Cinepopularica: Romantik
Romantik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Romantik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Aralık 2020 Salı

Slow West / Sakin Batı (2015)

2 dakika okuma süresi


Gel gör beni aşk neyledi



Slow West / Sakin Batı Michael Fassbender (2015)

İngiliz yönetmen John Maclean'in ilk uzun metraj filmi olan Slow West, Arthur Penn sinemasında anti-western olgusunu incelediğim günlerde gözüme çarpan, o sırada listeme eklediğim bir filmdi. Imdb puanına aldanıp izlemekten imtina etseydim çok şey kaçırmış olurdum. Türler arasında dolaşan, saplantılı biçimde bağlı olduğu türün klişeleri arasında bocalamayan filmler başımız gömüzün üstüne, sayıları çok az. Bu sefer ortaya çıkan filmde bu geçişkenlikten daha fazlası var. Bir doğu-batı hattından da bahsedebilir, o dünyanın algısıyla yorumlayabiliriz en azından. Vahşi Batı ve karizmatik erkek dünyası mitinin tam ortasına Reha Erdem'in Kosmos karakterinin düşmesi gibi düşünebiliriz. Batı ile doğu arasında tuhaf bir birliktelik gözeten oldukça başarılı bir yapımdan söz ediyoruz. Kullanılan kavramlar ve dönemin tüm dünyayı eşitleyen barbar, ilkel yapısı da buna katkı sunuyor pek tabii. Doğulu bir söylemle Batı dünyasının western türünü, dönemin aşk peşinde koşan bir derviş oğlanıyla harmanlayan Slow West, 1870 yılının tekinsiz Amerikan bozkırlarını huzurlarımıza getiriyor. Elbette western kılığına bürünmüş imkansız bir aşk öyküsü olarak.

Slow West / Sakin Batı Michael Fassbender (2015)

İskoçya'dan Amerika'nın ıssız topraklarına, karşılıksız aşkı Rose Ross'u (Caren Pistorius) bulmak için gelen on altı yaşındaki Jay Cavendish (Kodi Smit-McPhee), Kızılderililerle beyazlar arasındaki ufak çaplı bir çatışmadan kurtulur. Kendisini kurtarıp, koruyan yol arkadaşı Silas Selleck'le (Michael Fassbender) yol almaya devam eden Jay, ıssız kasabaların birindeki ilanda, sevdiği kadın Rose ve onun babasının arananlar listesinde olduğunu görür. Ödül avcılarından önce sevdiğini bulup onu kurtarmak için yol alan Jay, türlü olaylar yaşayıp, geçmişinde Rose'la yaşadıklarını düşünecektir. 

Slow West / Sakin Batı Michael Fassbender (2015)

Ken Loach, Yorgos Lantimos, Noah Baumbach gibi farklı türlerde filmler çeken önemli yönetmenlerle çalışan genç görüntü yönetmeni Robbie Ryan nefis bir işçiliğe imza atmış. Hem yakın merceklerle 1940'lar ve 50'ler sinemasının alan derinliğine göndermeler yapması hem de Avrupa sanat sinemasını anıştıran bir doku sunması oldukça mühim. Filmin içeriğindeki arayış kavramı, deli derviş gibi aşkının peşine düşme metaforu, özellikle final sekansında muhteşem bir noktaya bağlanıyor. Çeşitli Orta Doğulu, Asyalı ve Latin Amerika'lı yönetmenlerden bilindiği gibi, batılı hikayeler bazen farklı ülkelerden gelen yönetmenler tarafından çekilebiliyor. Bu talebin sebebi, kültürel anlamda ortaya bir farklılık koymak, tıkanıklığı gidermek, türün dokusuna lezzet katmak ve duyguların hacmini genişletmektir. Slow West'in sonunda bir anket oluşturulup, bana bu filmin hikayesini kimin yazdığını sorsalardı kesinlikle uzun süre batı ülkelerinde yaşamış bir doğulu yazarın işi olduğuna bahse girer ve sonunda yanılırdım. Kör aşkın, bu denli dervişâne tarifine rastlamak pek kolay olmuyor. 

