Cinepopularica: Biyografi
Biyografi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Biyografi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Aralık 2020 Cumartesi

Marlon Brando (1924-2004)

5 dakika okuma süresi


Bir aktör hatırlanıyor



Marlon Brando (1924-2004)

İlk yıllar ve kendini arayış

Marlon Brando 1924 yılında Nebraska eyaletinin Omaha şehrinde dünyaya gelir. Çocukluk anılarına dair ilk anımsadığı, eski bir oyuncu olan annesinin alkol sorunu, sık sık evi terk edişi ve uzun süre ortadan kayboluşudur. Ailenin üzerine karabasan gibi çöken despot baba Marlon Brando Sr., Marlon Brando tarafından uzun süre affedilmez, hatta Brando onun ölümü karşısında gizli bir sevinç duyduğundan bile bahseder. Brando, babasını ''Goril gibi güçlü ve zor bir adam'' olarak tanımlar. Çocukluğunun en önemli figürü anne Dorothy Brando olmasına rağmen Brando, dadısı Ermi'ye özel bir parantez açar. Daha sonra hayatına giren tüm kadınlarda Ermi'nin sıcaklığını aradığını belirtir. Hakkında yazılmış tüm kitaplarda çocukluğuna dair güçlü bir vurgu yapması bakımından, bu girişin kaçınılmaz olduğunu düşündüm. Zira sonraki yıllarda hayata karşı takındığı tutum, erken dönemiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Hayatının büyük bölümünde psikanaliz terapileri alır ve en iyi arkadaşları psikiyatrları olur. Başarısız bir okul ve aile yaşantısından yaşantısından sonra liseyi Shattuck askeri lisesinde okumaya başlar. Bu hem ailesinden uzaklaşma hem de geleceğini inşa etme konusunda belirleyici bir karar olacaktır. Bu okulun kütüphanesindeki National Geographic dergisinde gördüğü Tahiti'deki Tetiaroa adlı adaya hayran kalır ve orta yaşlarına girdiğinde bu adayı yaşlı bir Amerikalı kadından satın alır. Askeri okuldaki varlığı uzun sürmez, disiplinsizlik nedeniyle haksız biçimde okuldan uzaklaştırılır. Kendisinden önce oyunculuk sevdasına kapılan ablası Jocelyn'in izini takip eden Brando, liseden sonra şansını oyunculukta denemek için New York'un yolunu tutar.

Marlon Brando (1924-2004)

New York, Metot Oyunculuğu ve nihayet Oscar

New York'ta ne yapacağını iyi bilmektedir, ancak bir süre şehrin içinde oradan oraya sürüklenmeyi, o günlerin modası olan bohem yaşam tarzını denemeyi seçer. Hem annesinden aldığı referanslar ve tavsiyeler hem de ablasının varlığı sayesinde emin adımlarla ilerler. New School'da büyük sahne adamı Erwin Piscator'un öğrencisi olur, ancak yine aynı okulda tanıdığı ve okulun ruhu olarak nitelediği Stella Adler, Marlon Brando'nun oyunculuk kariyerindeki en önemli isim olacaktır. Genç yaşında büyük Rus teorisyen Konstantin Stanislavski'nin doğal oyunculuk metodunu bizzat kaynağından öğrenip, Amerika'daki öğrencilerine aktaran Adler, metot oyunculuğu kavramının yaratıcısı olmuştur. Stella Adler'e hayranlık ve büyük bir ilgi duyan Marlon Brando, Adler ve onun piyasa içinde etkili olan ailesi sayesinde o sırada kültür sanat camiâsında köşe başlarını tutan yahudilerle içli dışlı olma şansını da yakalar. I Remember Mama'da ve birkaç yıl sonra kendisini New York sahnelerinde ufak çaplı bir şöhret haline getirecek olan A Streetcar Named Desire'da (Arzu Tramvayı) oynadıktan sonra 1950 yılında Fred Zinnemann'ın The Men adlı filminde başrolde yer alır. O güne kadar kullanılmamış bir yöntem izleyerek, karakterini daha iyi anlayabilmek adına tekerlekli sandalyede uzun alıştırmalar yapar ve bir savaş gazisini ustalıkla canlandırır. Bu filmden sonraki ilk başarısını 1954 yılındaki On The Waterfront (Rıhtımlar Üzerinde) filmiyle elde ederek ilk En iyi Erkek Oyuncu dalında Oscar ödülünü kazanır. Yönetmen Elia Kazan, Stella Adler'den sonraki en büyük öğretmeni olmuştur artık. Kazan'ın kurduğu Actors Studio'nun ilk öğrencilerinden biri olan Marlon Brando, İngiliz oyuncuların tekelindeki tiyatral oyunculuk yerine karakter inşasına dayanan metot oyunculuğunun o zamana kadarki en görkemli temsillerinden birini vermiştir. 

