4 dakika okuma süresi
Night Stalker:
Amerikan popülizminin öz evlâdı
Bir gösteri toplumu öznesi olarak Amerika Birleşik Devletleri'ne baktığımızda Night Stalker (Gece Avcısı) yani Richard Ramirez adlı seri katilin rol model aldığı, ona esin kaynağı olan ilk popüler seri katil figürü Charles Manson'dır. Toplumda kargaşa yaratmak gibi çılgınca tasarıları olduğunu biliyoruz. Aralarında yönetmen Roman Polanski'nin karısının da olduğu insanları öldürerek Amerika'nın en ünlü seri katili olmuştu. Onu takip eden Ted Bundy'nin lakabı Bebek Yüzlü Katil'di. Gizli bir övgü de barındıran bu lakap ve 80'lerin görkemli şöhret budalalığı birçok seri katil yarattı. Amerika'nın 70'li ve 80'li yıllarda yaşadığı pop çağının da etkisiyle halkta büyük etkiler uyandıran bu canilerin öncüleri de var elbette. 1800'lerin sonlarında seri cinayetler işleyen İngiltere'deki meşhur Karındeşen Jack'le dönemdaş olan Dr. Holmes gibi, Otoban Katili William Bonin gibi, Zodiac gibi öncüller 70'lerin 80'lerin debdebeli hayatıyla çoktan unutulmuştu. Night Stalker yani Richard Ramirez adlı katilin esin kaynağı, kendisinden kısa süre önce yakalanan Hillside Strangler (Yamaç Canavarı) olmuştu. Belgeselin hikayesi tam da burada başlıyor. Seri katiller söz konusu olduğunda Amerika'nın en iyi dedektifi olan Frank Salerno, müthiş bir kurguyu takip ederek Yamaç Canavarlarını yakalamayı başarır ve bir anda ülkenin en meşhur dedektifi halini alır. Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer adlı belgeseli başarılı kılan nokta tam da burada gizli. Aynı anda hem seri katilleri hem de onları yakalamaya çalışan dedektifleri medyanın ilgi odağı haline getiren bu tuhaf düzen başrolde.
The Ripper / Yorkshire Canavarı belgeseli hakkındaki yazıyı daha önce paylaşmıştım. Kendisi Karındeşen Jack'e atıfta bulunan ve emniyet birimlerinin tuhaf beceriksizlikleri nedeniyle rahatça cinayetler işlemiş biriydi. Ondan 10 sene sonra Los Angeles'ta peyda olan Richard Ramirez 1984 haziranından 1985 martına kadar en az onun kadar rahat bir biçimde; daha korkunç, daha sadist ve en önemlisi daha amaçsız cinayetler işliyordu. İsterseniz hikayeyi Netflix'in anlattığı düzleme çekeyim. Hikayenin anlatım biçimi, öncelikle kim kimdir? şemasını sağlama alma üzerine kurulu. Hikayeyi kurgusal düzleme çeken ve The Ripper'dan farklılaşan bir taraf bu. Gil Carrillo adlı Meksika kökenli yani hispanik bir Amerikalı çömezin Frank Salerno adlı efsanevi bir dedektifle ortak olma süreci oldukça etkileyici bir drama çatısı kuruyor. İzleyici True Detective, Mindhunter gibi dizilerden aşina olduğu iki farklı karakterle karşı karşıya ve bu metot daima iş yapar. Hatta polisiyenin içinde ne kadar ekip işi varsa hemen hepsinde iki uzak karakter yaratılır ve biz bir yandan da onların arasındaki gerilimli hikayeyi izleriz. Böylece sahneler arasındaki tansiyon rahatça ayarlanır, izleyiciyi oyalayacak çok daha fazla karta sahip olurlar. Belgeselin gerilimli atmosferinden sıyrılıp dedektiflerin aile yaşantısına göz atmak, belgeselin toplumsal katmanlar yaratmasını da kolaylaştırır.