Filmin fragmanı

22 Eylül 2020 Salı

İklimler (2006)

 

Kaygısı aşkından büyüktür Bozkırkurdu'nun



Nuri Bilge Ceylan'ı var eden Taşra Üçlemesi'nden sonra İklimler filminin vizyonunu merakla beklediğimi anımsıyorum, filmin post prodüksiyonunda ve kamera arkasında çalışan bazı arkadaşlarımdan filmle ilgili tüyolar almaya çalıştığı mı da. Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak sonrası verilen yaklaşık dört yıllık bir aradan sonra Ceylan, bu filminde hem kendisi oynuyor, belki de kendisini oynuyor hem de kendisine atfedilen fotoğraf gibi kadrajları ilk kez görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki'ye emanet ediyordu. Gökhan Tiryaki önce steadicam adı verilen sabitleyici bir kamera düzeneğinin operatörü olarak sete çıkıp sonrasında sette görüntü yönetmenliği vazifesini devralıyor, sonrasında ise yolu NBC ile kesişen hemen herkes gibi film piyasasının önemli isimleri arasında yer alacağı günlere ilerliyordu.


Bahsettiğim Taşra Üçlemesi, yerli sinema çevrelerine minimalist anlatıyı, beraberinde Ozu, Bresson, Tarkovski gibi saygın ve sade anlatı ustalarını yeniden hatırlatması bakımından da azımsanmayacak taşıyordu. İklimler ise bu minimalist anlatım tarzını sembolizme ve dijitale taşıyan filmdir. Daha önce kimyasal film makineleri kullanan Nuri Bilge Ceylan, İklimlerle birlikte ilk kez dijital kameraya ve fotoğrafçılıktan kalan bir dijital müdahale olanağına kavuşmuş oldu. Fotoğraflarında da bulutların ve gölgelerin kontrast seviyelerinde sert seviyeler kullanmayı sevdiğini biliyoruz. Filmde köprü üzerinde tek başına durduğu o jenerik sahne (aşağıdaki fotoğraf) daha sonra sürekli hale getireceği bir yöntemin de başlangıcı ve etkili bir uygulama örneğidir. Aslına bakılırsa bu filmin görsel sembolizminin de göstergesidir. İklimler, diğer tüm filmlerine kıyasla NBC'in teknik anlamda en deneysel filmidir. 2000'lerin başında tüm festivallerin gözdesi olan Uzak Doğu filmlerinde (Özellikle Tayvan, Tayland, Hong Kong filmleri) görmeye alıştığımız donan kareler, atlayan kurgu ve ses geçişleri (Jump cut) dikkat çekici. Nuri Bilge Ceylan, döneminin estetiğini yakından takip eden iyi bir sinema izleyicisi olarak da ele alınması gereken biridir bu anlamda. 

Bir şekilde ayakta kalmaya çalışan, ite kaka yürüyen bir ilişkinin üç mevsimini izliyoruz. 30 dakikalık bir yaz mevsimi, 30 dakikalık bir sonbahar ve 40 dakikalık bir kışın ardından gelmeyen bir ilkbahar. İlkbahar, İsa'nın umudunda, Bahar'ın İsa'ya anlattığı rüyada ve en çok da adında gizli. Anlatının sembolizmi ve bu metaforların doğrudanlığına karşın Nuri Bilge Ceylan sinemasını özel kılan sahicilik duygusu yine filmin hamurunu oluşturuyor. Ceylan'ın sinemasını erkek dünyası sineması olarak değerlendiren bir görüş aslında bunu olumsuz bir eleştiri olarak ele alıyor, fakat şimdilik İklimler özelinde değerlendirdiğimde, kendisini ele veren, tutarsız ve zayıf karakterini gözler önüne seren, kendi yalanlarını ihbar bir erkek dünyası, aynı zamanda ciddi bir özeleştiriyi de içinde barındırıyor. 