Marlon Brando (1924-2004)

Doyum, skandal ve yeniden doğuş 

60'lı yıllarda politik konularda sesini yükseltmeye başlar ve gelen senaryoların politik yönlerini eleştirip oynayacağı karakterler hakkında söz sahibi olmayı ister. Bu tutumuyla sektörün zor adamlarından biri haline gelen Brando, 50'li yıllarındaki hızlı yükseliş ivmesini kaybeder. Yine de 1964 yılında oynadığı ve nispeten önemsiz bir film olan Bedtime Story setindeki çalışma günlerini, en fazla zevk aldığı süreç olarak tanımlar. Dünya sinema tarihinin en büyük ismi olarak nitelediği Charlie Chapman'ın yönettiği 1967 yapımı A Countess From Hong Kong adlı filme büyük bir heyecanla başlar, Chapman'ın etrafına kötülük saçtığı gerekçesiyle ondan bir insan olarak nefret ederek bu filmi zorluklarla bitirir. Çalıştığı en iyi üç yönetmeni, Elia Kazan, Bernardo Bertolucci ve 1969 yılında Burn filminde bir araya geldiği Gillo Pontecorvo olarak sıralar. Burn, ne ne kadar büyük bir gişe başarısı yakalamış olmasa da Brando'nun en iyi filmlerinden biridir. 1972 yılında yazar Mario Puzo'dan aldığı özel davet mektubuyla The Godfather (Baba) filminin kadrosuna dahil olur. Efsanevi bir karakter yaratır ve buna bizzat karar verir, hatta diyaloglarına müdahale etme şartıyla filme dahil olur. Bu film ona ikinci Oscar ödülünü kazandırır. Kızılderililerin hakları üzerine yıllardır hassasiyetle eğilmiş olan Brando, ödülü alması için Kızılderili kökenli bir kadını (Sacheen Littlefeather) sahneye çıkması için ikna eder. Bu olayla birlikte artık Oscar kazanma şansını da yitirmiş olur. Baba filminden sonra Bertolucci'yle Last Tango in Paris filminde çalışır. Anılarında ve söyleşilerinde inkar etse de Yönetmen Bertolucci'yle birlikte başroldeki kadın oyuncu Maria Schneider'a komplo kurup, tecavüz sahnesini onun haberi olmadan çekerler. Gerçekçilik uğruna yapılan bu korkunç hareket ne yazık ki onu piyasadan silmeye yetmez. Cılız da olsa bazı sesler yükselir, zaten Brando, sadece para için oyunculuk yaptığını başından beri söylemektedir. Kariyeri de yaşı da ilerlemiş, sinema dünyası değişmiştir. 1979 yılında The Godfather filminin yönetmeni Francis Ford Coppola'dan gelen teklifle kimi eleştirmenler tarafından gelmiş geçmiş en iyi oyunculuk performansı sayılan Apocalypse Now (Kıyamet) filmindeki Albay Kurtz karakterine hayat verir. 

Marlon Brando (1924-2004)

Anılarından izlenimlere

Marlon Brando'yu, anılar ve söyleşiler yoluyla kavrayabilmek oldukça zor. Kendi ifadesiyle gerçeği eğip bükmeyi, abartmayı ve yer yer yalan söylemeyi seviyor. Şimdiye kadar okuduğum tüm biyografi kitaplarında bazı hikayeleri farklı şekilde anlattığına bizzat tanık oldum. Zor bir çocukluk, baba baskısı ve kayıp anne figürü yüzünden incinen benliğini benliğini onarabilmek için egosunu fazlaca merkeze alıyor. James Dean için benim taklitçimdi diyebiliyor, Elvis Presley'in, siyahilerin müziğini çalarak ünlü olduğundan bahsedebiliyor, Marilyn Monroe'yla yaşadığı aşkı ballandıra ballandıra anlatabiliyor. 1953'te oynadığı The Wild One filminde canlandırdığı asi genç karakter sayesinde Amerikan toplumunu dönüştürdüğünü iddia etmekten de çekinmiyor. Hakkında iddialı açıklamalar yaptığı kimseler bu söyleşiler sırasında yaşamıyordu, bu yüzden gerçeği bilemeyeceğiz. Ancak bir şekilde aynı yıllarda popüler olduğu figürlere karşı hırs beslediği aşikâr. Büyük bir oyuncu olarak insanlara sahte hikayeler anlatmayı sevdiği inkâr etmemesi ve ilgiyi üzerinde toplamaya bayılması dışında, 1950'li ve 60'lı yıllarda müthiş bir şöhret yaşadığına hiç şüphe yok. Politik olarak Yahudilerle içli dışlı olması sayesinde sektörde hızlı bir tırmanış yaşadığını kendisi zaten ima ediyor. Siyahilerin ve Kızılderililerin hareketini samimiyete desteklediğini de biliyoruz. Yine de politik figür olmak gibi bir derdi yok. Zira cadı avı döneminde Hollywood'taki solcuları ispiyonlayan Elia Kazan'la bağını hiç koparmamış, hatta bu olaydan sonra bile onun filminde oynamış bir aktördür Marlon Brando. Daha fazlasını yazmayı isterdim, oğlunu hapse, kızını intihara sürükleyen olaylardan bahsedebilirdim. Dondurmaya bayıldığını, hatta her gün en az yarım kilo dondurma yediğini, eski eşlerinin ondan nefret ettiğini söyleyebilirdim. Onun yerine Türkçe olarak yayımlanmış tek ciddi kitap olan Brando: Annemin Öğrettiği Şarkılar'ı okumanızı önereyim.

