Cinepopularica: Drama
Drama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Drama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mayıs 2021 Cumartesi

Gelincik (2020)

 

Gelincik: Caniler de yanar



gelincik-2020-netflix-orcun-benli-ahmet-mumtaz-taylan-kaan-yildirim-bulent-emrah-parlak-gelincik-film-elestirisi

Orçun Benli'nin altıncı uzun metraj filmi olan Gelincik, pandemi dolayısıyla Netflix'te vizyona giren filmlerden biri. İçinde bulunduğumuz tam kapanma günlerinde Orçun Benli'nin Gelincik filminin arka planındaki hikayeyle tesadüfen aynı günlere denk gelen bir 90'lar hesaplaşmasını YouTube üzerinden izlemekteyiz. Yurt dışındaki Sedat Peker, 90'lı yılların derin devlet sembolü olarak anılan Mehmet Ağar'la hesaplaşırken 90'lara dönüp aslında neler olduğunun muhasebesini tekrar yapmamızı sağladı. Daha doğrusu o yılları bilmeyen, sol geleneğe de hakim olmayan insanların öğrenmesine vesile oldu diyelim. Tüm bu bol şifreli mesajlaşmaların ve omerta dedikleri sessizlik yasasını bozmalarının üzerine Orçun Benli'nin Gelincik filmi tuz biber ekti. Orçun Benli'yle aynı kuşaktanız. Her gün yeni bir suikastın, kundaklamanın, katliamın sistemli biçimde yaşandığı 90'lar, bizim çocukluğumuzu erkenden politik bir oyun bahçesine dönüştürdü. O bakımdan filmin hafızaya yaptığı vurguyu önemli bulduğumu söyleyerek başlamak isterim. Bu anlamda ana karaktere verilen Ayhan adının da suikastçı özel harekâtçı Ayhan Çarkın'dan ödünç alındığına inanıyorum. Filme geçersek, Netflix'in tercih ettiği yerli filmlerde final sürprizini (final twist) ön koşul haline getirip getirmediğini de merak ediyorum. Uluslararası izleyici için yeni dönemde, ana akım bir Türk filmi formu yaratmaya çalışıyorlar sanırım. Geçen ay Kağıttan Hayatlar'ı konuşurken yine bir hafıza-şizofreni ve sürpriz sonlu filmden söz ediyorduk. Azizler keza hafıza üzerineydi. Gelincik filmi bu anlamda iyi bir zeminin üzerine oturdu. Tüm bu olumlu ön izlenimlerin yanında filmle ilgili birtakım olumsuz yorumlarımın da olduğunu şerh düşerek başlamak isterim. 

gelincik-2020-netflix-orcun-benli-ahmet-mumtaz-taylan-kaan-yildirim-bulent-emrah-parlak-gelincik-film-elestirisi

Gelincik, jeneriği dahil, 78 dakikalık süresini oldukça etkin kullanan bir film. Özellikle yerli filmlerin başat sorunu olan ikinci perdedeki sarkma, yani giriş gelişme ve sonuç üzerinden hareket ettiğimizde gelişme bölümünün insanı bezdirmesi, bertaraf edilmiş. Filmin ilk perdesi, yani 15 dakikası, yeni dönem İspanyol polisiyelerinden alışık olduğumuz bir hız barındırıyor. Kurgusu ve özellikle müziğiyle çok farklı bir tür filmi olarak başlıyor. Türe aşina olanlar Oriol Paulo'yu zaten anımsayacaklar. Bir müddet sonra ise olanlar oluyor ve filmin ritmiyle temposunda başka bir tercihe gidiliyor. Yani filmi sanki yönetmenden bağımsız çalışan birkaç kurgucu bağlamış gibi. Halbuki hem kurgu hem de görüntü yönetimi tarafına ciddi övgülerim var. Yerli sinemamız için öne çıkarmak istediğim söylem öncelikle yenilik arayışından kaynaklıdır. Nasipse Adayız için de aynısını söyledim. Yeni ama sarsıntılı bir söz söylemek, garantici bir doğruluktan daha önemli olmaya başladı. Şehirlilerin taşra hikayeleriyle ödüller toplandı. İran ve Sovyet sinemasının mahsulleri alındı, fakat artık çeşitliliğe yer verilmesi şart. Bu bakımdan Gelincik için Orçun Benli'nin çabasını önemli buluyorum. Ancak, filmin aşama aşama farklılaşan bir anlatım biçimi sorunu olduğunu da söylüyorum. Bir diğer mesele ise filmin hikayesi. Finale kadar ara ara karakterin şizofrenisinin ipuçları veriliyor. Finaldeki şaşırtmaca o sebeple cılız kalıyor, ancak hikayenin de başlı başına zayıf ve ilk akla gelen hikayelerden biri olduğu ortada. Karakterin karısı kendi canına kıysın, karakter de kafayı yesin. Biçimdeki övgüm, içerikte kendisini yergiye bırakıyor. Tüm olan bitenin 90'ların bir yanıyla da cümbüşlü tarafını görmezden gelmesi, dış dünyayla ilişki kurmadan soyutlamacı bir atmosfere meyletmesi filmi epey tekrara düşürmüş. 

gelincik-2020-netflix-orcun-benli-ahmet-mumtaz-taylan-kaan-yildirim-bulent-emrah-parlak-gelincik-film-elestirisi

Ahmet Mümtaz Taylan'ın gençliğini Kaan Yıldırım'ın oynaması fikrini biraz tuhaf bulmadım dersem yalan olur. Kaan Yıldırım tercihi, kötülüğün iyi bir surette de görünebileceği tezi üzerine kurulmuş, ama bu da özdeşleşme ve bağ kurma fırsatına ters düşüyor. Temiz bir yüzün kirli işlere bulaşmasını, karakterin acısını, pişmanlığını ve finalde başkalaşmasını izliyoruz. Kirli bir yüze sahip iyi bir aktör sayesinde film kendisini bir nebze kurtarabilirdi. Kaan yıldırım, filmin karanlık tonunu, trajedisini kaldırabilecek bir aktör değil. Filmin hikayesi hakkındaki düşüncem, diyaloglar konusunda da aynı. Özellikle ikinci perdedeki zorunlu durağanlık esnasında karakterlerden, oturmamış tiyatral tiratlar duyuyoruz. Gelincik'in diyalogları benim açımdan büyük bir hüsran oldu. Kaan Yıldırım'ı ne kadar yetersiz bulduysam Ahmet Mümtaz Taylan'ı da o kadar sıkılmış buldum. Rolü ele alırken o karakterin değil de kendisinin bezginliğini izliyor gibiyim son zamanlarda. Nuh Tepesi'ndeki Haluk Bilginer gibi Gelincik'teki Ahmet Mümtaz Taylan da yeteneğini cepten yemeye devam ediyor. Bu arada Ahmet Mümtaz Taylan'ı kesinlikle Haluk Bilginer'le aynı ligde görmüyorum. Ahmet Mümtaz Taylan'ı sadece Uğur Yücel'in Yazı Tura'sında beğenmiştim. Toparlarsam; filmin biçim ve teknik açıdan yenilikçi, içerik ve hikaye anlatıcılığı konusunda bir o kadar yetersiz olduğunu düşünüyorum. Yine de biçimdeki yenilik çabasının çok daha mühim olmaya başladığını eklemek isterim. Hikaye, diyalog, cast çalışması aşılır. Biçimdeki konfor alanını değiştirmek ise epey zaman alır. 

