2 dakika 20 saniye okuma süresi
Ben senin bildiğin kraliçe arılardan değilim
Makedonya Türklerinin Hunlarla birlikte 4.yüzyıla kadar uzanan bir geçmişi var. Ancak Osmanlı Devleti'nin Karamanoğlu Beyliği'ni tamamen ortadan kaldırmak istemesi ve tüm Karamanlı tebâsını Makedonya'ya doğru bir iskâna zorlaması, başka bir sürgün tarihi yazıyor. Türkçenin kalesi sayılan Karamanoğlu Beyliği'nin tebâsı bugünkü Makedon Türklerinin ta kendisi. Bir belgesel yazısı ciddiyeti içinde değilim, ama arka planı iyi çizmemiz gerekiyor. Neden? Çünkü Bal Ülkesi'nde gördüğümüz ıssızlığın, terk edilmişliğin, kenara itilmişliğin ve bilhassa unutulmamış türkçenin tarihsel bir geçmişi var. Bizim taşra filmlerimize benzemeyen, muhtarı, doktoru, terzisi, polisi olmayan gerçek anlamda mahrumiyet toprakları buralar. Yaşamdan bir kareyi ele alan belgeselcinin ilginç bulduğu konuyu define avcısı gibi vurkaç yaparak filme çekmesi vasatı besledi, izleyiciyle belgesel arasına ruhsuz bir duvar ördü. Bal Ülkesi'nin yönetmenleri Tamara Kotevska ve Ljubomir Stefanov da hikayenin ana kahramanı olan Hatice (Hatidze Muratova) gibi Kuzey Makedonya'dan. Hikayeye odaklanma ve daha önemlisi derinleşebilecek kadar zaman kullanma anlamında bu büyük bir şans. İzlediğim en başarılı belgesellerden birini çekmiş olmaları biraz da bu etkene bağlı olsa gerek.
Hatice Kuzey Makedonya'nın sarp kayalıklarının ortasındaki ıssız köyünde bir gözü olmayan; diğeri de neredeyse görmeyen, bir yanına felç inmiş, kulakları zor işiten yaşlı anası Nazife'yle yaşayan orta yaşlı bir kadındır. Tek geçim kaynağı akıl almaz zorluklarla balını aldığı arıların mahsulü. Hatice yılın belli bir döneminde ne kadar şişeleyebildiyse o kadar balı şehre indirip satmaya çalışır, şanslıysa istediği fiyata satar, satamadığını da ucuza kaptırır. Zaten hepi topu iki üç hanenin bulunduğu köyde yardımlaşmanın ve dayanışmanın olmaması, üstüne üstlük kötü komşuluğun mahsüle zarar vermesi bile Hatice'nin çocuk karakterini zedeleyemez.
Bal Ülkesi'ndeki anlatının büyüleyiciliği karakterin çevreyle, doğanın insan karakteriyle, yalnızlığın çocuklukla kurduğu bağla doğrudan alakalı. Filmi bir başyapıt seviyesine eriştiren de bu. Hangi zorluklar içerisinde olursa olsun iyi bir insanın daima çocuk kalacağı vurgusu insanın yüreğine saplanıyor. Duygunun vuruculuğu birkaç sahne sonra mülkiyet kavramının acımasızlığıyla yer değiştirip gerçekçi bir bütünlüğe karışıyor.