Cinepopularica: Macera
Macera etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Macera etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ocak 2021 Salı

Planes, Trains & Automobiles / Uçaklar, Trenler ve Otomobiller (1987)

2 dakika okuma süresi



Bir şükran telâşesi



Planes, Trains & Automobiles / Uçaklar, Trenler ve Otomobiller (1987)

Kafanız iyice yorulduğunda, ya da bugünlerde olduğu gibi melankolik pandemi günlerinde sırf zihin boşaltmak için ne tür komedi filmlerine maruz kaldığınızı tahmin edebiliyorum. Yerli komediler başka bir alem, onları hiç karıştırmıyorum zaten. Yeni dönem Amerikan komedilerinde ayakları yere basmayan bir varoluşçuluk çabası, kendini arayış ve fantezi unsurları baskın geliyor artık. En azından sinemadaki son kaliteli komedi kuşağı 80'li yıllarda seri üretim filmler verdi, gişede büyük başarılar elde etti ve bizim televizyon kanallarımızda bile prime time kuşağında ciddi manada karşılık buldu. Bu kuşağın en önemli temsilcilerinden biri olan Steve Martin, taşradan kente Türkiye'nin bile aklına kazınmış bazı filmleriyle maruftur. Amerika'daki şöhretini varın siz düşünün. Steve Martin'in benim komedi anlayışımla en çok örtüşen, dramatik unsurları da ihmal etmemiş ve bence en iyi filmi olan Planes, Trains & Automobiles, temel senaryo öğüdünü uygulayan, hatta bunun dersini veren iyi bir eğlencelik. Nedir bu öğüt derseniz; karakteri öyle bir dünyanın içine bırak ki başı dertten kurtulmasın, ama finalde hep birlikte sevinelim. Filmin bu konudaki başarısı ortada olmalı ki gişenin kurdu Will Smith'in muhtemelen yapımcısı olduğu kadro bu filmin yeniden çevrimi üzerinde harıl harıl çalışmakta.

Planes, Trains & Automobiles / Uçaklar, Trenler ve Otomobiller (1987)

Şükran gününde Chicago'daki ailesinin yanında olmak isteyen Neal Page (Steve Martin), türlü aksiliklerden sonra New York'tan kalkan uçağa biner. Uçak, bir arızadan dolayı Kansas eyaletinin Wichita şehrine inmek zorunda kalır. Birkaç saat evvel New York'ta taksisini kapan Del Griffth (John Candy) adlı pazarlamacıyla aynı kaderi paylaşan Neal, ailesinin yanına gidebilmek için her yolu dener. Neredeyse bütün ulaşım araçlarını kullanarak hem bir an önce hedefine ulaşmaya hem de başlarına bela üstüne bela açan Del'le yollarını ayırmaya çalışır. Ancak ailesiyle mutlu bir şükran günü geçirmek isteyen Neal, Del Griffth'in muzır kişiliğinin arkasındaki yalnızlığa kayıtsız kalamaz. 

Planes, Trains & Automobiles / Uçaklar, Trenler ve Otomobiller (1987)

Yazan ve yöneten John Hughes, Amerikan sinemasının en üretken yönetmenlerinden biri olarak birbirinden önemli filmlere imza atmış iyi bir yönetmen ve senarist. Zorluklarla dolu bir yol ve anti-kahraman komedisi yaratıp geçmemiş, finalde hassas, duygusal temayla birlikte Amerika (ve tüm hristiyan dünyası) için çok önemli bir paylaşım ve bir arada olma ritüeli olan şükran gününü sağlam bir arka plan olan olarak kullanmış. Finalde ulaşmak istediği noktayla Frank Capra'nınkiler gibi köklü ve ulusal temaları da gözeten, aynı zamanda duygusallık barındıran bir komedi filmi yaratabilmiş. Filmdeki karakter ayrıntıları son derece derin ve anlamlı. Gerçek hayatta da müzmin bir yalnız olan John Candy'nin çizdiği karakter, filmin heyecan ve espri kaynağıyken, bir anda duygular arası geçiş yaparak filmin tonunu değiştirebiliyor. Her ne kadar başta söylediğim gibi kafa boşaltmaya yardımcı oluyorsa da Planes, Trains & Automobiles, karakter inşası ve hikayeye çizilen istikamet bakımından istisnai bir Amerikan komedisi ve eşsiz bir karakterin yolculuğu örneğidir. 