Filmin Müziği



Filmin fragmanı

6 Şubat 2021 Cumartesi

Nomadland (2020)

 3 dakika okuma süresi


Rüzgardaki kökler


Nomadland (2020)

Fern (Frances McDormand), minibüsüne biner ve What Child is This? ilahisini mırıldanarak hikayesini anlatmaya başlar. Bu, tanrıya ve doğaya sığınma temalı meşhur bir yalnız çoban ilahisidir aynı zamanda. Nomadland, sinemaseverlerin uzun süredir gösterime girmesini bekledikleri bir film. Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan, Toronto Film Festivali'nde People's Choice Award (Halkın Seçimi) ödüllerini kazandıktan sonra beklenti ister istemez arttı. Birçok sinema yazarı tarafından 2020'nin en iyi filmi olarak lanse edildikten sonra filmin etrafındaki merak halkası daha da büyüdü. Vizyonu merak konusu olan film, önerilmeyen mecralarda gösterilmeye başlanınca bir şekilde hakkındaki yazılar çiziler de kendilerini göstermeye başladı. Amerika Kıtası içinde katıldığı hemen her festivalden bir şekilde ödülle dönen film, daha çok başrol oyuncusu Frances McDormand'ın eşsiz oyunculuğuna atıf yapılarak öne çıkarılmıştı. Şimdiye kadar kazanılan ödüllerin ağırlığına dayanarak bu yıl bir şekilde gerçekleştirilmeye çalışılan Oscar ödül töreninde muhtemelen en iyi kadın oyuncu ödülü Frances McDormand'a gidecek. Çinli kadın yönetmen Chloé Zhao tarafından Jessica Bruder'ın aynı adlı kitabından uyarlanan film, kahramanın yolculuğu temasına ve klasik drama çatısına kökten karşı gelen bir varoluş anlatısı. Bu anlamda klasik anlatıya ve bilhassa aksiyona meyleden seyirciyi büyük hayal kırıklığına uğratacağına şüphe yok. Ancak, varoluş anlatılarına karşı özel ilgi duyan benim gibi sinemaseverler için bile, filmin kimi yönlerden ciddi ciddi eleştirilecek, tatminsizlik yaratabilecek yanları olduğu su götürmez bir gerçek.

Nomadland (2020)

Nevada kırsalında uzun yıllardır istihdam yaratan bir alçıpan şirketinin iflasının ardından yersiz yurtsuzlaşıp minibüs ve karavanlarında yaşam mücadelesi veren bir grup insandan biri de Fern'dür. Sadece ufak ve soğuk minibüsüne değil, hayata da sığmakta zorlanan Fern (Eğrelti otu anlamına geliyor) yerleşik bir ev düzenine geçmeye ısrarla karşı gelerek boşlukta ve tek başına olmanın akışına kendisini kaptıracaktır. Chloé Zhao' nun kurduğu dünyada Fern yani Frances McDormand harici ünlü bir oyuncu bulunmuyor. Diğer oyuncular kendi adları ve çoğunlukla kendi dünyalarıyla filmin bir parçası oluyorlar. Bu anlamda filmin belgesel gerçekliğini arayan ve bir şekilde kurgunun temsil dünyasını yıkmayı hedefleyen güçlü bir tarafı olduğunu söylemeye gerek kalmıyor sanırım. İşte tam bu noktada hedeflenenle var olan arasında derin bir boşluk yaşadığımı söylemeliyim. Filmin dramadan uzaklaşma iddiası çoğu kez izleyiciyi dramaya ve yalnızlık pornosuna iten müzikal bir estetikle hasara uğratılıyor. Yani boşlukta salınan bir karakter için sürekli ''Bakın ne kadar çaresiz, ne kadar da yalnız'' diyen bir alt metin söz konusu. Ama daha da önemlisi filmin politik argümanının sakat oluşu. Yoksulluk ve çaresizlik, Zhao'nun evreninde tercih edilen bir şey gibi anlatılıyor. Tercihen yalnızlık, tercihen yoksulluk, tercihen tecrit. Son derece sorunlu ve küstah bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum. Fern, Amerikan sinemasında eşi benzeri olmayan bir karakter değil. Müthiş emsallerini sayabiliriz. Mesela 1970 yapımı Bob Rafelson şaheseri olan Five Easy Pieces filminde  boşlukta salınan işçi sınıfından Robert'in kurgusal yaşamı, Nomadland'de  Fern tarafından devralınıyor diyebiliriz. İki film arasındaki duygudaşlık bu manada Amerikan sinemasının güçlü birer reddiye örneği olarak ortaklaşıyor. Yalnız, bu noktada kadın karakterin tercih edilmiş yalnızlık ısrarı görece yeni bir fikir ve dönemin ruhuna da son derece uygun. Bunu şerh olarak düşmekte fayda var. Karakteri kadından seçerek her türlü sınıfsal çarpıklığı meşru gösterebileceğimiz yeni bir dönem var ne de olsa!

Nomadland (2020)

Fern karakterini genellikle sabit kamerayla, minimalizmin sularında izlediğimiz için bahsettiğim belgesel gerçekliği arayışı bu noktada görsel olarak da geri planda kalıyor. Fern'le ve onun hem sınıfsal hem de iradi yalnızlığıyla ortak olma biçimimiz Dardenne Kardeşler'in yaptığı gibi bizi o dünyanın içine çeken bir tavırdan yoksun. Yönetmen Chloé Zhao'nun kamera tercihleri izleyiciye bunun bir drama olduğunu gizliden gizliye telkin ediyor. Yalnızlık anlarında devreye giren duygu yüklü müzikler de cabası. Bunlar benim gibi Avrupa sinemasıyla teması güçlü olan izleyiciler için ayrıntı olarak da nitelenebilir. Kişisel bir izleme deneyiminden söz ediyoruz sonuçta. Amerikan bağımsız sinemasının Avrupa sanat sinemasının teknik kodlarıyla bire bir örtüşmesi de gerekmiyor. Sonuçta filmin, her şeye karşın sinema salonlarında, platformlarda ve yıllar sonrasında yine Amerikalı izleyiciyle temas kurabilecek yönlerinin olması elzemdir. Karaktere başka bir biçimde yaşamın imkanı sunuluyor, bir aile ortamında yaşama fikrini birkaç defa duyuyoruz. Fakat karakterimiz bunlara itibar etmeyen bir ruha sahip. Özgür irade ve yolda olma hakkını birinci ağızdan duyurması, iyiliğe ve kötülüğe dair tarafsızlığı bu filmi sınıfsallıktan koparıyor. Acıklı müzikler ve gün batımı detaylarıyla tam olarak neye içimizin parçalanmasını istedikleri ise meçhul.  Filmde yalnızlar da, aileler de, göçerler de, yerleşikler de aynı oranda mutlu ya da değil. Son yıllarda Dogman'daki Marcello Fonte'nin muhteşem performansıyla birlikte anabileceğim en iyi oyunculuk performanslarından biri Frances McDormand'a ait. Bahsettiğim her şeyin ötesine bu güzide oyuncunun hikayeyi zenginleştirme çabasını yerleştiriyorum. Oscar ödülü hem Frances McDormand'a hem de Çinli çelik milyarderinin kızı Chloé Zhao'ya hayırlı olsun. 

Filmin fragmanı

24 Aralık 2020 Perşembe

Unagi / Yılan Balığı 1997

2 dakika okuma süresi


Cinnet ve ötesi


Unagi / Yılan Balığı  1997

Unagi belki de Imamura'nın en bilinen filmi. 90'lı yılların en iyi filmlerinden biri olduğuna ise şüphe yok. 1997 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'yi Abbas Kiarostami'nin Kirazın Tadı filmiyle paylaşan Unagi, aynı zamanda Imamura sinemasının ruh halini anlama kılavuzu gibidir. Shohei Imamura, kendi halkının duygularına ve gerçeğine o denli hakim bir yönetmen ki, yıllar yılı naifliğine methiyeler düzdüğümüz Japon insanının cinnetini kusursuz bir gerçeklikle anlatıp, o tarafı bizimle buluşturdu. Samuray filmlerindeki şiddet unsuru bir çeşit western tiyatralliği barındırdığı için daha çok hakiki ve modern Japon insanının şiddet ve gurur eğiliminden bahsediyorum elbette. Neden Imamura' nın özeti gibi diyorum, çünkü cinnet, intikam, gurur ve bekleyiş tüm filmlerinin mütemmim cüzüydü zaten. Yılan Balığı'nın farklı ve ayrıksı tarafları da var. Vurucu bir film olarak şok edici bir başlangıç yapmasına rağmen bu şoku karakterinin normali haline getiriyor. Bu normallik filmin sonuna kadar sürüyor. Karakterimiz cinnet halinde ya da inzivâdayken aynı oranda insan kalıyor. Bu değişimsizlik, bizim kafa yormadığımız bir gerçekliği işaret ediyor. Karakterin yolculuğu formülüne itibar etmeyen ama ona farklı kapılar açan bir yaklaşımdır bu. Imamura, rahatsız edici gururun sükûneti nasıl olursa, işte bunun dersini veriyor Unagi'de. 

