Cinepopularica: 2003
2003 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2003 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Kasım 2020 Cumartesi

Lost in Translation / Bir Konuşabilse 2003



Yalnızlık paylaşılır


https://cinepopularica.blogspot.com/2016/10/lost-in-translation-bir-konusabilse-2003.html

Sofia Coppola’nın yazıp yönettiği film, beni gecenin bir vakti koltuğa çiviledi. Amerikalı yönetmenler arada bir de olsa basit ve insani hikayeleri itinayla anlattıklarında, coşkum ikiye katlanıyor, belki bir sebebi de bu. Ana akım sinemanın en önemli temsilcileri, film ritmi ve temposu konusundaki birikimlerini duyguyla birleştirebildiklerinde bambaşka bir sinemayla baş başa kalıyoruz. Nadiren oluyor, oldu mu tam oluyor. İletişimsizlik ve bunalım söz konusu olduğunda abartının dozu öylesine kaçıyor ki, dayatılanın dışındaki filmleri ancak tesadüfen keşfedebiliyoruz. Tükenmişlik sendromu üzerine çok ama boş konuşulan günlerde ruhsal bunalım, yolculuk ve uzak diyarlarda bulunan ruh eşi, aynı zamanda bir imkansız aşk gibi temaları işleyen filmler de var. Sofia Coppola, hayatın kısa ve öngörülemez anlarına sıkışan insanın hakiki yalnızlık anlarını mükemmelen anlatıp bir modern çağ klasiği yaratıyor.

https://cinepopularica.blogspot.com/2016/10/lost-in-translation-bir-konusabilse-2003.html

Orta yaş bunalımını aşmaya çalışan ünlü aktör Bob Harris (Bill Murray), bir viski firmasından aldığı reklam teklifi için Tokyo’ya gider. Tokyo’da çalışan Amerikalı bir fotoğrafçının (Giovanni Ribisi) genç eşi Charlotte (Scarlett Johansson) ise iki yıllık evliliğinde bunalıma girmiş ve eşiyle iletişim kuramaz hale gelmiştir. Aynı otelde kalan Amerikalılar birbirilerine tutunur ve aralarında çıkarsız bir arkadaşlık bağı kurulur. Son zamanlarda eğlenmedikleri kalan eğlenen Bob ve Charlotte, iletişimin imkansız olduğu ilişkilerinde aşktan da üstün bir şey yaşadıklarını bilmektedirler. İki insanın birbirini asla anlayamayacaklarına ve iletişimsizlikte Babil Kulesi metaforuna atıfla başlayıp uzayan bazı yazılar okudum bu film hakkında. Filmin o berrak ve basit ruhunu zedelemekten başka işe yaramıyorlar, film bu entel zırvaları elinin tersiyle iten karakterleri konu ediniyor zaten. Başka bir ülkede, başka bir kültürde ve özellikle her şeyin hızla aktığı zamanlarda, yavaşlayıp birbirine rastlayan insanların filmi bu. 

https://cinepopularica.blogspot.com/2016/10/lost-in-translation-bir-konusabilse-2003.html

Hikayenin Tokyo seçimi, birçok anlamda oldukça akıllıca. Yabancılaşmayı anlatırken izleyiciye karşı daha anlaşılır olma fırsatı sağlıyor. Zamanın hızla akıp geçtiği, iki Amerikalının bile yabancıya dönüşebileceği daha sembolik bir kaos sembolü şehir bulunamazdı sanırım. Dışarıda kalma hali büyük planda herkesi, film evreninde Charlotte ve Bob Harris'i kapsıyor. İyi filmlere has olan türler arası geçirgenlik meselesi sayesinde drama ve komedi aynı sahne içinde harmanlanıyor. Herkesi o yabancılaşmanın içine dahil eden bu tarafından, özellikle ve uzun uzun bahsetme sebebimi izleyince anlayacaksınız, zira kimi duyguların görsel bir ritme ihtiyacı var. O sırada 53 yaşında olan Bill Murray ve  henüz 19 yaşında olan Scarlett Johansson muhteşem bir dünya yaratmışlar. Eternal Sunshine of the Spotless Mind evreninde bambaşka bir farkındalıkla oynayan Jim Carrey ve Kate Winslet gibi. Bill Murray’nin bu filmdeki oyunculuğuyla ilgili birkaç yazıya rastlamıştım, şimdi bu yorumların az bile olduğunu düşünüyorum. Scarlett Johansson da genç güzel ve seksi kadın kalıbından taşarak çok sayıda kaliteli filmde yer aldı. Filmin çarpıcı yalınlığını yakalayabilmek için yeterli miktarda yalnızlık, umut ve gece vakti tavsiye edilir.



Filmin Fragmanı

14 Ocak 2018 Pazar

Carandiru (2003)


Bir hapishane klasiği



Hector Babenko  oldukça başarılı olan ilk dönem filmlerinin ardından özellikle bu filmle, Carandiru'yla, tanındı. Filmografisine Pixote ile başlamış ve politik sinemanın çok önemli bir örneği olduğunu söylemiştim. Yazıyı okumanızı dilerim. Fernando Meirelles'in Tanrıkent filmine esin kaynağı olan Pixote'nin yönetmeni, kadere bakın ki 2003 yılında çektiği Caranridu'yla, 2002 yılında çekilen Tanrıkent'e öykünen bir film gibi lanse edilmişti. Hektor Babenko'nun sinematografisinin en tanınmış filmi Carandiru, aslında Hector Babenko sinemasının tipik bir örneğidir. 


