Cinepopularica: Arthur Penn
Arthur Penn etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Arthur Penn etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Temmuz 2016 Perşembe

The Missouri Breaks / Bozgun (1976)



Daha öfkeli, daha tehlikeli


The Missouri Breaks / Bozgun 1976

Arthur Penn sinemasında, alışık olduğumuz dramatik hikaye başlangıcı şablonları çoğu zaman kendilerine yer bulamazlar. Bu yüzden, bir müddet Rus romanı okur gibi bocalayıp, bir noktada filmle ilk temasımızı kurar ve bir daha da kaybetmeyiz. The Missouri Breaks, bu tanımlamayı en fazla hak eden Arthur Penn filmi olabilir belki de. Olayların klasik bir western anlatısına bağlı olmadan aktığı, türün fabrika ayarlarıyla oynanan bir Vahşi Batı filmi bizi bekler. Sık sık Arthur Penn’in tür sinemasıyla derdi olduğundan bahsediyorum. Bunu aslında  yönetmenin Bonnie and Clyde filmini yazarken anlatmıştım, yine kısaca değineyim. Arthur Penn, klasik kara film, melodram ve özellikle western türlerine sıkışıp kalmış ve çaresizce kurtarıcı bekleyen Amerika sineması için önemli bir sanatçı. Türleri iç içe kullanıp, onların başka bir form ve hikaye yapısıyla da kurgulanabileceğini göstermek gibi büyük bir misyonu hayatı boyunca savunmuş bir yönetmen. The Missouri Breaks filminin benim açımdan, ve elbette sinema tarihi açısından, önemi ise bambaşka. Sinema tarihinde hayranı olduğum en büyük aktörlerden biri olan, belki de başı çeken, Marlon Brando ve onun has talebelerinden Jack Nicholson başrolde.

The Missouri Breaks / Bozgun 1976

Basit soygun işlerinden ve at hırsızlığından sonra bir araziye yerleşen Tom Logan (Jack Nicholson) kasaba için büyük bir tehlike haline gelmiştir. Kasabanın ileri gelenleri Tom Logan'ı durdurabilecek bir çare ararlar. Bu iş için en az onun kadar kural tanımaz ve fazlasıyla acımasız Lee Clayton (Marlon Brando) bulunur. Tom Logan’ın kanun tanımazlığına aynı umursamazlıkla cevap veren Lee Clayton’ın yöntemleri, ikili arasındaki çekişmeyi büyük bir hayatta kalma savaşına ve bitmeyen bir düelloya dönüştürür.

The Missouri Breaks / Bozgun 1976

Western türü, sinemada Amerikan milliyetçiliği bahsinde mutlaka kendisine yer bulan bir anlatı biçimi. Mutlak iyiler ve mutlak kötüler, aynı zamanda devletin ve otoritenin yanında olanları ve olmayanları niteler. John Ford gibi, bu arada büyük bir sinemacıdır, devletçi yönetmenlerin ördüğü bir biçimsel duvar var. Sergio Leone'nin yıktığı bu duvara, Arthur Penn de bir tekme atıyor ve anti-western olarak tanımlanabilecek film için Marlon Brando'dan da destek alıyor. Filmde ne Tom Logan ne de Lee Clayton saf bir iyilik taşıyor. Tam galip geldiğini sandığımız anda tüm karakterler mağlubiyeti tadıyor. İnsan ve mekan arasında klasik bir western filminden daha sağlam bir bağ kuruluyor ve mesele yüzeysellikten kurtuluyor böylece. Açıkçası Jack Nicholson favori oyuncularımdan biri değildir, bana biraz fazla ''yüksek'' gelir. Ancak bu filmde tek kelimeyle muhteşem. Marlon Brando ise yine muhteşemin bir basamak ötesinde. Brando, Annemin öğrettiği şarkılar kitabında bu filmde Arthur Penn'in kendisine tanıdığı özgürlük alanından ve filmde oynamaktan aldığı hazdan bahseder. Meraklısına duyurulur.


Filmin Fragmanı

Night Moves / Gece Kımıltıları (1975)


Başımda bir tuhaflık


Night Moves / Gece Kımıltıları  (1975)

Gece Kımıltıları adıyla çevrilmiş ve televizyonlarda bu isimle oynamış bir filmden bahsedeceğim. Ben, kımıltılı isim yerine müsadenizle kendilerine orijinal isimleriyle hitap etmek istiyorum. Bereketli ve efsanevi 70'lerden gelen Night Moves, Arthur Penn sinemasının tansiyonu en sağlam ve belki de en sanatsal filmi. 1973'te çekilen filmin neden ancak 1975'te vizyona girme şansı yakalayabildiğini son paragrafta anlatacağım. Ancak önce, 70'li yıllar Amerika sineması söz konusu olduğunda çıtayı belirleyen ve ikinci kuşak kara filmlerin öncülerinden biri olan Night Moves' un konusuna göz atalım.