Unagi / Yılan Balığı  1997

Balık avından döndüğünde karısını başka bir adamla kendi yatağında gören Takuro (Koji Yakusho), büyük bir cinnet sonrası gözünü bile kırpmadan acımasız bir cinayet işler. Olay sonrası sakin bir biçimde  polis karakoluna teslim olan Takuro, yıllar süren hapis yıllarından sonra tahliye edilir. Hapishane'de kendisine arkadaş olarak yılan balığı besleyen Takuro, uzak bir kasabada berberlik yapmaya başlar ve Bayan Keiko'yla (Mitsuko Baisho) tanışır. 

Unagi / Yılan Balığı  1997

Imamura filmlerinde mutlaka hayvan imgesine rastlarız, özellikle de balıklara. Hayvanlarla insanları davranış bakımından ayrı değerlendirmez, insanı daha iyi anlatabilmek için bir anlatım yolu olarak kullanır onları. Takuro, filmde yıllar süren hapishane ve geçmiş deneyimine bir yılan balığı sayesinde katlanıyor. Bu unsuru Alcatraz Kuşçusu'ndan da hatırlarız. Hapishane filmlerindeki avluda güvercin (Özgürlük özlemi) imgesinin zıttı olarak (balığı) bir mekana sıkışmanın temsili olarak görebiliriz. Ancak Yılan balığının karakteristik özelliği intikamcılığı ve mücadeleciğidir. Eğer zıpkını sallayıp da vuramazsan o balık artık senin düşmanın olur ve mutlaka saldırır derler, kaçtığındaysa hayal edemeyeceğin kadar uzaklaşır. Tıpkı ana karakter Takuro gibi. Takuro yeniden sevmeye, yeniden alışmaya çalışarak takıntılı olduğu yılan balığından ayrışmaya çalışsa da aslında her yönden ona benzemektedir. Nihayetinde Unagi büyük ve özel bir film. Japon sinemasında en sevdiğim filmlerden olmasının yanı sıra, 2000'li yılların Güney Kore sinemasına da kılavuzluk eden filmlerden biri olduğunu düşünüyorum. Shohei Imamura'nın diğer filmleri için lütfen linki tıklayın.

Filmin Fragmanı                                                                           

    Filmin Müziği


  

20 Aralık 2020 Pazar

His House (2020)

2 dakika okuma süresi


Huzur, uzak bir temenni


His House 2020 netflix 1 Cinepopularica.jpg

Dünyayı kilitleyen pandemi dolayısıyla askıya alınmış olsa da, gelişmiş olarak nitelenen ülkelerin yoğun bir yabancı işçi alımı ve mülteci kabul oranı söz konusu. Yaşlı nüfusları ve diğer gelişmiş ülkelerle rekabet zorunluluğu bir varlık tehditi yaratınca, tanımadıkları ülkelerin vatandaşlarına kucak açıp, onları entegre ederek ikinci sınıf da olsa  muteber birer vatandaşa çevirme niyetindeler. His House hem bu mülteci meselesine bakıyor hem de geçmişin, hatıraların ve acıların insanlar üzerine nasıl karabasan gibi çöktüğünü gözler önüne seriyor. Anımsayanlar çıkacaktır, His House, Tolga Karaçelik'in Kelebekler filmiyle drama dalında en iyi film ödülünü kazandığı 2018 yılı Sundance Film Festivali'nde NHK (Japonya Televizyon Kurumu) ödülünü kazanmıştı. Dünyanın görsel kültürüne katkıda bulunan, kültürel alışverişi destekleyen filmlere verilen bu ödül, gelecek film için lazım olan bütçeye ufak da olsa bir katkı sağlıyor. NHK fonu bu noktada önemli aslında. Çünkü filmde öne çıkarılan bir etno-kültürel yapı var. O yapının içine bir sene Arap mültecileri, diğer sene Afrikalı mültecileri yerleştirip senaryo şablonunda ufak değişiklikler yaparak yollarına devam eden uluslararası kültür sanat şebekelerinden söz edebiliriz. Özgün bir anlatım formunun peşinde değiller, cevap anahtarları ellerinde. Filmde, Afrika kara büyüsü, İngiltere kırsalında tutunmaya çalışan gariban Afrikalı imgesi, kara kıtanın kadim acıları görselleştiriliyor. Mülteci ve öteki olma durumunu psikolojik gerilimle harmanlayıp bir bütün haline getirmeye niyetlenen His House, finalde tekrar mülteci meselesinin özünü yakalamak istese de yetersiz kalıyor.

His House 2020 netflix 1 Cinepopularica.jpg

Güney Sudan'daki iç savaştan kaçıp, botlarla deniz aşırı bir yolculuğa çıkan Bol (Sope Dirisu) ve Rial (Wunmi Mosaku), sonunda İngiltere'ye iltica ederler. Kaçarken beraberlerinde getirdikleri, başka bir kadının çocuğu olan Nyagak (Malaika Wakoli-Abigaba), bu deniz aşırı yolculukta can verir. İngiltere'de kendilerine verilen evde mutlu bir gelecek kurmayı hayal etmelerinin hemen ardından ikisi de evden gelen garip sesleri işitip, duvar çatlaklarından kendilerini dikizleyen varlıklar görmeye başlar. Sürekli olarak Nyagak'ın pişmanlığını hisseden Bol ve Rial, bu durumu çözmek için sıra dışı bir yola başvuracaktır.

His House 2020 netflix 1 Cinepopularica.jpg

İnsanın geçmişiyle yüzleşip oradaki hayali imgelerle sürekli kavgasını anlatan 2014 yapımı çok başarılı bir film  vardı. Babadook adlı bu filmi tavsiye ederim. His House'un gerilim kısmında yapmak istediğini yapabilen en başarılı örnektir. Mülteci meselesini ve kaygı dolu arka planını anlatan yine 2014 yapımı The Good Lie filmini de ele alabiliriz. Babadook, psikolojik gerilimi arka planda kesintisiz devam ettiriyordu, The Good Lie ise mülteci olmanın bilinci sıfırlayan soğukluğunu. His House maalesef bu iki filmin ruh halini rafine biçimde eritemiyor. Niyeti o, fakat fazla aceleci, fazla açıklayıcı. Gündelik faşizm imgesi içeren bir sahneyle karakterin çevreyle kuramadığı bağı anlatmaya çalışmak yetersizliğe yol açıyor. Sudan'daki geçmişlerine dair klişe bir sahne izliyoruz. Dolgu malzemeleriyle psikolojik gerilime zemin hazırlanınca, hızla yaklaşan finale eksik ilerliyoruz. Oyunculuk da bu geçişi taşıyabilecek kadar güçlü değil maalesef. Senaryonun bu anlamda zaaflarla dolu olduğunu düşünüyorum. Bir noktada dramadan ve psikolojik gerilimden vazgeçiliyor, ses efektli korku filmine dönüşüyor. Sonra müzik altı sahnelerle izleyici yine hikayeye çağrılıp, oradan yeni bir mülteci draması inşa edilmeye çalışılıyor. Süresinin kısa olması ciddi bir avantaj. Bu anlamda şans verilebilir.

Filmin fragmanı

18 Aralık 2020 Cuma

Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas (1995)

2 dakika okuma süresi


Nihâyete adım adım


Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas (1995)

Mike Figgis, 1995 yılında çektiği Leaving Las Vegas filmine kadar, yaklaşık on yıllık yönetmenlik kariyerine birkaç iyi film, dizi ve belgesel sığdırmış, yaratıcı ve üretken bir sinemacı. Leaving Las Vegas'ı önce bir televizyon filmi projesi olarak tasarlar, hatta 35 mm yerine 16 mm kamerayla çeker, fakat yapım sırasında bunun bir sinema filmi olması gerektiğine karar verilir. John O'Brien'ın aynı adlı romanından ve senaryosundan hareketle, çekimler başlar. Yazar O'Brian iki hafta sonra intihar eder, çekimler durur. Projeyi rafa kaldırma düşüncesi tartışılırken, bu filmi ona adama kararı alıp devam ederler. Belli ki bir mesaj vermiş ve kendisini ölümsüzleştirmek için böyle bir yol seçmiş, ya da yazdığı filmdeki gibi adım adım o yola ilerlemiştir. Bu olaydan sonra başroldeki Nicolas Cage, filmdeki karakterine daha sıkı sarılır, hatta koluna bizzat John O'Brien'a ait kol saatini takıp, belki de metot oyunculuğunun gereğini yerine getirir. Yazara, yönetmene ve başrol oyuncusuna dair verdiğim tüm bu bilgiler filmin içeriğiyle tamamen örtüştüğü gibi, Nicolas Cage'e de ilk ve tek En İyi Erkek Oyuncu Oscar heykelciğini kazandırır. 

Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas (1995)

Senarist Ben Sanderson (Nicolas Cage), yanına oğlunu da alıp kendisini terk eden karısının ardından büyük bir bunalıma girer, ya da zaten öteden beri bunalımın içindedir. Delicesine içen ve içerek ölmeyi tasarlayan Ben, hayatının bu döneminde maddi sıkıntılar da çekmeye başlar. Yalnız kalmamak için teselliyi hayat kadınlarında arayan Ben'in yolu, bir gün Sera (Elisabeth Shueadındaki bir hayat kadınıyla kesişir. Sera da geçmişinden gelen travmaları atlatmak için psikolojik yardım alan bir kadındır. Ben Sanderson'un bitik, çaresiz ve beş parasız halinde tanıdık bir şeyler bulan Sera'nın içinde şefkat ve aşk hisleri uyanır. İkisi de birbirine tutunacaktır. Ama Ben Sanderson delicesine içmeyi bırakamaz.

Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas (1995)

Adına dipsomani denen bir arızalı ruh hali var. Şişenin dibini görmek ve delice içmek anlamına geliyor. Filmin başından itibaren Ben Sanderson'un muzdarip olduğu hâl bu. Karısı ve oğluyla yolunun ayrılmış olduğuna dair bir sekans, sadece öfke dolu bir sahnedeki diyaloglarla -o da üstü kapalı olarak- kendisini belli ediyor. Nicolas Cage, karakteri çizerken çok iyi referanslar bulup metot oyunculuğu icabı alkolizmin sınırlarında gezinenlerle zaman geçirmiş. Bu sayede tehlikeli bir eşiği kolayca aşmış. Doğallık ile sarhoş parodisi arasındaki eşiği kastediyorum, zira senaryo buna o kadar müsait ki. Yazar O'Brian, sanki filmin başlamasını beklemiş, Nicolas Cage'i, Elisabeth Shue'yu ve yönetmeni test etmiş. Bakmış ki işler yolunda gidiyor ve film doğru istikamette ilerliyor, dünyayı terk eylemiş. Filmi başarılı kılan hemen hemen tüm faktörler yerli yerinde. Hatta 16 mm film kamerasının verdiği puslu ve bulanık doku bile filmin kirli duygusuyla bire bir örtüşüyor. Fakat filmin özellikle Amerika'da popüler olmasının iki önemli nedeni var. Biri Nicolas Cage'in Oscar ödülü, diğeri Roger Ebert'in Great Movies seçkisinde yer alması. Filmin müziklerini aşağıdan dinleyebilirsiniz.


Filmin fragmanı


Filmin Müzikleri


14 Kasım 2020 Cumartesi

Bir Başkadır (2020)

4 dakika 45 saniye okuma süresi



Bir transferans meselesi


Bir Başkadır (2020) Öykü Karayel

Yeri geldiğinde, hem nalına hem mıhına vurduğum içerik çukuru Netflix, 2020'nin sonuna yaklaşırken yılın son kıyağını yaptı. Daha önce 2017'de BluTv için Masum dizisini yaratan Berkun Oya, bu defa Türkiye'nin değişik sosyal, ekonomik ve inanç sınıflarından insan hikayelerini anlattığı Bir Başkadır'la karşımızda. Başrollerinde Öykü Karayel, Fatih Artman, Defne Kayalar, Funda Eryiğit, Tülin Özen, Alican Yücesoy, Derya Karadaş ve Settar Tanrıöğen gibi oyuncuların yer aldığı proje, yayınlandığı gün içinde büyük ilgi yarattı. Haber siteleri, sözlükler, YouTube kanalları, sosyal medya hesapları bu diziden başka paylaşım yapmaz oldu. Projenin ilk bölümü, Netflix'i ikna edebilmek adına bizzat Berkun Oya tarafından finanse edilerek çekilmiş, hazır hale getirilmiş ve sonrasında devam edilmiş. İlk bölümdeki fazladan özen ve estetik biraz bundan kaynaklanıyor muhtemelen. Elimden geldiğince, sürprizleri kaçırmadan yazmaya gayret gösteriyorum. Politik ve sosyolojik olarak türlü cenahtan gelecek eleştirilere açık bir dizi olacak. Fakat dizinin, dramatik çatısındaki vurguyu başarılı bulduğumu belirterek başlamak isterim. İnsan ve onun değerleri söz konusu olduğunda, ne maneviyatın ne maddeciliğin ne de bilimin tek ve mutlak değerlendirme kriteri olabileceği konusunda cesur bir söylem ortaya konuyor. 

Bir Başkadır (2020) Fatih Artman Funda Eryiğit

Henüz ilk karesinde, puslu bir ormandaki çalıların ortasından kameraya yaklaşan Meryem (Öykü Karayel), dizinin merkezdeki karakteri. Yeşilçam filmlerindeki, iffetini korumayı temel görev sayan, ama bir yandan da bastırdığı hayallerinin esiri olan genç kadın figürü bu defa başörtülü bir karakter. Her bölümde yeni bir hikayenin anlatıldığı, yani epizodik bir dizi değil bu. Adeta birbirinin sağlaması, hatta panzehiri olan olan karakterler, her bölümde değişik bir vesileyle ön plana çıkıyor olsa da dizinin eksen karakteri kesinlikle Meryem. Tüm bölümleri bitirdiğimde, diğer karakterlerin analizi iyice berraklaştı. Berkun Oya'nın Meryem ve ağabeyi Yasin'le (Fatih Artman) oluşturduğu alt sınıf, inanç ve itikat dünyası panoramasını derli toplu buldum. Fakat anlatının ve hikayenin oldukça gecikmiş olduğunu düşündüm.  Bayat demiyorum, ama gecikmiş. Meryem karakterinin temsil ettiği, hocadan medet uman, aslen işçi sınıfına mensup olup egemen sınıflara tapınan Yeni Türkiye tipolojisi üzerine tespit yapılacak yılları çoktan geçtik. Ayrıca, Hoca temsili, dizide bir anlam teşkil etmiyor. Maneviyatın sembolü ya da psikiyatrın antitezi olarak zararsız bir örnek gibi kalıyor. Hoca'nın (Settar Tanrıöğren) aileye verdiği zararın üzeri örtülmüş.

Bir Başkadır (2020) Defne Kayalar

Beyaz yakalılar için Türkiye sosyolojisi olarak niteleyebileceğim dizide, Peri (Defne Kayalar) karakterindeki Beyaz Türk psikiyatr tipinin, daha önce Meryem gibi bir karakterle karşılaşmamış olması, ve hakikati hızla idrak etmesi oldukça sembolik. Meryem'le temasından sonra kendi cenahından sanarak sırlarını açtığı Gülbin'le (Tülin Özen) olan seanslarında, diyaloglar üzerinden her şeyi açık açık dile getiren Peri, ister istemez şablonlaşıyor. Diyaloglar kör göze parmak sokarak her şeyi yazıya döküyor. Diziyi görsel olarak geveze bir Nuri Bilge Ceylan filmine benzettim. Bu düzeyde yüksek bir görüntü kalitesi, bir nevi illüzyon yaratıyor. Biçim, içeriğin epey önüne geçip ondan rol çalıyor. Bu görsel atmosferin önemli bir görevi de Yeşilçam filmleriyle kurduğu bağlantılar. Eski ve Yeni Türkiye kırılmasının aslında hiç yaşanmadığını, Yeşilçam dünyasının zaten koca bir karakter illüzyonu olduğunu düşündürüyor. Bir Başkadır'ın Meryem'i, İrfan Tözüm'ün Hülya Avşar'lı Fazilet'i, Aile Şerefi filminin Itır Esen'li Zeynep'i ve daha birçok ruhen yakın örnektir. Kaldı ki seçilen mekan, ahşap bir yapıdır, temsilen semboliktir. Türkiye'de öteden beri değişen tek şey biraz makyajlanmış kent imajı, daha da sertleşmiş gelir adaletsizliği ve elbette muhafazakarlaşan Türkiye'nin sembolü olan başörtüsü. Dolayısıyla bitiş jeneriğindeki ''Eski Türkiye'' görüntüleri, estetik olmasından çok, dizinin düşünsel zeminine katkı sunması açısından mühim.

