Ülkemizde vizyona girmemiş ve bilenine rastlamadığım bir Spike Lee filmi daha. Biyografik anlatımı seven yönetmenimiz bu kez belge gerçekçi sinemaya göz kırpıyor. 1995 yılında Amerika çapında oldukça önemli bir olay gerçekleşti. Yaşayan en önemli siyahi önder Louis Farrakhan, Washington'da Bir Milyon Adam Yürüyüşü adlı bir toplantı tertip etti. O sene ilk kez yapılan bu toplantı, yirmi yılı aşkın süredir tekrarlanıyor ve kongre binası çevresi hınca hınç dolup taşıyor.
Spike Lee'nin oluşturduğu sosyolojik yapı bize de oldukça tanıdık geliyor. Tunç Okan'ın Otobüs filmi gibi filmlerle doğrudan ruh kardeşliği kuran bir film. Bir grup siyahi, ülkenin bir ucundan başlayıp diğer ucuna kadar sürecek bir yolculuğa başlıyor ve yolda farklılıklarıyla, politik ve dini çelişkileriyle yüzleşiyorlar. İnsanın rengiyle farklılaşmasını defalarca izledik, ama Spike Lee'nin siyahlar arasında da farklılıklar ve çatışmalar yaşanabileceğini göstermesi epey önemli ve hakkaniyetli, daha doğrusu hakikatli. Spike Lee'nin bu türden bir anlatım potansiyelini, ucuz bir siyah adam övgüsüyle harcaması rahatsızlık vericiydi.
Mike Nichols'ün karakter yaratma biçimi Amerika sineması içerisinde son derece ayrıksı. Bu farklı tutumu, filmlerinin ve özellikle oyuncularının perdede özgürce salınmasıyla sonuçlanıyor her seferinde. Meryl Streep bu filme kadar 1977'de başlayan sinema oyunculuğu kariyerinin başlarında olmasına rağmen altı yılda üç Altın Küre, iki de Oscar ödülü kazanmış genç bir oyuncu. Meryl Streep, Mike Nichols'le birlikte gözüme hep daha serseri görünmüştür. Silkwood her anı ve her sözüyle mühim bir film olmasının yanında mükemmel bir Meryl Streep resitalidir.
Texas'ta bir plütonyum işleme tesisinde üretim görevlisi olarak çalışan Karen Silkwood (Meryl Streep) diğer çalışanlar gibi büyük bir radyasyon riski altında çalışmaktadır. Birbiri ardına görülen vakaların ardından Karen de defalarca radyasyon yanıklarına maruz kalır. Bu süreci basına yansıtmaya karar verdikten sonra istenmeyen kişiye dönüşür ve diğerlerinin ciddi tepkileriyle karşılaşır. Karen bu süreçte kararlıdır ama işler istediği gibi gitmeyecektir.
İlişkileri büyük ciddiyetle anlatan ve onları toplumsal bir olgu olarak sinemanın konusu haline getiren önemli yönetmen Mike Nichols bu kez de yaşanmış bir olayı olgusallaştırıyor. Bir yönetmen her seferinde aynı konuyu değişik açılardan incelemekle yükümlü değildir elbette, fakat tutarlı olmasını beklediğim bir şey varsa o da anlatım tutkusunun konu seçmemesidir. Bu tutkunun Mike Nichols'e ait olduğunu karakterlerin gerçekliğinden anlayabiliyorsam benim için bu gerçek bir Nichols filmidir. Filmin temelde iki mekanı var. Bir Plütonyum işleme tesisi ve ana karakterin yaşadığı ev. Evi işyerinden soyutlamadan ayrı kılabilmek büyük bir başarı. Kurt Russell ve Cher ev kısmında başka bir anlatım zenginliğinin zeminini oluşturmada Meryl Streep'le birlikteler.
Silkwood, Mike Nichols filmlerinde karşılaştığımız gibi zemininde sınıfsal bakış bulunan bir film. Karakterlerini zengin kılan şey bu. Bu film özelinde senaryoya konu olan radyoaktif tehlikeyi konuşturması başlı başına kıymetli. Radyasyon meselesine dair gündem hep taptaze. Basın da hükümet de bu sahtekarlığın bir parçası. Silkwood bu konuda gerçeğin acı bir tablosunu çiziyor. Ajite etmeden, dimdik durarak, gerçekçi bir biçimde hangi tarafta olmamız gerektiğini bir kez daha gösteriyor.
Adet edindiğim üzere Oscar adayları açıklanır açıklanmaz
listedeki tüm filmleri bir çırpıda izleyip yorumlarımı paylaşıyorum. Kimi zaman
yazmak için geç kalsam da çevremdekilere filmlerle ilgili tavsiyelerimi aktarıyorum.