Film müziği



Filmin fragmanı

24 Nisan 2018 Salı

Alambrista / The Illegal (1977)



Meksika sınırında yeni bir şey yok



Alambrista / Kaçak (1977)

1978 yılında Cannes Film Festivali'ne, festival başkanı Gilles Jacob tarafından yeni bir ödül kategorisi eklendi. Buna göre daha önce 60 dakikadan uzun bir film çekmemiş yönetmenlere verilecek ödülün adı Camera d'or (Altın Kamera) olacaktı. İlk kez verilen önemli ve prestijli bir ödülü kazanarak filmine büyük bir tanıtım şansı yakalamış olması bir yana Robert M. Young'ın babası bir kameramandı. Bu sebeple babasının sahibi olduğu film laboratuarında büyümüş ve görüntü yönetmeni olarak çok sayıda yapımda çalışmıştı. Bu ödülün kendisi için böyle bir anlamı da vardır muhtemelen. Alambrista, gerçekçi bir kurguyla, günümüz kurgu belgesellerin arasında bir yere rahatça konumlanabilecek bir film. Süreki belgesel hissi içerisinde, 70'lerin Amerikan bağımsız filmlerine has  film dokusunu ve dilini de barındırıyor. Kavramın sırıtmayacağını bilsem, eveleyip gevelemeden Amerikan toplumcu gerçekçi sinemasının nadide örneklerinden biri der geçerdim. 

Alambrista / Kaçak (1977)

Donald Trump'tan önce de Meksika politikasının sert, huzursuz ve hasarlı olduğunu biliyoruz. Filmdeki gerilla kamera kullanımı ve  amatör oyunculukların bu anlamda yarattığı gerçeklik hissiyatı yüzünden izleyici de diken üstünde oturuyor. Meksika sınırından kaçak olarak Amerika'ya giren Roberto'nun kendisine bir yaşam kurma çabası, korkuları, daha önemlisi otoriteyle sürekli karşı karşıya gelişi filmin karakter meselesi ve dramatik omurgası. Fakat Alambrista, derinlerde başka eleştiriler barındırıyor. Ten rengine dayalı köleliğin henüz zihinlerde devam ettiği yıllarda bir Meksikalı, Amerika'ya kaçak olarak giriyor ve New York'taki bir beyaz Amerikalının süpermarketteki sebzeyi biraz daha ucuza yiyebilmesi için tarım köleliği yapıyor, sıradan faşizme ve ayrımcılığa maruz kalıyor. Amerika'da kaçak çalışmak üzerine, bu hikayeyi aktaran da New York'lu bir beyaz Amerikalı, aynı zamanda MIT ve Harvard mezunu bir yapımcı ve yönetmen. 


Filmin Fragmanı

26 Kasım 2016 Cumartesi

Swiss Army Man / İsviçre Askeri 2016


Delirenler masal anlatmaz


 Böyle senaryolara denk gelince tarif edilemez bir mutlulukla doluyorum. Hakkında tuhaf yorumlar yapılmış, tam olarak ne anlatmak istediğine vakıf olunamamış bir filmi, zaman kaybı pahasına izleyip, define bulmuşçasına sevinmenin verdiği keyiften bahsediyorum. Sinemada gerçekçilik, gerçeklik, yalınlık, işte adını her nasıl koyarsak koyalım onun peşinde olsak da bu tarz soyut anlatımlara yüz çevirmememiz gerekiyor. Soyutlama yoluya gerçekliği yakalamanın, gerçeğe bir biçimde derinden katkıda bulunduğunu gösteren bir film İsviçre Askeri. Dramanın olanaklarını sonuna kadar kullanmaya çalıştığı için bu sene izlediğim filmler arasında epey öne çıktı ve sanırım kulaktan kulağa, geç de olsa, yayılacak türden bir yapım.



