasını biraz görmezden geliyor açıkçası. Zira bu tür filmlerin Avrupa şubesi -özellikle 2000'lerde- İspanya'ydı. Burada bir tutarlılık vurgusu yaparak başlamış oluyorum böylece. İlgilenenler özellikle Alejandro Amenabar, J.A Bayona, Guillem Morales gibi yönetmenlerin filmlerini izleyebilir. 


Oriol Paulo İspanya sineması'nın yeni bir temsilcisi. Halihazırda iki filmiyle yönetmenlik karakterine iyi bir başlangıç yapmış durumda. Daha önce senaryolarıyla çeşitli filmlere katkıda bulunmuş 1975 doğumlu bu genç yönetmeni son zamanlarda birkaç film tutkunu arkadaşımın yoğun ısrarlarıyla keşfetmiş bulunmaktayım. Filmlerin sunuluş şekli bazen beni o filme karşı izlemeden önyargı sahibi yapıyor. Sürpriz son, ters köşe, tahmin edilemez final gibi takdim biçimlerine aldırış etmeden izlediğim El Cuerpo'nun konuşu şöyle:


Oldukça varlıklı bir kadın patron olan Mayka (Belen Rueda) ani ölümünün ardından kaldırıldığı morgda kaybolur. Kendisinden oldukça genç olan eşi Alex'e (Hugo Silva) bu durum bildirilir ve kendisi ifadeye çağırılır. Alex bu olayın basit bir kayıp vakası olduğuna inanmaz ve eşinin yaşadığına emin olur. Büyük mirastan pay almanın ve yasak aşkı Carla'yla (Aura Garrido) birlikte olmanın planlarını yapmış olan Alex, bir an önce bu garip olaydan sıyrılmak istemektedir. Alex finalde büyük bir intikamın kurbanı olduğunu anlar. 


Bahsedilen sürprizli final, kabul etmeliyim ki, bu arayışta olan izleyiciyi oldukça memnun edecek cinsten. Filmin gerilimden dramaya evrilmesi bile bu 10 dakikalık final sayesinde oluyor. Birkaç yıl içerisinde Hollywood bu filmin bir yeniden çevrimini yaparsa şaşırmamak lazım. Filmin bütün iddiası senaryoda, tempoda ve sürprizinde. Ancak finaldeki intikam fikri seyirciyle ciddi bir bağ yakalayamayıp sönük kalmış. Güzel bir seyirlik ama ötesini aramamak lazım. Yönetmenin ilk uzun metraj filmi olması oldukça önemli bu noktada. Birtakım önemli eksiklikleri gidermiş ve senaryoda olgunlaşmış bir Oriol Paulo uzun vadede Dünya sineması için bir kazanç olacaktır. 


Filmin Fragmanı

28 Haziran 2016 Salı

Bonnie and Clyde 1967


İşte biz o gün tükeneceğiz


Bonnie and Clyde 1967

Yönetmeninden daha meşhur olmuş filmlerden biriyle devam ediyorum, Suç filmleri türünün zirve örneklerinden biriyle. Sinemayla ne düzeyde ilgileniyor olursanız olun bu filmin afişi bir yerlerden gözünüze çarpmıştır. Hadi diyelim bir şekilde belleğiniz silindi ve film izlemeye yeniden başladınız. Bonnie ve Clyde’a bir şekilde rast gelmemiş bir izleyici olarak mutlaka ondan ilham alarak çekilmiş en az beş filmi çok severek izlemişsinizdir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'dan Hollywood'a zorunlu transfer olup kara film türünü 50'ler 60'lar sinemasının merkezine koyan büyük yönetmenler çağını biliyoruz. Arthur Penn, kara film türüne saplanmış Amerika sinemasını bir şekilde kendi kodlarıyla çeşitlendirmiş yönetmenlerin başında geliyor. Elia Kazan'ın, tiyatral oyunculuk kalıplarını yıkıp Amerikan sinemasının kaderini değiştirmesinden bir kuşak sonra sinemaya başlayanlardan biri de Arthur Penn'dir.  Bonnie ve Clyde ise bizim sinemamızda Yeşilçam'da epey yerelleştirilmiş! iç edilmiş, hattaYılmaz Güney’le bile temas kurmuş klasiklerden biridir. Bizdeki örneği aşarak Dünya sinemasında da azımsanmayacak etkiler yaratmış gerçek bir öncüdür.

Bonnie and Clyde 1967

Silahlı banka soyguncusu olarak tüm Amerika'da büyük nam salmış olan Clyde (Warren Beatty), garson olarak çalışan ve hayatından memnun olmayan Bonnie’yi (Faye Dunaway) oldukça etkiler. Suç dünyasının orta yerine bir anda giriveren Bonnie de bundan böyle bir banka soyguncusu olarak anılmaya başlar. Birlikte gerçekleştirdikleri birkaç soygundan sonra ekibe katılan ufaklık C.W.Moss da (Michael J. Pollard) onların güvenliğine yardımcı olma görevini üstlenir. Clyde’ın abisi Buck (Gene Hackman) ve onun eşi Blanche’ı (Estelle Parsons) da planlarına dahil eden Bonnie ve Clyde, polisin arananlar listesinin zirvesine oturur ve artık büyük şöhreti birlikte paylaşırlar. 
Filmin kahramanları, 1930’lu yıllarda gerçekten yaşamış, büyük ekonomik buhran döneminde Robin Hoodvari soygunlar gerçekleştirerek halkın gözünde kahraman olmuş. Arthur Penn, filmde ülke çapına yayılan kahramanlıktan söz etmeyi epey geri planda tutmuş. Bir film gerçekliği içinde sadece kahramanların kendi dünyalarına odaklanıp suçun özüne inmeye çalışmış. Amerika'da reklamcılığın ve daha geniş ölçekte kapitalizmin o yıllardaki varlığını işaret etmek için filmde sık sık marka amblemlerinin sloganlarının olduğu tabelalar gösteriliyor. Bunun ayrıca filmin sponsorluk anlaşmalarıyla ilgili olup olmadığıyla ilgili bilgi bulamadım. 

Bonnie and Clyde 1967

Gerçek hikayeden esinlenip, gerçek isimlerle karakter odaklı dünya yaratmış bir film olarak tanımlayalım Bonnie ve Clyde'ı. Arthur Penn de dönemin ruhuna kısaca değinip riskli alanın kenarından yürümüş bu anlamda. Amerika'da 60'lı yılların sonunda bankadan soyup halka dağıtan, ufak da olsa solu, sosyalizmi, komünizmi çağrıştırmakla nitelenebilecek bir film çekmek epey zor. Yönetmenin arka planda olup bitenleri göz ardı etmesinin sebebi bu. Üstü kapalı verebileceği en büyük mesaj solcu kimliğini saklamayan Warren Beatty'yi başrolde oynatmış olmasıdır muhtemelen. Arthur Penn sineması yıldız oyuncu kavramıyla pek barışık bir sinema olmasa da Faye Dunaway filmde arzu nesnesi olarak da önemli bir yerde, ve çok güzel. Takip'te olduğu gibi Bonnie ve Clyde'ta da dar alanlara sıkışıp kalan bir grup insanın hikayesi anlatılıyor, bu anlamda tutarlı bir dizgede yol alıyoruz. Arthur Penn'in mekana ve insanın kaçınılmaz mağlubiyetine bakışını saf hali bu filmde saklı. Görmek isteyenler, sinema tarihinin en unutulmaz finallerinden biriyle de karşılacaklar. 


Filmin Fragmanı