6 Aralık 2020 Pazar

Ruan Lingyu (1910-1935)


İlk metot oyuncusu: Ruan Lingyu



Ruan Lingyu (1910-1935)


Yitik Şanghay'ın Greta Garbo'su


1910'lu yıllardan itibaren sinema filmleri çekilen Çin'de, yenilik arayışı olmaksızın üretilen filmlerde, halkın içinde bulunduğu durumdan uzak bir görünüm perdeye yansıyordu. Doğu'nun Paris'i olarak adlandırılan Şanghay'da durum içler acısıdır aslında. Ekmeğe, eğitime ve özgürlüğe aç olan Şanghay, ucuz işçiliğin, seks işçiliğinin, kumarhanelerin, genelevlerin ve kırılan onurun da merkezidir. Hatta o gün Şanghay'da yaşayan her 13 kadından birinin seks işçisi olarak çalışmak zorunda olduğu yazılır. Bugün toplumcu gerçekçi olarak niteleyebileceğimiz sinemayı savunan solcu yönetmenler, halkın hakikatini yansıtmak için kolları sıvadılar ve bu manzaranın resmini ortaya sermeye başladılar. Yaratılan senaryolar ve perdedeki oyuncular, yitik insanların umudu olurken, oyuncular birer aktör ve aktrist olmanın ötesine geçtiler. Ruan Lingyu işte bu dönemin şüphesiz en önemli oyuncusu olarak anılmaktadır. Hem de kendisinden sadece beş yaş büyük olan, İsveç'ten Amerika'ya göçüp sessiz sinema döneminin en büyük kadın yıldızı olmayı başarmış Greta Garbo'ya benzetilerek. 

Ruan Lingyu (1910-1935)

Trajik bir yaşam


Babasını, çocuk yaşta kaybeden Ruan, gençliğini büyük sıkıntılar içerisinde geçirdi. Hizmetçilik yapmaya başladığı evin uçarı oğlu, onunla başka bir eve taşındı. Bu sırada oyuncu olma isteği belirdi, bir reklam filmi çekimine başvurarak rolü kaptı. Hem annesini hem de iflas eden sevgilisini geçindirmeye başladı. Çin sinemasındaki toplumcu damarın yeni oyuncularla çalışma isteği sayesinde Ruan'ın yolu sinemayla kesişti. 1931 yılında Japonya, Çin üzerindeki baskılarını arttırdı ve Mançurya'yı işgal etti. Ruan ise başka bir yol ayrımındaydı. Sevgilisi Damin Zhang'la ilişkileri kopma noktasına gelince Ruan, zengin bir yapımcı olan Tang Jishan'la birlikte olmaya başladı. Damin, bu ilişkiyi basına sızdırmakla tehdit ederek Ruan'dan sürekli para istedi ve sonunda da haberi basına sızdırarak hem oyuncunun hem de yapımcının itibarına darbe vurdu, zirâ yapımcı Tang Jishan evliydi. Yapımcı sevgilisi Tang'la araları bozuldu, hatta aralarına şiddet bile girmişti. 