İsviçre Askeri’nin yönetmenlerini, Dan Kwan ve Daniel Scheinert’i, daha önce duymamıştım, fakat başroldeki Paul Dano, son yılların en başarılı genç oyuncularından biri. Adını söylediğinizde akıllara gelmese de bir biçimde tanınan oyunculardan biri aslında. Sinema tarihinde kendisine büyük bir yer edineceğinden hiç şüphem yok. Bir diğer başrol oyuncusu olan Daniel Radcliffe ise nam-ı diğer Harry Potter. Bu film için bu ikiliden daha iyisi bulunabilir miydi emin değilim. Oyuncular üzerinden yürüyen bir film olduğu için bu paragrafı açmayı uygun gördüm. Reji, efektler elbette oldukça etkili, ama filmin bitimiyle birlikte bu senaryonun bir tiyatro oyunundan mı uyarlandığını merak ettim öncelikle. 


Kıyıya vuran ölü bir adam ve ıssız bir adada hapis, yalnız bir adam arasında geçen, finaliyle daha da tuhaflaşan bir film. Issız adayla ilgili gerçeğin de kent ve yalnızlık gibi bir noktaya gelip dayandığını söyleyeyim. Filmlerin, sürprizli finalleriyle koca bir bütün hakkında kararımı değiştirmeleri mümkün değildir, bu filmin finali de emin olun bu mantıkla hareket ediyor. Finalin sürpriz olmadığını, hayallere inanmamız gerektiğini öyle sağlam vurguluyor ki.  Eminim, hakkında dolaşan yazıları okumadan filmi izlerseniz yorumların ne kadar boş olduğunu sonraki okumalarınızla idrak edeceksinizdir. Meselesini kavramsallaştıran bir filmin türü hakkında düşünmeyi geçeli çok oluyor. İsviçre Askeri de böyle güzel bir film ve referans olarak sıkça duyacağımızı düşünüyorum.


Filmin Fragmanı




17 Eylül 2016 Cumartesi

Into The Wild / Özgürlük Yolu 2007



Nehirlere çıkar bütün sokaklar ama bir ihtimal daha var!



Chris McCandless’ın mücadelesini izlemeyi hep ertelemiştim. ''O filmi izledin mi?'' diye soranların derdi genellikle yüzeysel ama akıcı, biraz da aktivizm soslu macera filmlerini yüceltmekti çünkü. Günümüz dünyasının durağan yapısı ufak bir twit paylaşımını bile kahramanlaştırmak üzerine kurulu değil mi? Özgürlük Yolu'na konu olan hikayeyi bir öğrenci evinde bir islamcı ve bir anarşist arkadaşın tartışmaları sırasında işitmiştim ilk defa. Hararetlenen tartışmayı kazandıracak masalsı bir öykü anlatılmıştı, bir modern zamanlar kıssası gibi. Ebuzer yerine Chris McCandless; neden olmasındı ki? Çoktan belleğimin arka odalarına gönderdiğim onlarca hikayeyi tuhaf olaylar aracılığıyla o kuytulardan çekip çıkarmayı da öğrendim. Hafızanın garip oyunlarından biri olarak hepimiz yaşıyoruz bu durumu. Hay Bin Yakzan örneğinden girilmiş Robinson olmanın mecburiyetinden çıkılmıştı. Filmin ilk dakikalarına kafamdaki karmakarışık referanslarla başlayıverdim. 