İklimler'in baş karakteri İsa'nın Bahar'la olan meselesi ve aşkı her mevsim ayrı bir kavramın gölgesinde. Bu karakterin ilkbahar geldiğinde Bahar'ı arzulayıp özleyeceğine inanmak saflık olur. Bahar'ın adını duyar duymaz İsa'yı Ağrı'ya götüren aşk değil başka bir erkeğin, başka bir rakibin olup olmadığının doğurduğu meraktır. İsa Bahar'ı hızlıca bulup onu hızlıca ama gönülsüzce ikna etmeye çalışır. Bahar'ın yalnız olduğunu öğrenip huzura erdiğindeyse tek derdi belki iki gün daha müsait olan Serap'la zaman geçirmektir. Filmin, tüm yan karakterleriyle birlikte müthiş bir insani zenginliği var. Aynı odayı paylaştığı akademisyen, Ağrı'daki taksici, hâlâ muhtaç olduğu için uğradığı anne babası ve hatta uçak bileti aldığı esnafın bile. İsa, herkese bambaşka taraflarını göstermekte usta bir yalnız olarak sinemamızın özenle yaratılmış karakterlerindendir. 


Filmin Fragmanı



4 Şubat 2018 Pazar

Jungle Fever / Orman Ateşi 1991

Siyahın tonları



Jungle Fever, başka ten renginden biriyle birlikte olma isteğini belirten bir tanımlama. Spike Lee için her ne kadar, şimdiye kadar izlediğimiz klişeleri siyahlara uyarlıyor dense de, sinemasına göz atmakta fayda var. Aslında net bir özgünlükten bahsedemiyorsak bile, klişe senaryoların siyahları görmezden geldiği gerçeğini dile getirmemiz gerekiyor. Spike Lee, filmin itici gücünü, yeterince deşilmemiş beyaz aklın eleştirisinden alıyor. Jungle Fever, bu anlamda, Spike Lee sinemasını tanımlayan en iyi örnek dersem kendi payıma hata etmiş sayılmam. 


Bir mimarlık ofisine geçici sekreterlik işi için gelen Angie (Annabella Sciorra), tutucu bir italyan ailesinin kızıdır ve Paulie (John Turturo) adında bir İtalyan genciyle flörtleşmektedir. Çalıştığı ofisteki evli bir afro-amerikan mimar olan Flipper'la (Wesley Snipes) kısa sürede yakınlaşan Angie'nin bu sırrı kısa sürede açığa çıkar. Ailesinden ve çevresinden büyük tepki gören Angie, Flipper'la yaşamaya başlar. Eşinden (Lonette McKee) ve çocuğundan uzaklaşan Flipper, hem kendisinin hem de Angie'nin geleceği için iyi bir karar vermek zorundadır. 


Doğruyu Seç filminde olduğu gibi kapalı gruplar arasındaki kalıplaşmış yargılar üzerine bir film. Geleneklerine son derece düşkün İtalyan bir aile ile dertli bir siyah sülalenin mutlu ailesinin dağılması üzerine. Tüm Spike Lee filmlerinde olduğu gibi siyahlara yönelik bir tutam kayırma var, o kadarı da olsun diyelim. Bu iki film arasında bir de ''İki kadın arasında'' adlı filmi izlemeye başladım ve henüz yarılayamadan bıraktım. Yaratıcılıktan uzak, kapkatı ve kompleksli bir siyah güzellemesiydi. Spike Lee sınıfsal yaklaşıma sahip bir yönetmen değil, sistem içinde siyahların da ''beyazlar gibi'' ezen ve ezilen bölüşümüne ortak olmasına tav olacak bir adam. Arada sırada hikayenin siyahları tarafındaki sert tarafını görmesek katlanılır bir tekrar olmazdı açıkçası. 

Filmin Fragmanı

4 Ocak 2018 Perşembe

La corrispondenza / Sıra dışı İlişki 2016


Kara bir türlü görünmüyor



İçinde Jeremy Irons olan filmler benim için gözü kapalı izlenmesi gerekenler sınıfındadır. Bu müthiş aktör, yorumladığı her filmi başka bir boyuta taşıma konusunda mahirdir. Sıra dışı İlişki de buna müsait bir film. Giuseppe Tornatore'yi akla getirecek hiçbir unsura sahip olamayan, açıkçası düpedüz anlamsız bir filmi bile bir tık yükseltmiş olmasından dolayı girişi onunla yapmak istedim. Genelde tekil filmlere karşı takınabildiğim rasyonel tavrı yönetmen sineması incelerken takınamıyorum. İlk filminden bu yana gelişimini ve yöntemlerini kavradığım için haliyle bir yakınlık kuruyorum, gel gör ki bu filmi tanımasam da olurdu diyorum.