Ruan Lingyu (1910-1935)


Yüzyılın cenaze töreni


1934 yılında oynadığı, The Goddess (Tanrıça) filminde Marlon Brando'dan on yıllar önce gerçekçi oyunculuk ya da metot oyunculuğu alanında ilk örneği vermiş oldu. Çocuğunun geleceği için seks işçiliği yapmak zorunda kalan bir kadını oynadığı bu rolde efsaneleşmiş, hem saygı hem de nefret oklarını üzerine çekmişti. 1935 yılında Ai Xia adlı solcu bir kadın oyuncunun gerçek hayat hikayesinden esinlenen New Women adlı filmde oynadı. Ai Xia, sessiz sinema döneminde şöhretin zirvesindeyken intihar etmişti. Filmde son derece başarılı bir performans sergileyen Ruan Lingyu, basında kendisi hakkında çıkan ağır ve aşağılayıcı haberlere dayanamayıp filmin hemen ertesinde aşırı doz uyuşturucuyla intihar etti. Bir diğer teoriye göre ise yapımcı sevgilisiyle ağır bir tartışma yaşamış, sabaha karşı evine gelen sevgilisi tarafından cansız bedeni bulunmuştur. Yaklaşık 5 kilometrelik cenaze konvoyunda 3 Şanghaylı kadın ardı ardına intihar ettiği için New York Times gazetesi tarafından ''Yüzyılın cenaze töreni'' başlığıyla dünyaya duyuruldu. Bu intiharların en büyük nedeni, elbette Ruan Lingyu'nun bir oyuncudan fazlası olarak, Çinli kadınların idolü ve hayata tutunma sembolü olmasıydı kuşkusuz. 

5 Şubat 2018 Pazartesi

Malcolm X 1992

A'dan Z'ye, upuzun bir biyografi



Malcolm X, Amerika'da siyah özgürlük hareketinin en önemli iki figüründen biridir bildiğiniz gibi. Martin Luther King Jr. hristiyan kanadı simgeleyip hümanizmi ön planda tutuyordu. Siyahlarla beyazların eşit bir düzlemde var olabileceğine inanıyordu. Malcolm X ise siyahların önceliği olması gerektiğini savunan bir müslümandı. Spike Lee, filmi çok satan bir romandan, Alex Haley'in romanından temel alarak çekti. Filmde de belirtildiği gibi babası küçük yaşta Ku klux klan denilen vahşi bir faşist beyaz çete tarafından katledilince Malcolm X beyazlara karşı yoğum bir nefretle büyüdü. Martin Luther King Jr. ile Malcolm X arasındaki temel tavır farklılığı buraya dayanıyor.


Film üç buçuk saat sürünce yazıyı kısa tutaya karar verdim. Spike Lee, filmi yeniden montajlayıp bir buçuk saatlik yeni ve hızlı bir film haline getirmezse ne yazık ki bu filmin izlenme oranları günden güne azalacaktır. Biyografide hiçbir anı ıskalamama kaygısı seyirciyi ıskalıyor ne yazık ki. Malcolm X'in çocukluğundan başlayıp, onu siyasi ve dini fikirlerle buluşturan süreci izlemek isteyenler için önemli bir film. Hikayenin ötesinde bu uzun sürede filmi taşıyan en önemli unsur büyük aktör Denzel Washington, 1993 yılında Oscar ödülünü Kadın Kokusu'yla efsaneleşen Al Pacino'ya kaptırmıştı. Spike Lee sinemasının misyon filmi diyebileceğimiz Malcolm X, aynı zamanda yönetmenin, dünya çapında en fazla izlenen ve gişe başarısı kazanan filmidir. 


Filmin Fragmanı

28 Aralık 2017 Perşembe

Charlie Wilson's War / Charlie Wilson'ın Savaşı 2007

Üçüncü türden diplomatik ilişkiler



Mike Nichols'ün 1966 yılında Kim Korkan Hain Kurttan? filmiyle başlayan sinema serüveninin son filmine geldik çattık. 2007 yılı yapımı Charlie Wilson'ın Savaşı filminden sonra iki filme yapım desteği vermesinin dışında sinemadan uzak duran Mike Nichols 2014 yılında aramızdan ayrıldı. Hayatını kadın erkek ilişkilerini anlatamaya adamış, arada sırada sıradan filmlerle finansman tazeleyip geri dönüşler yapmaya çalışmış büyük bir kariyerin adıdır Mike Nichols. Gönül isterdi ki doğrudan politik alanın çiğ tuzağıyla kapanış yapmasındı, fakat Charlie Wilson'ın Savaşı 1980'lerde Amerikan destekli Afgan milislerinin Ruslara karşı direnişini anlatan düz bir film.


Charlie Wilson (Tom Hanks), Orta Doğu'da Amerikan politikaları konusunda lobi ve yaptırım faaliyetleri yürüten Teksaslı bir kongre üyesidir. 1980'lerde Rusların kontrol ettiği Afganistan'da milisleri ve çeteleri Amerika adına ağır silahlarla donatan Wilson, kazandığı başarıların ardından bir süre daha Afganistan'da kalıp genç nüfusu eğitmeyi önerir. Bu karar ciddiye alınmaz ve Charlie Wilson'a göre bu gelecekte tehlikeli bir yeşil kuşak yaratacaktır. 