Girizgahımdaki mesele biraz da Sean Penn'e atıf olsun diyeydi. İzleme, okuma, bakma eylemi kesinlikle o anın ruhuna uygun bir kafa denkliğini en azından asgari ölçüde zihinsel hazırlığı gerektirirken bir de eseri yaratmanın hazırlık aşamasını düşünsenize. Sean Penn'i peşin peşin öveceğim ama en önemli övgü bilerek kişiselleştirdiği, ruh kardeşlerine ithaf etme pahasına filmi ana akım damarından uzaklaştırdığı için olacak. Senaryoya konu olan olayın gerçekte yaşanmış olması her ne kadar yazarın ve yönetmenin işini kolaylaştırıyor da olsa Amerikan sinemasının bu türden bir özü yakalamış olması şaşırtıcı, sevindirici ve de mühim. Basit bir hayatta kalma, inzivaya çekilme filmi olabilseydi eminim tanınmış bir jönle daha büyük ekonomik başarı yakalardı. Ancak o haliyle doğu-batı ayırt etmeksizin ortak varoluş acılarına seslenebilir miydi emin değilim. Aslında eminim.


Motosiklet Günlükleri'nin de görüntü yönetmenliği yapan Eric Gautier, Leos Carax ve Walter Salles gibi iç dünyaları karmaşık ama yol hikayeleri net yönetmenlerle çalışmış, doğal ışığı ve doğal atmosferi etkili kullanan bir usta. Sean Penn, senaryosunu yazarken tüm bu teknik adımlar hakkında da oldukça titiz davranmış. Sean Penn Chris McCandless'a çok inanmış. Bu tür özgürlük hikayelerini izlediğimde beni nedense duygudan çok ülkeme karşı tuhaf duygular kaplıyor. O övdüğümüz Anadolu aslında bilgelikten ne kadar uzak, ne kadar boğucu ve meraklı. Bir süre sonra filmden kopup ‘’Bu adam bu basit yolculuğu Türkiye’de yapamazdı’’ derken yakalıyorum kendimi. İnsanların yalnız kalma hakkına bile tecavüz edilen bir memlekette, duyguların namusunu yitirdiği bir memlekette varoluş bile hayal ne yazık ki. Ruhani başlayan yazı yolculuğumu acı gerçeklerle noktalıyorum. Öfkeniz bol, menziliniz ırak olsun.

Filmin Fragmanı





7 Temmuz 2016 Perşembe

Target 1985


Bana bir masal anlat baba


Arthur Penn dosyasını Target’la bitiriyorum. Bu filmden sonra bir iki deneme ve birkaç televizyon filmiyle  birlikte kariyerini bitirmiş ve 2012 yılında da hayata gözlerini yummuştu bu büyük usta. Target, aslında kendi açısından da yıldız bir isimle gerçekleştirdiği son filmi. Ara ara, neden çok önemli bir yönetmen olduğuna dair atıflarda bulundum, tekrarlamakta fayda yok. Neredeyse tüm büyük Amerikalı yönetmenler bir vazgeçilmez oyuncuya sahip, Arthur Penn finalini de en çok çalıştığı oyuncu olan Gene Hackman’la yapıyorum.


Target, günümüz seyircisi için pek fazla anlam ifade etmiyor. Bu blogun takipçileri şunu bilir ki filmleri dönemleriyle ele alıp, eleştirimin köşelerini törpülemeyi bu ustalara bir borç bilirim. 1985 sonbaharında İstanbul’un bir sinema salonunda izlediğimi düşünerek izlediğimde, Target’ın o dönem hem aksiyon hem de konu bakımında pek az rakibi olduğunu düşünüyorum. Ayrıca derinden derinden ilerleyenbabalar ve oğlullar meselesi filmin temel meselesi. Filmin, bir ara James Bond filmlerine göz kırptığını söylersem abartmış olmam hatta, ama;  işte bu amayı son paragrafta açıklayacağım.


Walter Lloyd (Gene Hackman), Dallas’ta eşiyle (Gayle Hunnicutt) birlikte huzurlu bir aile yaşantısı sürdürmektedir. Eşinin bir iş gezisi için Paris’e gideceği gün, ergenlik sonrası evden ayrılan asi oğlulları Chris (Matt Dillon) de onlara katılır. İki gece sonra çalan bir telefonla birlikte eşi Donna’nın kaçırıldığını öğrenen Walter, oğluyla birlikte Paris’e gider. Büyük bir kumpasın ortasında kalan Walter’ın, CIA bağlantılı geçmişine ait sayfalar açığa çıkar.