Film setlerinde tehlikeli sahnelerde dublörlük yapan Amy, (Olga Kurylenko) kendisinden oldukça büyük olan eski hocası Ed Phoerum'la (Jeremy Irons) birliktedir. Uzay bilimleri Profesörü olan Ed, sevgilisine bitirme projeleri konusunda da yardımcı olur. Bir dizi konferans için şehirden ayrılan Ed ve Amy sürekli video mesajla haberleşirler. Kısa bir süre sonra Ed'in ani ölüm haberini alan Amy, Ed'den hala video mesajlar gelmesi karşısında şaşkına döner ve onu bulmayı aklına koyar. 


Mis gibi konusu var neden kötü olsun ki? diyecenler olacaktır belki. Bu mis gibi konu bizzat Giuseppe Tornatore tarafından yazılmış ve yine bizzat onu tarafından uzay boşluğuna salınmış. Konu bir yere varmıyor, gizem ya da macera desen o da yok. Avrupalı yönetmenler akıllarındaki ilginç fikirleri değerlendirip sürekli sahada olmak için kısa filmlere şans verirler. Keşke Tornatore de böyle yapsaydı, iyi bir kısa film izlemiş olurduk. Karakterlere verilmiş meslekler üzerinden okuyun, Dublorlük ve tehlike, Astronomi ve rölativite (görelilik). Güzel bir zıtlık olabilirdi belki ama bir süre sonra o yol da tıkanıyor. Her şeye rağmen berbat bir film diyemem, ne de olsa bir Tornatore filmi. 


Filmin Fragmanı

2 Ocak 2018 Salı

La leggenda del pianista sull'oceano / 1900 Efsanesi 1998




Bir biyografinin efsanevi intiharı




Cennet Sineması, Giuseppe Tornatore'nin henüz ikinci filmiydi ve bu filmle Amerika sinema piyasasının en büyük ödülünü kazanıp adını sinema tarihine yazdırmıştı. Kendi ülkesinde filmler çekmeye devam ettikten sonra Roman Polanski ve Gerard Depardieu ile çalıştığı Şüpheli filmini Fransızca olarak çekti ve Fransa'da da iş yapmış oldu. 1900 Efsanesi ile birlikte Tornatore Amerika sınırına ayak basmış oldu. İngilizce çektiği bu film Tornatore'yi başka bir mertebeye taşıdı. Sermaye ve yapım bağlantıları bakımında İtalya sineması başlığında değerlendirmek durumda olsak da 1900 Efsanesi açık biçimde bir Amerikan filmidir. 


Avrupa'nın çeşitli yerlerinden yolcuları New York'a götüren bir Transatlantikte kimsesiz bir bebek bulunur. Danny Boodmann (Bill Nunn) bu bebeğe Lemon Nineteen Hundred (Tim Roth) adını verir. Hayatı boyunca gemiyi terk etmemiş olan Nineteen Hundred, geminin piyanosuyla haşır neşir olur. Gençliğinden itibaren dinleyen herkesi büyüleyen genç adam, karşısına gelen herkesi hatta caz müziği bulan adam olarak ün salan Jelly Roll Morton'ı (Clarence Williams III) bile müziğiyle alt eder. Onun orkestrasında çalan Max Tooney (Pruitt Taylor Vince), New York'ta bulduğu bir plakta Nineteen Hundred'in kaydına rastlar ve onu gemiden kurtarıp Dünya çapında tanıtmak ister. Fakat Ninteen Hundred gemiyle bütünleşmiş ve onunla birlikte yok olmayı göze almıştır.


Yirminci Yüzyılın başlarında Dünyanın en büyük piyanisti biri Vladimir Horowitz'di. Yine resitallerinden birinde kendisinden sonra piyanon başına oturan şişman bir siyahi, Horowitz'in çaldığı besteyi önce baştan sona ve sonra sondan başa çalar, tek eliyle değişik stillerde çeşitlemeler yapar. Horowitz bu stil karşısında piyano çalmaya on üç yıl arar verir. Rivayet odur ki gözleri çok az gören Art Tatum çocukluğunda dinlediği bir plakta piyanoyu iki kişinin çaldığını idrak edemeyip oldukça hızlı parmaklara sahip tek kişi olduğunu düşünür ve bu kişiyi taklit eder. Sonunda eşsiz bir stile ve hıza erişen Art Tatum gelmiş geçmiş en iyi piyanist olur. 1900 Efsanesi'nin hikayesi işte bu gerçek hikayeden oldukça etkilenmiş olsa gerektir. 