Filmin senaryosu sürükleyicilikten uzak ve senaryo kişileri vodvil tiplemesi gibi sahneye girip amaçsızca belirip kayboluveriyorlar. Amaca hizmet eden tek karakter Charlie Wilson. Amerika'nın günah çıkarması denmiş ve yerden yere vurulmuşsa buna tamamiyle katılmıyorum. 2007 yılında Amerika hala Irak ve Afganistan'da sıcak savaş içerisindeydi. İkiz Kuleler olgusu da tazeydi. Bu durumda, yani Amerikan diplomasisi içerisinde hala haklılığını savunan çoğunluk varken, ''Biz Orta Doğu'da ortalığı karıştırıp, çekiliriz'' demek az bir iş değil. Zira bu filmleri halk izliyor, mesaj da halka. Bunları göz ardı ederek meseleyi sinemaya indirgersem, Nichols'ün büyük bir oyuncu kadrosuyla yaptığı finali başarısız bulduğumu söyleyerek Mike Nichols'e veda etmiş oluyorum.  


Filmin Fragmanı

23 Aralık 2017 Cumartesi

Silkwood 1983


Tek başına



Mike Nichols'ün karakter yaratma biçimi Amerika sineması içerisinde son derece ayrıksı. Bu farklı tutumu, filmlerinin ve özellikle oyuncularının perdede özgürce salınmasıyla sonuçlanıyor her seferinde. Meryl Streep bu filme kadar 1977'de başlayan sinema oyunculuğu kariyerinin başlarında olmasına rağmen altı yılda üç Altın Küre, iki de Oscar ödülü kazanmış genç bir oyuncu. Meryl Streep, Mike Nichols'le birlikte gözüme hep daha serseri görünmüştür. Silkwood her anı ve her sözüyle mühim bir film olmasının yanında mükemmel bir Meryl Streep resitalidir. 


Texas'ta bir plütonyum işleme tesisinde üretim görevlisi olarak çalışan Karen Silkwood (Meryl Streep) diğer çalışanlar gibi büyük bir radyasyon riski altında çalışmaktadır. Birbiri ardına görülen vakaların ardından Karen de defalarca radyasyon yanıklarına maruz kalır. Bu süreci basına yansıtmaya karar verdikten sonra istenmeyen kişiye dönüşür ve diğerlerinin ciddi tepkileriyle karşılaşır. Karen bu süreçte kararlıdır ama işler istediği gibi gitmeyecektir. 


İlişkileri büyük ciddiyetle anlatan ve onları toplumsal bir olgu olarak sinemanın konusu haline getiren önemli yönetmen Mike Nichols bu kez de yaşanmış bir olayı olgusallaştırıyor. Bir yönetmen her seferinde aynı konuyu değişik açılardan incelemekle yükümlü değildir elbette, fakat tutarlı olmasını beklediğim bir şey varsa o da anlatım tutkusunun konu seçmemesidir. Bu tutkunun Mike Nichols'e ait olduğunu karakterlerin gerçekliğinden anlayabiliyorsam benim için bu gerçek bir Nichols filmidir. Filmin temelde iki mekanı var. Bir Plütonyum işleme tesisi ve ana karakterin yaşadığı ev. Evi işyerinden soyutlamadan ayrı kılabilmek büyük bir başarı. Kurt Russell ve Cher ev kısmında başka bir anlatım zenginliğinin zeminini oluşturmada Meryl Streep'le birlikteler. 


Silkwood, Mike Nichols filmlerinde karşılaştığımız gibi zemininde sınıfsal bakış bulunan bir film. Karakterlerini zengin kılan şey bu.  Bu film özelinde senaryoya konu olan radyoaktif tehlikeyi konuşturması başlı başına kıymetli. Radyasyon meselesine dair gündem hep taptaze. Basın da hükümet de bu sahtekarlığın bir parçası. Silkwood bu konuda gerçeğin acı bir tablosunu çiziyor. Ajite etmeden, dimdik durarak, gerçekçi bir biçimde hangi tarafta olmamız gerektiğini bir kez daha gösteriyor. 


Filmin Fragmanı

17 Eylül 2016 Cumartesi

Into The Wild / Özgürlük Yolu 2007



Nehirlere çıkar bütün sokaklar ama bir ihtimal daha var!