Bir Başkadır (2020) Öykü Karayel

Defne Kayalar'ın muhteşem oynadığı Peri karakteri bağlamında, elitizm ve Beyaz Türkler anlatısının yeni olmadığını söyledim. Berkun Oya, toplum kesitlerinden seçtiği örneklemlerden biri olan Beyaz Kürtler yoluyla, sinemamızda anımsadığım kadarıyla hiç vurgulanmamış bir alana da giriyor. Türkiye'nin lümpen yeni zengin tipolojisinden Muhafazakar Kürt Gülan (Derya Karadaş) ve onun Beyaz Türkler arasında iyi ''kamufle olmuş'' Beyaz Kürt kız kardeşi Gülbin (Tülin Özen), Türkiye'nin sinema camiası içinde film üreten Kürtlerin de nedense hiç kurcalamadığı tipler. Berkun Oya gibi iyi bir yazarın bu hikayeyi on yıldan uzun bir süre önce aklına düşürüp, çekim fırsatını yeni bulduğunu düşünmek istiyorum. Meryem'in ağabeyi Yasin üzerindeki komando vurgusu, başörtüsü ve yerel cemaatlerin etkisi gibi konular, 2002-2010 arasında yoğun olarak gündem olmuş, şu an konuşulduğunda üzerine yeni bir şey eklenemeyecek alanlar. Sanırım bugün, bu senaryoyu Netflix'e kabul ettirebilecek yazar sayısı bir elin parmaklarını geçemez.

Bir Başkadır (2020) Settar Tanrıöğen

Bir Başkadır, bir yeniden hatırlatma ve sanırım o meşhur kültür mozaiğine gönderme yapma gayesi güden bir dizi. Evimizi temizleyen, ofisimizde çay servisi yapan muhafazakâr alt sınıf kadın, bir boyutuyla fantastik bir karakter. Hem de en az Yüzüklerin Efendisi kadar fantastik. Peri'nin soğuk ve kitabi bir yüzle Meryem'e koyduğu tanıların, sezon finalinde yüzüğün tılsımına bağlanması ve ayrıca Meryem'in kameraya bakarak bir nevi veda etmesi Berkun Oya'nın yazıdaki ustalığının eseridir. Kameraya konuşan ya da bir şekilde bakan karakterin bu durumuna, dördüncü duvarı yıkmak derler. ''izlediklerinizin hepsi aslında rol icabı, hepsi drama'' demektir bu. Şayet Bir Başkadır'ın ikinci sezonu gelirse başka karakterlerle Fargo dizisinin yaptığı gibi başka bir hikaye izleyeceğimizi düşünüyorum. Meryem yine de bir süper kahraman olarak kalmaya devam edecek. 

Bloga abone olmayı unutmayın:)

#bir başkadır eleştirisi

Dizinin fragmanı

11 Kasım 2020 Çarşamba

Dogman / Köpekçi (2018)

2 dakika okuma süresi


Haysiyet ve kötülük üzerine


Dogman(2018)Matteo Garrone

Matteo Garrone'nin 2008 tarihli Gomorra filmi Cannes'da Altın Palmiye ödülü kazanmış ve o yıl seyircide büyük beklenti uyandırmıştı. İtalyan mafyasını yıllar yılı Amerikalılardan izlemiş seyirci için fazla sert ve fazla gerçekçiydi. Üstelik bu filmdeki İtalyanlar ağızlarını yaya yaya konuşup eğlenmeyi bilmiyordu. Garrone, artistik İtalyan mafyası mitine çomak sokuyordu, ama o zamandan bu zamana kadar kendisini hatırlatacağı bir filmini izleyememiştik. Nihayet 2018 yılında Nuri Bilge Ceylan'ın da Ahlat Ağacı'yla yarıştığı Cannes Film Festivali En İyi Film (Palme d'or) kategorisinde Dogman'le yeniden aramıza döndü. O zaman izleme fırsatı bulamamıştım, ama daha fazla da geciktirmek istemedim. Açık açık ve kitabın ortasından konuşarak söylemem gerekir ki Dogman, karakter yaratımı, metaforları ve hikaye gelişimi açısından son yıllarda izlediğim en başarılı filmlerden biri. 

Dogman (2018)Matteo Garrone

Köpek bakım dükkanı sahibi Marcello (Marcello Fonte), hayatını kızı Alida'ya (Alida Baldari Calabria) ve baktığı köpeklere adamıştır. Eşinden ayrıldığı için nadiren görüştüğü kızına yeterli zaman ayıramadığından her görüştüklerinde doyasıya eğlenirler. Marcello'nun sıradan ve mutlu hayatı, çocukluk arkadaşı Simoncino'nun (Edoardo Pesce) hapisten çıkmasıyla değişir. Simoncino, başını herkesle belaya sokan, uyuşturucu bağımlısı, şiddete eğilimli bir canavardır. Saf ve iyilik timsali Marcello, önceleri ufak işlere alet olurken Simoncino'nun istekleri artmaya başlar. Yan dükkanındaki soygun yüzünden Simoncino yerine hapse giren Marcello, hapisten çıktığında zedelenen gururunu umursamayan Simoncino yüzünden dostluğu ve iyiliği sorgular. Simoncino artık Marcello'nun can düşmanıdır. 

Dogman (2018)

Marcello karakterine hayat veren Marcello Fonte Cannes Film Festivali'nde bu rolüyle En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Film hakkındaki övgülerimin birkaç katını rahatlıkla bu usta oyuncuya armağan edebilirim. Sahneleri defalarca geri alıp ''Ama bir oyuncu nasıl bu kadar doğal oynanabilir ki'' diye düşünmekten bazen filme odaklanamadığımı itiraf etmeliyim. Duygu sınırlarını zorlayan bu oyunculuk performansı sayesinde hikayenin amacına ulaşamaması imkansızdı zaten. Marcello'nun dönüşümü film icabı keskin ve köşeli gerçekleşmiyor. Çünkü filmin başından sonuna kadar sorguladığı, daha doğrusu merkeze aldığı konu belli. Özümüzdeki iyilik cevheri ve kötülük tohumunun iç içeliği ve onu tetikleyen haysiyet meselesi. İnsan başına gelen iyi ya da kötü olayların sertliğiyle değişime uğrar mı yoksa uğramaz mı? Kötülerin istekleri yerine getirildiğinde onların özleri değişime uğrar mı? Film son derece hırçın bir köpekle açılıyor, Marcello'nun ondan yine de umudu var, ve isteklerini karşıladığında sakinleştiğini görüyor Marcello, Simoncino'yu da ehlileştirebileceğini düşünüyor. Ondan da umudur var, deniyor. Peki başarabiliyor mu? Amores Perros'ta da olduğu gibi köpek, insan ve benzeşen kaderler bahsinde malzeme kullanımı olağanüstü. İnsanın kökten değişmeyeceği, fakat ruhunda bazı çatlaklar oluşturup o çatlakları derinleştirebileceği üzerine bir şaheser izleyeceksiniz.


Filmin fragmanı

10 Kasım 2020 Salı

25th Hour / 25. Saat 2002



Keşkelerle bir gece


25th Hour / 25. Saat  2002

Tüm dünyada 90'lı yılların ortasından 2010'lu yılların başına kadar film kalitesinde ve sayısında önemli bir artış oldu. Günümüzde gönül rahatlığıyla referans verebileceğimiz, önerebileceğimiz filmlerin birçoğu o yıllardan kalma. Oldukça kısır olan Türk sinemasında bile durum böyle açıkçası. Birçok ülkenin milenyum atağında olduğu yıllarda Amerika Sineması elbette başı çekiyordu. Hem de milenyumu 90'lardan başlatarak epik ve vurucu filmler sunarak. Bahsettiğim yılların önemli yönetmeni Spike Lee, Clockers'tan sonra yeni bir roman uyarlamasıyla karşımızda. Daha sonra Game of Thrones dizisinin yaratıcılarından biri olacak David Benioff'un 25th Hour adlı romanından bahsediyorum. 25. Saat, film tavsiyesi listelerinin gediklisi, suç ve hapishane temalı filmlerin gözdesidir. Şimdilerde platformlarda yayımlanan yeni filmler 90'lı ve 2000'li yıllarda bu filmleri taze taze izlemiş sinemaseverlerin dişinin kovuğuna bile yetmiyor, tatmin etmiyor. O sebeple 25. Saat gibi destansı ve başarılı filmlerle hafıza tazelemekten zarar gelmez.