Night Moves / Gece Kımıltıları  (1975)

Harry Moseby (Gene Hackman), özel hayatında sorunları olan, eşi tarafından aldatıldığını öğrenen bir özel dedektiftir. Tüm bu çalkantılara rağmen sakin kalmayı başaran Moseby, kendisini işine verir. Bir sinema yıldızının ortadan kaybolan kızını bulmak için yeni bir araştırmaya başlayan dedektif Moseby, olayın üzerine gittikçe kendisini tehlike çemberinin tam ortasında bulur. 

Night Moves / Gece Kımıltıları  (1975)

Arthur Penn, otorite tarafından köşeye sıkıştırılmış insanların dünyasını anlattı, biz izledik. Night Moves'ta ise suçluların dünyasından bir kahraman yerine suçun izini süren bir dedektifle karşımızda. Özneyi değiştiriyor, bu kez kaçanı değil de kovalayanı köşeye sıkıştırıyor. Tür sineması klişelerini nasıl değiştirebileceği üzerine sürekli kafa yorduğunu, daha önce The Missouri Breaks yazımda anlatmıştım. Girişte bahsettiğim gibi film aslında 1973 yılında vizyona hazır hale getirilmiş, fakat o sırada henüz 16 yaşında olan Melanie Griffith'in karakteri için yazılan çıplak sahneler, vizyonun ertelenmesine sebep olmuş. Melanie Griffith'in 1975 yılında 18 yaşına girmesiyle birlikte bu sahneler çekilip, film vizyona girmiş. Yine 1976 yılında vizyona girmiş olan Taxi Driver filmi de Jodie Foster yerine, birçok sahnede aynı zamanda figüranı olan, ablasını kullanarak kuralların kıyısından dolaşmıştır. 70'ler Amerikan sineması her anlamda tuhaf çekim hikayeleri barındırıyor. Gene Hackman'ın harikalar yarattığı Night Moves aynı zamanda büyük film eleştirmeni Roger Ebert'in Great Movies listesinde yer almaktadır. 


                                                        Filmin Fragmanı

28 Haziran 2016 Salı

Little Big Man / Küçük Dev Adam 1970



Vahşi Batı'da bertaraf


Little Big Man / Küçük Dev Adam 1970

Arthur Penn sinemasında, Amerika tarihindeki meseleleri esnek bir dille aktaran ve olaylara bakış açımızı genişletmemizi sağlayan kaliteli bir mizah gizli. Little Big Man filminde ise bu komedinin hacmini genişletip, mizahi söylemi iyiden iyiye kuvvetlendiren ironi göze çarpıyor. Anlatım tarzındaki benzeşme açısından, nispeten modern bir klasik sayabileceğimiz Robert Zemeckis'in  1994 tarihli Forrest Gump filmini örnek göstermek isterim. Yer yer hüzünlü komedi, absürd mizah, ama hiçbir anda kenara itilmeyen bir ironik yaklaşım söz konusuydu. Little Big Man, işte hem o tavrın öncü filmlerinden biridir, hem de bu vasıflarından dolayı eskimeyen bir yapımdır. Yine klasikleşmiş bir Arthur Penn filmi olan Bonnie and Clyde’ı da işin içine katarak Little Big Man'i, Arthur Penn sinemasının mihenk taşı olarak anabilirim.

Little Big Man / Küçük Dev Adam 1970

Jack Crabb (Dustin Hoffman), henüz küçük yaşında, bir  kızılderili baskınında kaçırılıp tarafından kaçırılıp, kızılderili olarak büyütülmüş beyaz bir Amerikalıdır. Kısa boyundan dolayı Little Big Man (Küçük Dev Adam) lakabını alan Jack, büyük bir baskında beyazlara esir düşünce bu kez hayatına onların arasında 'normal' bir beyaz Amerikalı olarak devam eder. Karısının kızılderililer tarafından kaçırılmasıyla yeniden yollara düşer ve tekrar kızılderili yaşantısına döner. Bu yer ve kimlik değiştirme yıllarca ve defalarca tekrarlanır. Başarılı bir insanı diplomasi yürüten Jack, iki grup arasında da barınabilmeyi başarır. Bazen Büyük Şef’in (Chief Dan George) bazen de General George’un (Richard Mulligan) koruması altına giren Jack, son ve gerçek bir savaşın ardından ait olduğu yerde kalacaktır.