Sinema sevdalısı ve 30 yaş üstü bir insansanız Mel Gibson gibi önemli bir ismin
filmine Oscar listesinde rastlamak güzel bir sürprize dönüşüyor.Açıklamalarıyla birçok çevrenin hedefi haline
gelen Gibson, oldukça uzun bir aradan sonra yeni bir filmle, yine bir dönem
filmiyle karşımızda.
Girişte, Mel Gibson’ı filmin bir adım ötesinde
değerlendirmiş olmamdan da anlaşılacağı gibi, filmin pek elle tutulur bir
tarafı yok. Savaş ve aksiyon filmi sevenler için taze bir kan olsa da klişe
hikayesiyle, yenilik peşindeki sinemaseverleri hayal kırıklığına uğratabilir.
Savaş Vadisi, Mel Gibson’ın savaşla inancı aynı bağlamda değerlendirdiği, Trump
kafasındaki amerikalıların pek seveceği, ama iki sene sonra kimsenin adını bile
hatırlayamayacağı bir hristiyanlık propagandası olmaktan öte değil.
Belirli bir noktaya kadar karakteri tanıtmak, karakterin
sivil hayatına ufak bir aşk hikayesi eklemek, bunu idealizmle süslemek ve
karakteri savaş alanına yollamak.. Bütün bunlar Pearl Harbour’la birlikte
bitmesi gereken klişeler yumağı değil de nedir? Mesele sadece bu da değil. Senaryo, geçmişi zorluklarla geçmiş baba figürü, kardeşlik miti ve diğer her şey havada. Savaş Vadisi her anlamda plastik bir film diyebilirim. Savaş filmlerine karşı özel bir
ilgisi ve iki saati aşkın boş zamanı olan herkese izleyebilir.
Bir süredir Cronenberg sineması üzerine bir şeyler yazmaya
ve filmlere tek tek göz atmaya çalışıyorum. Cronenberg’in türler arası disiplinleri nasıl kullandığını hep birlikte
görüyoruz. Gizem dolu dramalardan tutun, neredeyse sovyetik bilim kurgulara ve
asla tatmin olamadan yeni deneyimlere yol almayı çok seven bir yönetmenle karşı
karşıyayız. Tüm filmografisi içinde ve tüm bu türlerle aslında benzer konuları
anlatmaya çalışıyor Cronenberg. Bugün sıra, tüm filmografisi içinde en farklı
yerde duran filme geldi sanırım. En azından şimdilik..
Kronoloji açısından bir tutarlılık
sezinlemiş olduğumdan değilse de bir önceki filmi olan Çıplak Yemek’teCronenberg, 1950’lerin cadı avı dönemini konu
edinmişti. Şimdi sıra 1960’larda Çin’le Amerika arasındaki tuhaf ilişkiyi tuhaf
bir konuyla dahil ediyor sinemasına. Konu tuhaf olsa da yönetmen, ilk kez saf
bir dramayla Amerikalı izleyiciye nispeten daha anlaşılır bir film hediye etmiş
oluyor.
1960’ların Çin’inde diplomat olarak
çalışan Rene Gallimard (Jeremy Irons), ilk kez izlediği Madame Butterfly’ın final sahnesinde
opera sanatçısı Song Liling’e (John Lone) çarpılır. Her anı sadece Song’u düşünmekle geçen
adam bir süre sonra onu elde etmeyi başarır. Uğruna karısını bile terk ettiği
Song’un casuslukla suçlanması üzerine büyük bir ayrılık yaşasalar da tekrar bir
araya gelirler. Mutlu yaşantılarına
kaldıkları yerden devam etmelerinin önünde başka bir engel belirir. Bu kez
ikisi de casusluk suçlamasıyla hapse atılır ve daha önemlisi Song’un kadın
kılığına girmiş bir erkek olduğu ortaya çıkar. Bu olay Gallimard için yolun
sonu olacaktır.
Filmin adının Madame Butterfly olmaması da konusundan
kaynaklanıyor. Bir cinsiyet göndermesi yani. Bu filme özgü değil ama gerçek bir olaya dayanan bir
konuyu Cronenberg, başka bir alana çekip kendine has bir gizeme büründürüyor ve
bunu da harikulade bir biçimde yapıyor. Gerçek olayda iki kişi de birbirinin
cinsiyetinden tam olarak haberdar iken Cronenberg’in filminde oyun içinde oyun
ve aşka tuhaf göndermeler gayet şık kurgulanmış.
İşin tuhaflığı aslında tam olarak şuraya dayanıyor;
sürprizli bir final için seçilen oyuncu John Lone. Yani izleyicilere uzak
olmayan bir oyuncu. Bir nevi sürpriz olmayan bir sürpriz vetam bir Cronenberg işi. Yine de bu yazı
kesinlikle Jeremy Irons’la bitmeli. Sinema tarihinde apayrı bir yeri olan bir
oyuncu olması şöyle dursun, bu filmde can verdiği karakterle onu ağzınız açık
izliyorsunuz. Cronenberg bir yönetmenlik dersi veriyorsa büyük pay sahibi
Jeremy Irons’tır.