Chris McCandless’ın mücadelesini izlemeyi hep ertelemiştim. ''O filmi izledin mi?'' diye soranların derdi genellikle yüzeysel ama akıcı, biraz da aktivizm soslu macera filmlerini yüceltmekti çünkü. Günümüz dünyasının durağan yapısı ufak bir twit paylaşımını bile kahramanlaştırmak üzerine kurulu değil mi? Özgürlük Yolu'na konu olan hikayeyi bir öğrenci evinde bir islamcı ve bir anarşist arkadaşın tartışmaları sırasında işitmiştim ilk defa. Hararetlenen tartışmayı kazandıracak masalsı bir öykü anlatılmıştı, bir modern zamanlar kıssası gibi. Ebuzer yerine Chris McCandless; neden olmasındı ki? Çoktan belleğimin arka odalarına gönderdiğim onlarca hikayeyi tuhaf olaylar aracılığıyla o kuytulardan çekip çıkarmayı da öğrendim. Hafızanın garip oyunlarından biri olarak hepimiz yaşıyoruz bu durumu. Hay Bin Yakzan örneğinden girilmiş Robinson olmanın mecburiyetinden çıkılmıştı. Filmin ilk dakikalarına kafamdaki karmakarışık referanslarla başlayıverdim. 



Girizgahımdaki mesele biraz da Sean Penn'e atıf olsun diyeydi. İzleme, okuma, bakma eylemi kesinlikle o anın ruhuna uygun bir kafa denkliğini en azından asgari ölçüde zihinsel hazırlığı gerektirirken bir de eseri yaratmanın hazırlık aşamasını düşünsenize. Sean Penn'i peşin peşin öveceğim ama en önemli övgü bilerek kişiselleştirdiği, ruh kardeşlerine ithaf etme pahasına filmi ana akım damarından uzaklaştırdığı için olacak. Senaryoya konu olan olayın gerçekte yaşanmış olması her ne kadar yazarın ve yönetmenin işini kolaylaştırıyor da olsa Amerikan sinemasının bu türden bir özü yakalamış olması şaşırtıcı, sevindirici ve de mühim. Basit bir hayatta kalma, inzivaya çekilme filmi olabilseydi eminim tanınmış bir jönle daha büyük ekonomik başarı yakalardı. Ancak o haliyle doğu-batı ayırt etmeksizin ortak varoluş acılarına seslenebilir miydi emin değilim. Aslında eminim.


Motosiklet Günlükleri'nin de görüntü yönetmenliği yapan Eric Gautier, Leos Carax ve Walter Salles gibi iç dünyaları karmaşık ama yol hikayeleri net yönetmenlerle çalışmış, doğal ışığı ve doğal atmosferi etkili kullanan bir usta. Sean Penn, senaryosunu yazarken tüm bu teknik adımlar hakkında da oldukça titiz davranmış. Sean Penn Chris McCandless'a çok inanmış. Bu tür özgürlük hikayelerini izlediğimde beni nedense duygudan çok ülkeme karşı tuhaf duygular kaplıyor. O övdüğümüz Anadolu aslında bilgelikten ne kadar uzak, ne kadar boğucu ve meraklı. Bir süre sonra filmden kopup ‘’Bu adam bu basit yolculuğu Türkiye’de yapamazdı’’ derken yakalıyorum kendimi. İnsanların yalnız kalma hakkına bile tecavüz edilen bir memlekette, duyguların namusunu yitirdiği bir memlekette varoluş bile hayal ne yazık ki. Ruhani başlayan yazı yolculuğumu acı gerçeklerle noktalıyorum. Öfkeniz bol, menziliniz ırak olsun.

Filmin Fragmanı





28 Haziran 2016 Salı

Bonnie and Clyde 1967


İşte biz o gün tükeneceğiz


Bonnie and Clyde 1967

Yönetmeninden daha meşhur olmuş filmlerden biriyle devam ediyorum, Suç filmleri türünün zirve örneklerinden biriyle. Sinemayla ne düzeyde ilgileniyor olursanız olun bu filmin afişi bir yerlerden gözünüze çarpmıştır. Hadi diyelim bir şekilde belleğiniz silindi ve film izlemeye yeniden başladınız. Bonnie ve Clyde’a bir şekilde rast gelmemiş bir izleyici olarak mutlaka ondan ilham alarak çekilmiş en az beş filmi çok severek izlemişsinizdir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'dan Hollywood'a zorunlu transfer olup kara film türünü 50'ler 60'lar sinemasının merkezine koyan büyük yönetmenler çağını biliyoruz. Arthur Penn, kara film türüne saplanmış Amerika sinemasını bir şekilde kendi kodlarıyla çeşitlendirmiş yönetmenlerin başında geliyor. Elia Kazan'ın, tiyatral oyunculuk kalıplarını yıkıp Amerikan sinemasının kaderini değiştirmesinden bir kuşak sonra sinemaya başlayanlardan biri de Arthur Penn'dir.  Bonnie ve Clyde ise bizim sinemamızda Yeşilçam'da epey yerelleştirilmiş! iç edilmiş, hattaYılmaz Güney’le bile temas kurmuş klasiklerden biridir. Bizdeki örneği aşarak Dünya sinemasında da azımsanmayacak etkiler yaratmış gerçek bir öncüdür.