Little Big Man / Küçük Dev Adam 1970

Arthur Penn, Kızılderililerle, onların topraklarına kara bulut gibi çöken beyaz Amerikalılar arasındaki çatışmayı, ne İsa'ya ne Musa'ya yaranabilmiş bir karakterle anlatmayı seçmiş. İtiraf etmeliyim ki, komedi filmi de olsa kızılderililere karşı hep pozitif ayrımcılık bekliyorum. Filmde bazı yönleriyle şapşallık atfedilen kızılderili imgesi bu anlamda beni rahatsız etti. Beyazların saldırgan ve fetihçi tavrı zaten yerden yere vuruluyor, ama ikisini tarihsel olarak aynı kefede göremiyorum. Karakterlere bakış açısından olumsuz bulduğum bu yaklaşıma karşın, film dili yönünden eksiksiz. Forrest Gump'la kurduğum bağa şöyle bir ekleme yapayım. Tek adam, ana karakter filmi olması bakımından da oldukça benziyorlar. Orada Tom Hanks faktörü vardı, Little Big Man'de ise Dustin Hoffman efsanesi. Kendileri, hafızalardan silinmeyecek, efsanevi bir aktörlük gösterisi sunuyor.


Filmin Fragmanı

Bonnie and Clyde 1967


İşte biz o gün tükeneceğiz


Bonnie and Clyde 1967

Yönetmeninden daha meşhur olmuş filmlerden biriyle devam ediyorum, Suç filmleri türünün zirve örneklerinden biriyle. Sinemayla ne düzeyde ilgileniyor olursanız olun bu filmin afişi bir yerlerden gözünüze çarpmıştır. Hadi diyelim bir şekilde belleğiniz silindi ve film izlemeye yeniden başladınız. Bonnie ve Clyde’a bir şekilde rast gelmemiş bir izleyici olarak mutlaka ondan ilham alarak çekilmiş en az beş filmi çok severek izlemişsinizdir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'dan Hollywood'a zorunlu transfer olup kara film türünü 50'ler 60'lar sinemasının merkezine koyan büyük yönetmenler çağını biliyoruz. Arthur Penn, kara film türüne saplanmış Amerika sinemasını bir şekilde kendi kodlarıyla çeşitlendirmiş yönetmenlerin başında geliyor. Elia Kazan'ın, tiyatral oyunculuk kalıplarını yıkıp Amerikan sinemasının kaderini değiştirmesinden bir kuşak sonra sinemaya başlayanlardan biri de Arthur Penn'dir.  Bonnie ve Clyde ise bizim sinemamızda Yeşilçam'da epey yerelleştirilmiş! iç edilmiş, hattaYılmaz Güney’le bile temas kurmuş klasiklerden biridir. Bizdeki örneği aşarak Dünya sinemasında da azımsanmayacak etkiler yaratmış gerçek bir öncüdür.

Bonnie and Clyde 1967

Silahlı banka soyguncusu olarak tüm Amerika'da büyük nam salmış olan Clyde (Warren Beatty), garson olarak çalışan ve hayatından memnun olmayan Bonnie’yi (Faye Dunaway) oldukça etkiler. Suç dünyasının orta yerine bir anda giriveren Bonnie de bundan böyle bir banka soyguncusu olarak anılmaya başlar. Birlikte gerçekleştirdikleri birkaç soygundan sonra ekibe katılan ufaklık C.W.Moss da (Michael J. Pollard) onların güvenliğine yardımcı olma görevini üstlenir. Clyde’ın abisi Buck (Gene Hackman) ve onun eşi Blanche’ı (Estelle Parsons) da planlarına dahil eden Bonnie ve Clyde, polisin arananlar listesinin zirvesine oturur ve artık büyük şöhreti birlikte paylaşırlar. 
Filmin kahramanları, 1930’lu yıllarda gerçekten yaşamış, büyük ekonomik buhran döneminde Robin Hoodvari soygunlar gerçekleştirerek halkın gözünde kahraman olmuş. Arthur Penn, filmde ülke çapına yayılan kahramanlıktan söz etmeyi epey geri planda tutmuş. Bir film gerçekliği içinde sadece kahramanların kendi dünyalarına odaklanıp suçun özüne inmeye çalışmış. Amerika'da reklamcılığın ve daha geniş ölçekte kapitalizmin o yıllardaki varlığını işaret etmek için filmde sık sık marka amblemlerinin sloganlarının olduğu tabelalar gösteriliyor. Bunun ayrıca filmin sponsorluk anlaşmalarıyla ilgili olup olmadığıyla ilgili bilgi bulamadım. 