Aksiyon, oyunculuk ve hikaye tam anlamıyla yerli yerinde. Oldukça kolay anlaşılan ve hazmedilen bir Arthur Penn filmi Target. Tüm bunlar filmin işlerliği açısından muhteşem noktalar olmasına rağmen Arthur Penn’in son derece piyasa bir isle kariyerine nokta koymasına kendisi açısından üzüldüm. Açıkçası bu türün de bir yerine çomak sokmasını bekledim. Yeni palazlanan bu tür sinemaya ayar çekmesini bekledim, ama nafile. Target son derece sürükleyici ve güzel bir film, fakat iyi bir Arthur Penn filmi değil. İyi seyirler.


Filmin Fragmanı


Night Moves / Gece Kımıltıları (1975)


Başımda bir tuhaflık


Night Moves / Gece Kımıltıları  (1975)

Gece Kımıltıları adıyla çevrilmiş ve televizyonlarda bu isimle oynamış bir filmden bahsedeceğim. Ben, kımıltılı isim yerine müsadenizle kendilerine orijinal isimleriyle hitap etmek istiyorum. Bereketli ve efsanevi 70'lerden gelen Night Moves, Arthur Penn sinemasının tansiyonu en sağlam ve belki de en sanatsal filmi. 1973'te çekilen filmin neden ancak 1975'te vizyona girme şansı yakalayabildiğini son paragrafta anlatacağım. Ancak önce, 70'li yıllar Amerika sineması söz konusu olduğunda çıtayı belirleyen ve ikinci kuşak kara filmlerin öncülerinden biri olan Night Moves' un konusuna göz atalım.

Night Moves / Gece Kımıltıları  (1975)

Harry Moseby (Gene Hackman), özel hayatında sorunları olan, eşi tarafından aldatıldığını öğrenen bir özel dedektiftir. Tüm bu çalkantılara rağmen sakin kalmayı başaran Moseby, kendisini işine verir. Bir sinema yıldızının ortadan kaybolan kızını bulmak için yeni bir araştırmaya başlayan dedektif Moseby, olayın üzerine gittikçe kendisini tehlike çemberinin tam ortasında bulur. 

Night Moves / Gece Kımıltıları  (1975)

Arthur Penn, otorite tarafından köşeye sıkıştırılmış insanların dünyasını anlattı, biz izledik. Night Moves'ta ise suçluların dünyasından bir kahraman yerine suçun izini süren bir dedektifle karşımızda. Özneyi değiştiriyor, bu kez kaçanı değil de kovalayanı köşeye sıkıştırıyor. Tür sineması klişelerini nasıl değiştirebileceği üzerine sürekli kafa yorduğunu, daha önce The Missouri Breaks yazımda anlatmıştım. Girişte bahsettiğim gibi film aslında 1973 yılında vizyona hazır hale getirilmiş, fakat o sırada henüz 16 yaşında olan Melanie Griffith'in karakteri için yazılan çıplak sahneler, vizyonun ertelenmesine sebep olmuş. Melanie Griffith'in 1975 yılında 18 yaşına girmesiyle birlikte bu sahneler çekilip, film vizyona girmiş. Yine 1976 yılında vizyona girmiş olan Taxi Driver filmi de Jodie Foster yerine, birçok sahnede aynı zamanda figüranı olan, ablasını kullanarak kuralların kıyısından dolaşmıştır. 70'ler Amerikan sineması her anlamda tuhaf çekim hikayeleri barındırıyor. Gene Hackman'ın harikalar yarattığı Night Moves aynı zamanda büyük film eleştirmeni Roger Ebert'in Great Movies listesinde yer almaktadır. 


                                                        Filmin Fragmanı