Bonnie and Clyde 1967

Silahlı banka soyguncusu olarak tüm Amerika'da büyük nam salmış olan Clyde (Warren Beatty), garson olarak çalışan ve hayatından memnun olmayan Bonnie’yi (Faye Dunaway) oldukça etkiler. Suç dünyasının orta yerine bir anda giriveren Bonnie de bundan böyle bir banka soyguncusu olarak anılmaya başlar. Birlikte gerçekleştirdikleri birkaç soygundan sonra ekibe katılan ufaklık C.W.Moss da (Michael J. Pollard) onların güvenliğine yardımcı olma görevini üstlenir. Clyde’ın abisi Buck (Gene Hackman) ve onun eşi Blanche’ı (Estelle Parsons) da planlarına dahil eden Bonnie ve Clyde, polisin arananlar listesinin zirvesine oturur ve artık büyük şöhreti birlikte paylaşırlar. 
Filmin kahramanları, 1930’lu yıllarda gerçekten yaşamış, büyük ekonomik buhran döneminde Robin Hoodvari soygunlar gerçekleştirerek halkın gözünde kahraman olmuş. Arthur Penn, filmde ülke çapına yayılan kahramanlıktan söz etmeyi epey geri planda tutmuş. Bir film gerçekliği içinde sadece kahramanların kendi dünyalarına odaklanıp suçun özüne inmeye çalışmış. Amerika'da reklamcılığın ve daha geniş ölçekte kapitalizmin o yıllardaki varlığını işaret etmek için filmde sık sık marka amblemlerinin sloganlarının olduğu tabelalar gösteriliyor. Bunun ayrıca filmin sponsorluk anlaşmalarıyla ilgili olup olmadığıyla ilgili bilgi bulamadım. 

Bonnie and Clyde 1967

Gerçek hikayeden esinlenip, gerçek isimlerle karakter odaklı dünya yaratmış bir film olarak tanımlayalım Bonnie ve Clyde'ı. Arthur Penn de dönemin ruhuna kısaca değinip riskli alanın kenarından yürümüş bu anlamda. Amerika'da 60'lı yılların sonunda bankadan soyup halka dağıtan, ufak da olsa solu, sosyalizmi, komünizmi çağrıştırmakla nitelenebilecek bir film çekmek epey zor. Yönetmenin arka planda olup bitenleri göz ardı etmesinin sebebi bu. Üstü kapalı verebileceği en büyük mesaj solcu kimliğini saklamayan Warren Beatty'yi başrolde oynatmış olmasıdır muhtemelen. Arthur Penn sineması yıldız oyuncu kavramıyla pek barışık bir sinema olmasa da Faye Dunaway filmde arzu nesnesi olarak da önemli bir yerde, ve çok güzel. Takip'te olduğu gibi Bonnie ve Clyde'ta da dar alanlara sıkışıp kalan bir grup insanın hikayesi anlatılıyor, bu anlamda tutarlı bir dizgede yol alıyoruz. Arthur Penn'in mekana ve insanın kaçınılmaz mağlubiyetine bakışını saf hali bu filmde saklı. Görmek isteyenler, sinema tarihinin en unutulmaz finallerinden biriyle de karşılacaklar. 


Filmin Fragmanı

26 Haziran 2016 Pazar

The Miracle Worker / Karanlığın İçinden (1962)

2 dakika okuma süresi



Mucizenin miladı


The Miracle Worker / Karanlığın İçinden  1962

Sinema tarihinde, benzer temaları, benzer karakter ve olay örgüsü etrafında işlemiş çok sayıda filme rastlıyoruz. Bu filmleri izlerken, konunun öncü filmini merak eder, onun, öyküde neyi ilginç bulduğunu anlamaya çalışırız. En azından durum benim için böyle. The Miracle Worker, bahsettiğim öncü filmlerden biri. Amerika, Hindistan, Türkiye derken çok sayıda başka şubeye de sahip bir konunun kaynağına inmiş durumdayız. Yazıyı ve filmi daha cazip hale getirmem gerekiyor, zira siyah beyaz ve nispeten eski filmler nasıl bir cevher taşırlarsa taşısınlar izleme listelerinde sürekli erteleniyorlar. Bazı filmlerde, kimi zaman tiyatral olabilen oyunculuklar konusunda bu duruma hak verebilirim. Fakat yönetmen faktörünü de belirterek The Miracle Worker'ın son derece akıcı ve modern bir film olduğunu söylemek isterim. Arthur Penn, ritim ve kurgu anlamında yine ders niteliğinde bir filmle, gerçek bir hikayeye dayanan The Miracle Worker'la karşımızda.