Carandiru, gerçek bir olaydan esinlenilerek filme aktarılmış. 1992 yılında Sao Paolo kentinin Carandiru adlı meşhur hapishanenesinde çıkan isyan, yaklaşan seçimlerde iktidar partisinin prestij kaybetmemesi için son derece vahşice bastırılmış ve 111 mahkum katledilmiş. Filmin finalindeki isyan ve akabindeki katliam sahnesi, film boyunca hazırlandı. Mahkumların hikayelerini dinledik, Doktor karakteriyle birlikte onların kırılgan yanlarını izledik. Yönetmen bizi mahkumların tarafını tutmaya yakınlaştırdı. Oysa tarafını tutmaya itildiğimiz mahkumların geçmişi oldukça karanlıktı. Bu da tuttuğumuz tarafa karşı bizi yabancılaştırıyordu. Hector Babenko işte bu büyük çelişkiyi çok başarılı bir şekilde kullanıyor filmlerinde. Karakterlerine karşı yakın ve uzak tutma biçimi onu özel kılıyor. 


Filmin dramatik yapısı Pixote'de olduğu gibi çok karakterli tasarlanmış. Orada Pixote tarafından gözlemlenen Dünya burada Doktor karakterine devredilmiş, yine konuyu özet geçmek mümkün değil yani. Carandiru adlı kötü şöhretli hapishaneye atanan bir doktorun, her biri ayrı geçmişe sahip mahkumların hikayesini dinleyip onları tedavi etmeye çalışması konu ediliyor. Finaldeki durumdan zaten bahsettim. Babenko, filmi yine uzun tutmasına rağmen çok karakterli yapı, hikayeler ve isyan bu süreyi hak ediyor. Hatta filmin destansı tavrı bunu gerektiriyor. Destansılığı tavır olarak kullanıyorum, yoksa olayın destanlıkla alakası yok. Gerçekten değerli bir film, izlemeniz dileğiyle.


Filmin Fragmanı


31 Mayıs 2016 Salı

Oldeuboi / İhtiyar Delikanlı 2003



Dil yarası, en acı yara imiş


 Delikanlı 2003 yılında adından en fazla söz ettiren filmlerden biriydi. Garon Tsuchiya adlı Japon manga çizerinin hikayesinden uyarlanan film bana göre 2003 yılının en önemli filmiydi. Dünya’nın birçok festivalinde ödüller kazanarak fenomen olan film bugün bile öneri listemizin ilk sıralarında yer alıyor. Haklı İntikam ve İntikam Meleği ile birlikte oluşturduğu İntikam Üçlemesi'nin en görkemli filmi olarak bağımsız bir şöhrete kavuşmuş olan film modern bir başyapıt olarak unutulmazlar arasında yer alıyor.


Karmaşık konulardan, daha doğrusu gerçeğin içerisinde gerçeğin bir parçası gibi sunulan fantastik unsurlardan hazzetmesem de Old Boy bunun en güçlü istisnası. Önemli bir meseleyi tüm hatlarıyla kavramamızı sağlayacaksa, film bu tür uçtu kaçtı numaralarını pekala kullanabilir. Yeri gelmişken şunu da söyleyeyim ki serinin ilk filmi yönetmeni yeni arayışlara ittiyse ya da intikam temalı başka bir film yazmaya zorlayıp bizi bu filmle buluşturduysa Haklı İntikam’ı da öpüp başımıza koyalım.


Başını sık sık belaya sokan boşboğaz ve alkolik Dae-su Oh ( Min-sik Choi ), kızının doğum gününde kaçırılır. On beş yıllık esaretinin ardından salınan adam kendisini kaçıranlardan intikam almak için şehrin altını üstüne getirmeye ant içer. Bir restaurantta tanıştığı Mi-do (Hye-jeong Kang), onun hem sevgilisi hem de sırdaşı olur. Kendisini on beş yıl esir tutan Woo-jin Lee’yle (Ji-tae Yu) karşılaştığındaysa yaşamaktan çok ölmeyi arzulayacağı gerçekle yüzleşecektir.



Filmi defalarca izledim. Her seferinde yeni bir ayrıntıyla burun buruna geldiğim filmlerden müthiş bir haz alıyorum. Bir jest, bir mimik, herhangi bir nesnenin yeri.. her şey o kadar ince bir biçimde tasarlanmış ve kurgulanmış ki şapka çıkarmamak elde değil. Oyunculukların, özellikle Min-sik Choi'nin eşsiz performansının, görüntü yönetiminin, sanat yönetiminin, müzik seçiminin, her unsurun muhteşem olduğu bir filme kolay kolay rastlayamazsınız. İzlemediyseniz ve önünüzde izlenecek başka öenmli filmler varsa o filmleri bekletip Chan-wook Park’ın başyapıtı İhtiyar Delikanlı’yı izleyin.

Filmin Fragmanı