25th Hour / 25. Saat  2002

Uyuşturucudan hatırı sayılır bir para kazanan Monty (Edward Norton), evine baskın yapan polisin, evdeki son parti uyuşturucuyu bulmasıyla yedi yıla mahkum edilir. O sırada evde bulunan sevgilisi Naturelle'yle (Rosario Dawson) mutlu bir gelecek tasarlayan Monty'nin hayatı kararır. Hapishaneye girmeden önceki son 24 saatini arkadaşları Jacob (Philip Seymour Hoffman), Frank (Barry Pepper) ve sevgiliyle geçiren Monty, bu kısa zamanda hem kendisini polise ihbar eden kişiyi öğrenir hem de hayatın ve özgürlüğün aslında ne kadar kıymetli olduğunu anlar. Kendisini hapishaneye teslim edecek olan olan Babasıyla (Brian Cox) çıktığı uzun araba yolculuğunda hayalle gerçek iç içe yaşanırken, Monty'nin tek düşüncesi zorlu geçecek hapishane yıllarıdır.

25th Hour / 25. Saat  2002

Spike Lee'nin ilk dönem filmlerini başkaldıran ve yer yer başına buyruk filmler olarak görüyorum. Oldukça özgün, politik ve yaratıcı bulduğum bir yönetmen. Hollywood içerisinde siyahilerin hakkının yendiğini ve sektörde eşitliğin sağlanması gerektiğini öteden beri sık sık vurgulayıp br yandan da filmler üretmeye devam etmiş biri. Doğu Amerika'nın, New York'un çocuğu. 25. Saat'te başrol ve yan karakterler için siyahi aktörler düşünüp sonrasında Edward Norton'da karar kıldıklarını okumuştum. Hikayenin anlattığı dünya her iki seçim için de uygun. Her ne kadar günümüz iletişim imkanları sayesinde daha küresel bir ağ varmış gibi görünse de o yıllarda izleyicinin talep hakkı daha çok göz önüne alınırdı. Edward Norton, bir Afrika ya da Orta Doğu ülkesinde de alıcısı bulunan revaçta bir oyuncuydu sonuçta. Filmin gerçek ve hayal dozunu, ağır travma ve kayıp yaşayan insanlar daha iyi anlayacaktır. Uykuyla uyanıklık arasında keşkelerle dolu zamanlar tasviri bu anlamda müthiş yaratılıyor. Ancak roman uyarlamalarının başına gelen sarkma ve uzama mevzusu 25.Saat'e de yansımış. Biraz uzadığı bölümler var. Spike Lee'nin hızlı temposu burada farklı ilerlemek zorunda kalıyor haliyle. Philip Seymour Hoffman, Brian Cox ve Edward Norton kusursuz. Hikayenin işlenişi bakımından izlememiş olan herkese gönül rahatlığıyla önerebileceğim sağlam bir film.


Filmin Fragmanı

8 Kasım 2020 Pazar

Honeyland /Bal Ülkesi (2019)

2 dakika 20 saniye okuma süresi


 Ben senin bildiğin kraliçe arılardan değilim


Honeyland-Bal Ülkesi 2019 Oscar documentary
 
Makedonya Türklerinin Hunlarla birlikte 4.yüzyıla kadar uzanan bir geçmişi var. Ancak Osmanlı Devleti'nin Karamanoğlu Beyliği'ni tamamen ortadan kaldırmak istemesi ve tüm Karamanlı tebâsını Makedonya'ya doğru bir iskâna zorlaması, başka bir sürgün tarihi yazıyor. Türkçenin kalesi sayılan Karamanoğlu Beyliği'nin tebâsı bugünkü Makedon Türklerinin ta kendisi. Bir belgesel yazısı ciddiyeti içinde değilim, ama arka planı iyi çizmemiz gerekiyor. Neden? Çünkü Bal Ülkesi'nde gördüğümüz ıssızlığın, terk edilmişliğin, kenara itilmişliğin ve bilhassa unutulmamış türkçenin tarihsel bir geçmişi var. Bizim taşra filmlerimize benzemeyen, muhtarı, doktoru, terzisi, polisi olmayan gerçek anlamda mahrumiyet toprakları buralar. Yaşamdan bir kareyi ele alan belgeselcinin ilginç bulduğu konuyu define avcısı gibi vurkaç yaparak filme çekmesi vasatı besledi, izleyiciyle belgesel arasına ruhsuz bir duvar ördü. Bal Ülkesi'nin yönetmenleri Tamara Kotevska ve Ljubomir Stefanov da hikayenin ana kahramanı olan Hatice (Hatidze Muratova) gibi Kuzey Makedonya'dan. Hikayeye odaklanma ve daha önemlisi derinleşebilecek kadar zaman kullanma anlamında bu büyük bir şans. İzlediğim en başarılı belgesellerden birini çekmiş olmaları biraz da bu etkene bağlı olsa gerek.

Honeyland-Bal Ülkesi 2019 Oscar documentary

Hatice Kuzey Makedonya'nın sarp kayalıklarının ortasındaki ıssız köyünde bir gözü olmayan; diğeri de neredeyse görmeyen, bir yanına felç inmiş, kulakları zor işiten yaşlı anası Nazife'yle yaşayan orta yaşlı bir kadındır. Tek geçim kaynağı akıl almaz zorluklarla balını aldığı arıların mahsulü. Hatice yılın belli bir döneminde ne kadar şişeleyebildiyse o kadar balı şehre indirip satmaya çalışır, şanslıysa istediği fiyata satar, satamadığını da ucuza kaptırır. Zaten hepi topu iki üç hanenin bulunduğu köyde yardımlaşmanın ve dayanışmanın olmaması, üstüne üstlük kötü komşuluğun mahsüle zarar vermesi bile Hatice'nin çocuk karakterini zedeleyemez. 

Bal Ülkesi'ndeki anlatının büyüleyiciliği karakterin çevreyle, doğanın insan karakteriyle, yalnızlığın çocuklukla kurduğu bağla doğrudan alakalı. Filmi bir başyapıt seviyesine eriştiren de bu. Hangi zorluklar içerisinde olursa olsun iyi bir insanın daima çocuk kalacağı vurgusu insanın yüreğine saplanıyor. Duygunun vuruculuğu birkaç sahne sonra mülkiyet kavramının acımasızlığıyla yer değiştirip gerçekçi bir bütünlüğe karışıyor.

Honeyland-Bal Ülkesi 2019 Oscar documentary

Docufiction olarak tanımlanan bir tür var. İngilizce belgesel ve kurgu kelimelerinin bir arada kullanımıyla oluşmuş, docudrama benzeri bir sözcük. Bu film için ikisi de pekala kullanılabilir. Bal Ülkesi tam olarak Honeyland adını karşılamıyor. Çünkü Honeyland'de Bal Diyarı perisinin fantastik hikayesini yani külkedisi masalını karşılayan bir tını var. Bu da kurgusallığı çok iyi temsil ediyor. Bizde masal metaforları ne yazık ki unutturulmuş olduğu için böyle düşünüyor olabilirim.  Ama görüldüğü gibi doğunun zengin masalları çoktan batı anlatısının kaynağı oldu bile. Bahsettiğim kurgusal gerçeklik 2019 Oscar Ödülleri'nde de göz ardı edilmedi. Honeyland hem En İyi Uluslararası Film kategorisinde hem de En İyi Belgesel Film kategorisinde yarıştı. Ödülü oldukça cılız bulduğum American Factory adlı filme verdiler. Onlarca saatlik çekim, aylar süren birliktelik, mevsim geçişleri, göç takvimi, arıların yıl içindeki bal yapım süreci gibi çok fazla gerçek ayrıntı sayesinde 2019 yılının en gerçek hikayesini ve tüm türler içinde en başarılı birkaç filminden birini izlemiş oluyoruz. İzlemiş oluyoruz derken zahmetle arayanlardan bahsediyorum. Bu önemli ve iyi film, yine birçok kaliteli film gibi Netflix ve Blutv gibi platformlarda yok!