The Miracle Worker / Karanlığın İçinden  1962

Henüz altı aylıkken geçirdiği ağır bir hastalık sonucu sağır, dilsiz ve kör olan Helen (Patty Duke), bu engellerinden dolayı gerekli özel eğitimi görememiş ve büyük bir hırçınlıkla yetişmiştir. Daha sonra, ailesinin tüm çabalarına eğitimi kabul etmeyen Helen için son çare olarak Boston’dan özel bir öğretmen getirilir. Annie Sullivan (Anne Bancroft)’ın metotları başta büyükbabanın  (Victor Jory) tepkisine yol açsa da Helen’in annesi (Inga Swenson) ve babasının (Andrew Prine) sabrı ile denenen yöntemler büyük bir başarı sağlar.

The Miracle Worker / Karanlığın İçinden  1962

Filmin her anlamda kusursuz bulmuş bir izleyici olarak, Anne Bancroft ve Patty Duke’a ayrı bir pencere açmak isterim. Anne Bancroft bu filmle en iyi kadın oyuncu, Patty Duke ise En iyi yardımcı kadın oyuncu Oscar’ı kazanmıştı. Küçük Patty Duke yıllar sonra (1979) Anne Sullivan karakterini bizzat canlandırarak karakterini dört bir yandan kuşatmış olacaktı. William Gibson'ın metni, daha sonra birkaç kez daha balka yönetmenlerce uyarlandı ve çeşitli oyuncular tarafından güçlü performanslar sergilendi. Bu filmlerin arasında Sanjay Leela Bhansali'nin Black adlı modern klasiği de bulunuyor. Anımsayacağınız gibi Uğur Yücel de 2013 yılında Black filminden uyarlanan, Benim Dünyam adlı filmini çekmişti. Büyük yönetmen Arthur Penn tarafından 1962'de çekilen The Miracle Worker aynı yıl, yine Arthur Penn tarafından New York'ta tiyatro oyunu olarak da sahnelendi. Penn'in filmi, tüm zamanların en iyilerinden biri olarak kalmaya devam etti.


Filmin Fragmanı

21 Mayıs 2016 Cumartesi

A Dangerous Method / Tehlikeli İlişki 2011


Cronenberg'n kökleri



Cronenberg’in şiddet, cinsellik ve gizem eksenine oturttuğu sinemasına psikanalizden dayanaklar arayıp durduk. Kimi zaman Cronenberg’in dahi düşünmediği kadar fazla derinleştirdik meselemizi, fakat lafı bir yana Cronenberg, filmlerinin böyle derinleştirilmesinden her zaman hoşnut kalmıştır.  Sanırım psikolojiyi bu kadar deşmemize dayanamamış olacak ki, usta yönetmen meseleyi doğrudan karakterlerle anlatmayı seçmiş. Tehlikeli İlişkiler’in başrollerini Freud ve Jung paylaşıyor. 


İsviçre’deki Burghölzli Kliniğine günün birinde ağır nevrozlu bir hasta gelir. Sabina Spielrein (Keira Knightley) adlı bu kadını tedavi edecek kişi ise dönemin gelecek vaat eden psikiyatristi Carl Justav  Jung’ tur (Michael Fsssbender). Tedavi yöntemlerini deneyen Jung’un o günlerde en fazla istediği şey ise Freud’la (Viggo Mortensen) tanışmak ve onun yöntemi hakkında daha fazla bilgi sahibi olmaktır. Freud’la tanışan ve onun öğrencisi olmaya başlayan Jung bu sırada kliniğine hasta olarak gelen psikiyatr Otto Gross’un (Vincent Cassel) düşüncelerinden oldukça etkilenir ve hastası olan Sabina’yla ilişki yaşamaya başlar.



Cronenberg bu filmi bir Freud ve Jung filmi olarak tasarlamışsa da film aslında Jung üzerinden ilerliyor ve onun düşüncelerinin Cronenberg üzerinde daha fazla etkin olduğunu biliyoruz. Filmin konusu üzerinde bu kadar durup filmin kendisiyle ilgilenmekten imtina etmemin basit bir sebebi var ve bu sebep hiçbir psikanalitik sebep de barındırmıyor. Filmden anladığım şey şu oldu: Crononberg'e göre Freud iflah olmaz bir narsist, Jung ise öğrendiği her şeyi hastalarından öğrenmiş daimi bir öğrenci. Bu gibi açılımlara ihtiyacı ve boş vakti olan izleyici için eğlenceli olabilir.  


Filmin Fragmanı