Bonnie and Clyde 1967

Gerçek hikayeden esinlenip, gerçek isimlerle karakter odaklı dünya yaratmış bir film olarak tanımlayalım Bonnie ve Clyde'ı. Arthur Penn de dönemin ruhuna kısaca değinip riskli alanın kenarından yürümüş bu anlamda. Amerika'da 60'lı yılların sonunda bankadan soyup halka dağıtan, ufak da olsa solu, sosyalizmi, komünizmi çağrıştırmakla nitelenebilecek bir film çekmek epey zor. Yönetmenin arka planda olup bitenleri göz ardı etmesinin sebebi bu. Üstü kapalı verebileceği en büyük mesaj solcu kimliğini saklamayan Warren Beatty'yi başrolde oynatmış olmasıdır muhtemelen. Arthur Penn sineması yıldız oyuncu kavramıyla pek barışık bir sinema olmasa da Faye Dunaway filmde arzu nesnesi olarak da önemli bir yerde, ve çok güzel. Takip'te olduğu gibi Bonnie ve Clyde'ta da dar alanlara sıkışıp kalan bir grup insanın hikayesi anlatılıyor, bu anlamda tutarlı bir dizgede yol alıyoruz. Arthur Penn'in mekana ve insanın kaçınılmaz mağlubiyetine bakışını saf hali bu filmde saklı. Görmek isteyenler, sinema tarihinin en unutulmaz finallerinden biriyle de karşılacaklar. 


Filmin Fragmanı

26 Haziran 2016 Pazar

The Miracle Worker / Karanlığın İçinden (1962)

2 dakika okuma süresi



Mucizenin miladı


The Miracle Worker / Karanlığın İçinden  1962

Sinema tarihinde, benzer temaları, benzer karakter ve olay örgüsü etrafında işlemiş çok sayıda filme rastlıyoruz. Bu filmleri izlerken, konunun öncü filmini merak eder, onun, öyküde neyi ilginç bulduğunu anlamaya çalışırız. En azından durum benim için böyle. The Miracle Worker, bahsettiğim öncü filmlerden biri. Amerika, Hindistan, Türkiye derken çok sayıda başka şubeye de sahip bir konunun kaynağına inmiş durumdayız. Yazıyı ve filmi daha cazip hale getirmem gerekiyor, zira siyah beyaz ve nispeten eski filmler nasıl bir cevher taşırlarsa taşısınlar izleme listelerinde sürekli erteleniyorlar. Bazı filmlerde, kimi zaman tiyatral olabilen oyunculuklar konusunda bu duruma hak verebilirim. Fakat yönetmen faktörünü de belirterek The Miracle Worker'ın son derece akıcı ve modern bir film olduğunu söylemek isterim. Arthur Penn, ritim ve kurgu anlamında yine ders niteliğinde bir filmle, gerçek bir hikayeye dayanan The Miracle Worker'la karşımızda.

The Miracle Worker / Karanlığın İçinden  1962

Henüz altı aylıkken geçirdiği ağır bir hastalık sonucu sağır, dilsiz ve kör olan Helen (Patty Duke), bu engellerinden dolayı gerekli özel eğitimi görememiş ve büyük bir hırçınlıkla yetişmiştir. Daha sonra, ailesinin tüm çabalarına eğitimi kabul etmeyen Helen için son çare olarak Boston’dan özel bir öğretmen getirilir. Annie Sullivan (Anne Bancroft)’ın metotları başta büyükbabanın  (Victor Jory) tepkisine yol açsa da Helen’in annesi (Inga Swenson) ve babasının (Andrew Prine) sabrı ile denenen yöntemler büyük bir başarı sağlar.