Filmin fragmanı

7 Kasım 2020 Cumartesi

Lost in Translation / Bir Konuşabilse 2003



Yalnızlık paylaşılır


https://cinepopularica.blogspot.com/2016/10/lost-in-translation-bir-konusabilse-2003.html

Sofia Coppola’nın yazıp yönettiği film, beni gecenin bir vakti koltuğa çiviledi. Amerikalı yönetmenler arada bir de olsa basit ve insani hikayeleri itinayla anlattıklarında, coşkum ikiye katlanıyor, belki bir sebebi de bu. Ana akım sinemanın en önemli temsilcileri, film ritmi ve temposu konusundaki birikimlerini duyguyla birleştirebildiklerinde bambaşka bir sinemayla baş başa kalıyoruz. Nadiren oluyor, oldu mu tam oluyor. İletişimsizlik ve bunalım söz konusu olduğunda abartının dozu öylesine kaçıyor ki, dayatılanın dışındaki filmleri ancak tesadüfen keşfedebiliyoruz. Tükenmişlik sendromu üzerine çok ama boş konuşulan günlerde ruhsal bunalım, yolculuk ve uzak diyarlarda bulunan ruh eşi, aynı zamanda bir imkansız aşk gibi temaları işleyen filmler de var. Sofia Coppola, hayatın kısa ve öngörülemez anlarına sıkışan insanın hakiki yalnızlık anlarını mükemmelen anlatıp bir modern çağ klasiği yaratıyor.

https://cinepopularica.blogspot.com/2016/10/lost-in-translation-bir-konusabilse-2003.html

Orta yaş bunalımını aşmaya çalışan ünlü aktör Bob Harris (Bill Murray), bir viski firmasından aldığı reklam teklifi için Tokyo’ya gider. Tokyo’da çalışan Amerikalı bir fotoğrafçının (Giovanni Ribisi) genç eşi Charlotte (Scarlett Johansson) ise iki yıllık evliliğinde bunalıma girmiş ve eşiyle iletişim kuramaz hale gelmiştir. Aynı otelde kalan Amerikalılar birbirilerine tutunur ve aralarında çıkarsız bir arkadaşlık bağı kurulur. Son zamanlarda eğlenmedikleri kalan eğlenen Bob ve Charlotte, iletişimin imkansız olduğu ilişkilerinde aşktan da üstün bir şey yaşadıklarını bilmektedirler. İki insanın birbirini asla anlayamayacaklarına ve iletişimsizlikte Babil Kulesi metaforuna atıfla başlayıp uzayan bazı yazılar okudum bu film hakkında. Filmin o berrak ve basit ruhunu zedelemekten başka işe yaramıyorlar, film bu entel zırvaları elinin tersiyle iten karakterleri konu ediniyor zaten. Başka bir ülkede, başka bir kültürde ve özellikle her şeyin hızla aktığı zamanlarda, yavaşlayıp birbirine rastlayan insanların filmi bu. 

https://cinepopularica.blogspot.com/2016/10/lost-in-translation-bir-konusabilse-2003.html

Hikayenin Tokyo seçimi, birçok anlamda oldukça akıllıca. Yabancılaşmayı anlatırken izleyiciye karşı daha anlaşılır olma fırsatı sağlıyor. Zamanın hızla akıp geçtiği, iki Amerikalının bile yabancıya dönüşebileceği daha sembolik bir kaos sembolü şehir bulunamazdı sanırım. Dışarıda kalma hali büyük planda herkesi, film evreninde Charlotte ve Bob Harris'i kapsıyor. İyi filmlere has olan türler arası geçirgenlik meselesi sayesinde drama ve komedi aynı sahne içinde harmanlanıyor. Herkesi o yabancılaşmanın içine dahil eden bu tarafından, özellikle ve uzun uzun bahsetme sebebimi izleyince anlayacaksınız, zira kimi duyguların görsel bir ritme ihtiyacı var. O sırada 53 yaşında olan Bill Murray ve  henüz 19 yaşında olan Scarlett Johansson muhteşem bir dünya yaratmışlar. Eternal Sunshine of the Spotless Mind evreninde bambaşka bir farkındalıkla oynayan Jim Carrey ve Kate Winslet gibi. Bill Murray’nin bu filmdeki oyunculuğuyla ilgili birkaç yazıya rastlamıştım, şimdi bu yorumların az bile olduğunu düşünüyorum. Scarlett Johansson da genç güzel ve seksi kadın kalıbından taşarak çok sayıda kaliteli filmde yer aldı. Filmin çarpıcı yalınlığını yakalayabilmek için yeterli miktarda yalnızlık, umut ve gece vakti tavsiye edilir.



Filmin Fragmanı

Kusursuzlar (2013)


Ancak bir zıttım öldürebilir beni


https://cinepopularica.blogspot.com/kusursuzlar

Ramin Matin'in Son Çıkış'ını izledikten sonra önceki filmlerine de erişmeye çalışmış, platformlarda hüsran üstüne hüsran yaşayıp birkaç osuruklu kaba erkek gülmecesi izledikten sonra gayrimeşru yollara sürüklenmiştim. Fakat neyse ki izleyebildim. 2013 yılında Altın Portakal (En İyi Film), yurt dışı festivallerde önemli ödüller kazanmış bir film bu anlamda bu kadar kıyıda köşede bırakılmasa ne iyi olurdu di mi? Özellikle son birkaç yıldır çeşitli platformların da katkısı ile kadın farkındalığı, sektörde kadın yönetmen ve yazarların artışı söz konusu oldu. Konuyla yakından ilgilenenler bu miladı biraz daha evvele çekebilir, ancak kafamdaki algı beni çok geriye götürmüyor. Şuraya bağlamak isterim ki, akademik, entelektüelize edilmiş ve duygudan arındırılmış proje kadın filmleri, Kusursuzlar'ın kadın karakterlere yaptırdığı sükunet ve cinnet eylemini hayata geçirme biçiminden feyz alabilirler, almalılar. Bu arada sinemamızda kadın tarifi zayıf da erkek tarifi çok mu yerli yerinde? Elbette hayır. 

https://cinepopularica.blogspot.com/kusursuzlar

Steven Soderbergh'ün Sex, lies and videotape filmini delicesine sevmemin, ancak içsel duygularımla tarif edebildiğim son derece mantıklı ve fakat kişisel sebebleri var. Ya da Atom Egoyan'ın Exotica'sını. Kabız yazar ve yönetmenlerin normalin akışıyla kavga edip sinematografiyle, romantize estetikle filmi ciddi bir eser haline getirme çabaları o yüzden gülünç geliyor. Çünkü bunu akışa bırakıp doğallıkla halleden filmler var. Kusursuzlar bana o doğal ve bir o kadar yoğun tadı verdi. Son Çıkış, bir One Man Show filmiydi. Tüm sahnelerin kaderi Deniz Celiloğlu'nun yarattığı tansiyona bağlıydı. Neyse ki aksamıyordu. Fakat kötü bir cast filmi pekala izlenmez hale getirebilirdi. Kusursuzlar'da ana karakterlerin hayat içindeki varlıkları, tutarsızlıkları, gelgitleri ve en önemlisi cinsiyet rolleri çok çeşitli ve hakiki. Dolayısıyla öykü burada çok daha girift. Üzerine bir de sağlam oyunculuk eklenince dört başı mamur bir bağımsız film izlemiş oluyoruz. Mesela restorandaki yemek sahnesi. Net, filmi yükselişe geçiren, dönüştürücü ve özetleyici bir sahne. Ya da Yasemin'in plajdaki soyunma kabinindeki kararlılık gösterisi. Çatışma ya da müstehcenlik barındırmıyor. Açıkçası mağrur bir kumandanın savaş sonrası gururunu izlermiş gibi düşündüm.

https://cinepopularica.blogspot.com/kusursuzlar

Lale ve Yasemin olarak izlediğimiz İpek Türktan ve Esra Bezen Bilgin, davranışları ve gizemleri öngörülemez olan kızkardeşler çok iyilerdi. Elbette dışa dönük aksiyon sinemada daha fazla dikkat çekiyor. Bu anlamda Esra Bezen Bilgin son dönem yerli yapımlar içinde en iyi performanslardan birini sergiliyor. Imdb'ye göre kendisinin ilk filmi, İpek Türktan'ın ise birkaç kısa metrajdan sonra ilk uzun metrajı. Kusursuzlar'ın böyle önemli bir bir katkısı da olmuş. İki oyuncudan biri ruhsal çatışmayı diğeri bedensel aksiyonu nefis özetlemiş. 