Politik atmosfer bakımından The Ripper tek kelimeyle muhteşemdi. İngiliz belgeciliği, arka plandaki tarihsel göndermeler ve kadın aktivizmi her şeyin ötesindeydi. Night Stalker'da daha önemli olan ise kurgusallık ve biraz da destansılık açıkçası. Acımasız katilin peşindeki iki dedektifin hikayesini ve katili yakalamak üzere ortaya koydukları isteği görüyor olsak da buradaki katil de bir homeless'ın öngörüsü sayesinde enseleniyor. Katilin kullandığı araba ellerinde ama yolsuzluklarıyla meşhur Los Angeles Polis Departmanı olaya taş koyuyor. Gece Avcısı Ramirez yoğun takip altında dişçi randevusuna gidiyor ama elini kolunu sallaya sallaya tedavisini olup çıkıyor. Yani o büyük dedektif aklı neden kendi yöntemlerini geliştiremiyor sorusu insanın içini kemiriyor. Bu soru The Ripper'da kadın hareketi bağlamında cevaplanabiliyordu. Sadece kadınların, özellikle hayat kadınlarının öldürülüyor olması devletin pek umrunda değildi. Oradaki gevşeklik anlaşılabiliyordu. Fakat burada kahramanlaştırılan dedektiflerin pek vasıfları yok gibi. En azından polisle kurdukları doğrudan temasta polise sürekli güvenmeye devam etmeleri hakkında belgeselde bir özeleştiriye rastlayamadım. Düşünsenize tüm gazetelerin manşetindeki bir adam otobüs terminalinden koşarak kaçıyor ve gittiği mahaledeki halk tarafından paket ediliyor. Sürükleyici bir dedektiflik hikayesinin finalinde on puanı yine halk ve tesadüfler alıveriyor yani.
Kendisini şeytanın müridi olarak gören Richard Ramirez'in yakalanışı dördüncü ve son bölümde anlatılıyor. Mükemmel anlatılmış olaylara vakıf olduğumuz için içimize su serpiliyor ve kurgusal bir filmde olduğu gibi rahatlıyoruz. Zira özellikle ikinci ve üçüncü bölümlerde sağlanan atmosfer tüyler ürpertici. Cinayet anları bire bir temsil edilmiyor, sadece birkaç fotoğraf ve tanıklıklar yoluyla anlıyoruz, ama yine de ürpertici. Hatta üçüncü bölümde olayların zirveye ulamasıyla birlikte kullanılan sesler, uzaktan gelen şangırtılı ses efektleri çok kurnazca kulanılmış. Bu uzak kayıt sesler yardımıyla kulaklığı çıkarmanızı, kalkıp camları ve kapıları kontrol etmenizi sağlıyorlar. 1985 yılında bu kadar kolay bir biçimde camları kapıları kırıp hırsızlık, tecavüz, çocuk istismarı yapabilen birinin motivasyonu finalde şeytanın emirlerine bağlanıyor. Böyle bir karakterin bile hayran kitlesi oluşuyor. Belgeselde söylenmese de Richard Ramirez 23 yıllık idam sırasını beklerken bir evlilik yapıyor, büyük hayran kitlesinin içinden ona en hayran olan kadınla evleniyor ve -bundan çok sonra- idam edilemeden kanser sebebiyle ölüyor. Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer diğer suç belgesellerinin ötesine geçip insanı ürpertme görevini başarıyla yerine getiren bir yapım. Cam bariyerin ardındaki Hannibal Lecter'ın yarattığı endişenin bir benzerini yaşattığı muhakkak. The Ripper'daki toplumsal arka plan burada es geçilmiş ya da tercih edilmemiş, bu yüzden Night Stalker için rafine bir suç gerilim belgeseli diyebiliriz. Sadizmin en tarifsiz sembollerinden birine odaklanan gerçek bir Amerikan suç kültürü belgeseli.