The Miracle Worker / Karanlığın İçinden  1962

Filmin her anlamda kusursuz bulmuş bir izleyici olarak, Anne Bancroft ve Patty Duke’a ayrı bir pencere açmak isterim. Anne Bancroft bu filmle en iyi kadın oyuncu, Patty Duke ise En iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar’ı kazanmıştı. Küçük Patty Duke yıllar sonra (1979) Anne Sullivan karakterini bizzat canlandırarak karakterini dört bir yandan kuşatmış olacaktı. William Gibson'ın metni, daha sonra birkaç kez daha balka yönetmenlerce uyarlandı ve çeşitli oyuncular tarafından güçlü performanslar sergilendi. Bu filmlerin arasında Sanjay Leela Bhansali'nin Black adlı modern klasiği de bulunuyor. Anımsayacağınız gibi Uğur Yücel de 2013 yılında Black filminden uyarlanan, Benim Dünyam adlı filmini çekmişti. Büyük yönetmen Arthur Penn tarafından 1962'de çekilen The Miracle Worker aynı yıl, yine Arthur Penn tarafından New York'ta tiyatro oyunu olarak da sahnelendi. Penn'in filmi, tüm zamanların en iyilerinden biri olarak kalmaya devam etti.


Filmin Fragmanı

20 Haziran 2016 Pazartesi

The Chase / Kovalamaca (1966)

2 dakika okuma süresi


Kusurlu bir klasik


The Chase / Kaçaklar  (1966)

Marlon Brando, 1954 yılında çekilen On The Waterfront filminin bir yerinde sevgilisiyle konuşurken aniden eğilir ve yerden kopardığı çiçeği sevgilisine uzatır. Senaryoda yer almayan hareket, Brando'nun kadrajdan çıkışı, yönetmeni de teknik ekibi de şaşırtmıştır. Bu plan, metot oyunculuğunun ilk büyük örneği olarak anılır. Annemin Öğrettiği Şarkılar adlı biyografi kitabında Marlon Brando, bu sahneyi ve planı iştahla anlatır. Anlattığı filmlerden birisi de The Chase'dir. Filmdeki rolünü beğenmediğini, sadece ortalıkta dolaşan bir Hollywood figürü gibi hissettiğini söyler. Arthur Penn'le daha sonra The Missouri Breaks filmini çekmesine rağmen The Chase filmine karşı özel bir sempatisi olmadığını biliyoruz. Fakat, setin sonlarında çekilen bir sahne bu olumsuz fikri -en azından yönetmene karşı- oldukça yumuşatır. Marlon Brando-Arthur Penn ortaklığı filmin kırılma anında efsane bir sahne yaratmıştır. Şerif Calder rolündeki Brando'nun dayak yediği sahne ağır çekim oynanır ve böylece tüm yumrukların gerçekçi biçimde isabet etmesi sağlanır. Daha sonra kurgu masasında hızlandırılan bu planlar müthiş bir gerçekçilik yaratır. Marlon Brando, bu sahnedeki oyunculuğu, metot oyunculuğunun zirvelerinden biri olarak yorumlar.

The Chase / Kaçaklar  (1966)

Kanun kaçağı Bubber (Robert Redford), saklanacak çok fazla yer olmasına rağmen kasabasına geri döner. Petrol zengini biri olan Val Rogers (E.G Marshall), kasabanın Şerifi Calder'i (Marlon Brando) parmağında oynatmaktadır ve ondan Bubber'i öldürmesini ister. Çünkü Rogers'ın oğlu Jason (James Fox), kanun kaçağı Bubber'ın karısının (Jane Fonda) peşindedir. Şerif Calder, Bubber'i öldürmeden adalete teslim edip ideallerinden taviz vermek istememektedir. 

The Chase / Kaçaklar  (1966)

Adaletin ideaize edildiği filmler içinde, bir klasik olarak anılması biraz da kadrosuyla mümkün olabilmiş The Chase, bazı temel sorunlara sahip bir film. Senaryoda, kasabaya gelen kötü adam temasının gerisinde kalan ikinci bir katman var. Kasabanın güçlü adamı, siyahilere karşı büyük bir nefret besliyor, cinayetler işliyor. Siyahilere uygulanan ayrım, cinayet, kutuplaşma meselesi ne yazık ki filmde birkaç sahneye hapsediliyor, film bu alana pek fazla yüz vermeyip tekrardan ana hikayeye dönüyor. Gücün kuklası haline gelmiş olan Şerif Calder, karakter derinliğine sahip olamadığı için filmin sonundaki değişimi bir türlü iz bırakamıyor. Filmin akıcılığı, ve konunun anlaşılırlığı, yönetmenin ustalığı sayesinde sekteye uğramıyor. Ancak senaryonun ciddi zaaflarını da yenemiyor. The Chase, derinlikli bir senaryo ve karakter dönüşümüyle birlikte, aynı dönem çekilmiş olan To Kill a Mockingbird (Bülbülü Öldürmek) gibi bir sinema klasiğine dönüşebilirdi.


Filmin Fragmanı