Filmin fragmanı

2 Kasım 2020 Pazartesi

Never Rarely Sometimes Always (2020)


Akvaryumdan Denize 


Eliza Hittman'ın üçüncü uzun metraj filmi olan Never Rarely Sometimes Always (NRSA) yönetmenin diğer filmlerinde de başarıyla gerçekleştirdiği genç kahramanın bedbaht yolculuğu şemasını kullanıyor. Amerikan bağımsızlarının bizdeki gibi tutan bir formülü gelenekselleştirdiği artık gün gibi ortada. Taşra-büyük şehir, aile-yalnızlık gibi iki büyük tema etrafında dönüp duruşumuz bakımından oldukça ortak bir bağımsız sinema kaderini paylaşıyoruz. Eliza Hittman NRSA'da yaptıklarıyla elbette formül ve şema sinemasının epey dışında güncel, evrensel ve özgün bir hikaye ortaya koyuyor. Senaryosunu da yazdığı film, 2020 yılında seyirciyle bir şekilde buluşabilen filmler içinde istisnai derecede başarılı.


Hollywood'un büyüme hikayeleri ana caddedeki dükkan gibi, cazibeli ve ağız sulandıran bir Amerika gösterirken özellikle doksanlar sonu ve iki binler sinemasında işte gerçek Amerika! bu diyen filmler türedi. Her ne kadar ayrıksı sözler sarf ediyor olsalar da büyük güç Amerika'nın kültürel unsurları olduklarından mütevellit hepsinden haberdar oluverdik. Amerikan bağımsızları bile bizde ana akım etkisi yaratmayı başardı yani. Eliza Hittman bir önceki filmi ola Beach Rats'te yine gençliği merkeze alıyordu. Gençliğin güncel başlıkları olan eşcinsellik, erken hamilelik, asosyallik, madde bağımlılığı, zorlu aile ilişkileri Hittman'ın yumuşak fırça darbeleriyle belge gerçekçi bir anlatıya bürünüyor. Ne kadar tarafsız olduğu su kaldırır, ama Hittman belli ki doğruyu yanlışı parmağıyla işaret etmeden gösterebilme konusunda örnek teşkil edecek duru sinemasını sürdürecek. Belki kadın hakları konusunda çekeceği yüksek bütçeli bir gişe filminde, bir süper kahraman filminde, bir platform dizisinde bu tılsımı bozar diye kaygılanmıyor değilim yine de. Çünkü sinemanın kadın auteur'lere hiç olmadığı kadar ihtiyacı var. 


Yeni ve keşfe açık bir film olduğu için açıkçası filmin konusundan bahsetmek istemedim. Özetle, Pennsylvania'nın bir kasabasında yaşayan lise öğrencisi Autumn (Sidney Flanigan) hamile kaldığını öğrenir. Yaşadığı muhafazakâr kasabada kürtaj olması imkansız olduğu için en yakındaki büyük şehrin yolunu tutar. Arkadaşı Skylar'la (Talia Ryder) birlikte New York City'ye yaptıkları yolculuğu izleriz. Filmin adı bilindiği gibi kalıplaşmış anket cevaplarına dayanıyor. Filmin duygusal doruk noktasında bunu görüyoruz, çok da şık bir düşünce ve ince bir işçilikle görüyoruz. Ondan önce aslında taşradan ve baskıdan kurtularak bir an olsun başka bir dünyanın havasını soluyabilme fırsatı bulan Autumn karakterinin değişimi eşsiz bir duygusal kurgu eseri, ana mesele bu; biz ve başkaları, cehennem başkalarıdır anlatısı. Yolculuğu arka plana alan filmlerde yolda karşılaşılan gariplikler silsilesi filmle kurduğumuz bağın temposunu o kadar zedeliyor ki, maharetin aslında sessizlik ve boşluk anlarını zenginleştirmek olduğunu anlayabilmek için bu tür başarılı filmler izlemek gerekiyor. 

Filmin fragmanı

22 Eylül 2020 Salı

İklimler (2006)

 

Kaygısı aşkından büyüktür Bozkırkurdu'nun



Nuri Bilge Ceylan'ı var eden Taşra Üçlemesi'nden sonra İklimler filminin vizyonunu merakla beklediğimi anımsıyorum, filmin post prodüksiyonunda ve kamera arkasında çalışan bazı arkadaşlarımdan filmle ilgili tüyolar almaya çalıştığı mı da. Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak sonrası verilen yaklaşık dört yıllık bir aradan sonra Ceylan, bu filminde hem kendisi oynuyor, belki de kendisini oynuyor hem de kendisine atfedilen fotoğraf gibi kadrajları ilk kez görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki'ye emanet ediyordu. Gökhan Tiryaki önce steadicam adı verilen sabitleyici bir kamera düzeneğinin operatörü olarak sete çıkıp sonrasında sette görüntü yönetmenliği vazifesini devralıyor, sonrasında ise yolu NBC ile kesişen hemen herkes gibi film piyasasının önemli isimleri arasında yer alacağı günlere ilerliyordu.


Bahsettiğim Taşra Üçlemesi, yerli sinema çevrelerine minimalist anlatıyı, beraberinde Ozu, Bresson, Tarkovski gibi saygın ve sade anlatı ustalarını yeniden hatırlatması bakımından da azımsanmayacak taşıyordu. İklimler ise bu minimalist anlatım tarzını sembolizme ve dijitale taşıyan filmdir. Daha önce kimyasal film makineleri kullanan Nuri Bilge Ceylan, İklimlerle birlikte ilk kez dijital kameraya ve fotoğrafçılıktan kalan bir dijital müdahale olanağına kavuşmuş oldu. Fotoğraflarında da bulutların ve gölgelerin kontrast seviyelerinde sert seviyeler kullanmayı sevdiğini biliyoruz. Filmde köprü üzerinde tek başına durduğu o jenerik sahne (aşağıdaki fotoğraf) daha sonra sürekli hale getireceği bir yöntemin de başlangıcı ve etkili bir uygulama örneğidir. Aslına bakılırsa bu filmin görsel sembolizminin de göstergesidir. İklimler, diğer tüm filmlerine kıyasla NBC'in teknik anlamda en deneysel filmidir. 2000'lerin başında tüm festivallerin gözdesi olan Uzak Doğu filmlerinde (Özellikle Tayvan, Tayland, Hong Kong filmleri) görmeye alıştığımız donan kareler, atlayan kurgu ve ses geçişleri (Jump cut) dikkat çekici. Nuri Bilge Ceylan, döneminin estetiğini yakından takip eden iyi bir sinema izleyicisi olarak da ele alınması gereken biridir bu anlamda. 

Bir şekilde ayakta kalmaya çalışan, ite kaka yürüyen bir ilişkinin üç mevsimini izliyoruz. 30 dakikalık bir yaz mevsimi, 30 dakikalık bir sonbahar ve 40 dakikalık bir kışın ardından gelmeyen bir ilkbahar. İlkbahar, İsa'nın umudunda, Bahar'ın İsa'ya anlattığı rüyada ve en çok da adında gizli. Anlatının sembolizmi ve bu metaforların doğrudanlığına karşın Nuri Bilge Ceylan sinemasını özel kılan sahicilik duygusu yine filmin hamurunu oluşturuyor. Ceylan'ın sinemasını erkek dünyası sineması olarak değerlendiren bir görüş aslında bunu olumsuz bir eleştiri olarak ele alıyor, fakat şimdilik İklimler özelinde değerlendirdiğimde, kendisini ele veren, tutarsız ve zayıf karakterini gözler önüne seren, kendi yalanlarını ihbar bir erkek dünyası, aynı zamanda ciddi bir özeleştiriyi de içinde barındırıyor. 

İklimler'in baş karakteri İsa'nın Bahar'la olan meselesi ve aşkı her mevsim ayrı bir kavramın gölgesinde. Bu karakterin ilkbahar geldiğinde Bahar'ı arzulayıp özleyeceğine inanmak saflık olur. Bahar'ın adını duyar duymaz İsa'yı Ağrı'ya götüren aşk değil başka bir erkeğin, başka bir rakibin olup olmadığının doğurduğu meraktır. İsa Bahar'ı hızlıca bulup onu hızlıca ama gönülsüzce ikna etmeye çalışır. Bahar'ın yalnız olduğunu öğrenip huzura erdiğindeyse tek derdi belki iki gün daha müsait olan Serap'la zaman geçirmektir. Filmin, tüm yan karakterleriyle birlikte müthiş bir insani zenginliği var. Aynı odayı paylaştığı akademisyen, Ağrı'daki taksici, hâlâ muhtaç olduğu için uğradığı anne babası ve hatta uçak bileti aldığı esnafın bile. İsa, herkese bambaşka taraflarını göstermekte usta bir yalnız olarak sinemamızın özenle yaratılmış karakterlerindendir. 


Filmin Fragmanı