Birçok başarılı Amerikan filminde anlatıcı tekniği kullanılmıştır. Bu daha çok destansı filmlerde işe yarayan bir yöntem. 1900 Efsanesinde bu anlatım tarzını kullanılmasaydı, film maazallah üç buçuk saat sürerdi belki de. Adı üstüde 1900 Efsanesi'ni anlatan kişi aslında filmde zaten gösterilen sahneleri anlatmış oluyor, yani filmin süresinden tasarruf söz konusu değil. Süre konusu önemli, bu yüzden vurguluyorum, ironi yapıyorum. İki saat kırk beş dakikalık bir Amerikan filmi ne anlatırsa anlatsın sıkacaktır. Tornatore filmin temposunu bu handikapa rağmen oldukça yerinde tutmuş aslında. Tim Roth, başrolde ve bildiğimiz gibi. Doğup büyüdüğü gemiyi terk etmeyen karakter, dev bir balığın yuttuğu Yunus Peygamber'e de benzetilir yıkılan eviyle yerle bir olmayı göze alan bir direnişçiye de. Derin bir tutkuyla işine bağlı olan zaten sürekli yolculuklar yapar ve gidip gördüğü şeyler onu hayal kırıklığına uğratacağından bir türlü gitmeyi deneyemez. 


Filmin Fragmanı


28 Aralık 2017 Perşembe

Last Cab to Darwin / Darwin'e Son Taksi 2015


Ölüme rezervasyon




 Avustralya sinemasını özel bir kategoride değerlendirebilecek kadar yakından tanımıyorum. Majör ülke sinemaları gibi ardı ardına iyi örnekler vermiş, özgün, en önemlisi belirli dönemleriyle farklılıklar yaratmış bir sinema olmadığını biliyorum en azından. Özellikle Hollywood'a kazandırdığı yıldızlar ve yönetmenlerle, bir de ara sıra gözümüze ilişen kaliteli filmlerle adını hatırladığımız Avustralya'dan yeni bir iyi örnekle karşınızdayım: Darwin'e Son Taksi. Kimi sinefil arkadaşlarımın yoğun ısrarıyla izlediğim Darwin'e Son Taksi açıkçası beklentimin epey üzerinde sağlam bir film.


Broken Hill / Avustralya'da taksicilik yapan Rex (Michael Caton), daha önce geçirdiği operasyondan sonra bu kez vücudunu kanserin tamamen sardığını öğrenir. Darwin City'de bir kliniğin ötanazi için gönüllü aradığını duyan Rex, karşı komşusu ve sevdiği kadın olan Polly'yi (Ningali Lawford) bırakarak bir haftalık taksi yolculuğuna başlar. Yolda araba camını tamir eden Tilly'i de (Mark Coles Smith) yanına alan Rex, yol üstünde karşılarına çıkan Julie (Emma Hamilton) ile birlikte Darwin'e varır. Bazı prosedürler için Darwin'de beklemek zorunda kalan Rex, hayatının son günlerini sorgulamaya başlar.


Filmin konu itibariyle sağlam olan dramatik çatısı beyazlar ve siyahlar (Aborjinler) arası meseleyi gayet sıradan bir faşizm nesnesi olarak filme dahil ederek sağlam bir sosyal zemin de kazanıyor. Darwin'e Son Taksi, ne ağlak bir ölüm yolculuğu ne de sosyo-politik doğruculuk peşinde. Klasik dramanın ihtiyaç duyduğu bazı klişeleri yoğun biçimde barındırıyor olsa da Darwin'e Son Taksi iyi bir yol filmi benim nazarımda. 

Filmin Fragmanı

27 Aralık 2017 Çarşamba

Closer / Daha Yaklaş 2004


Fethetme arzusuna daha yaklaş



Aşk ilişkilerini en derinlikli biçimde anlatan yönetmenlerden biri olan Mike Nichols, sanırım özellikle iki filmiyle öne çıkıyor ve tanınıyor. Bu filmlerden biri onun başyapıtı sayılan 1967 yapımı Aşk Mevsimi ise diğer film kesinlikle Daha Yaklaş'tır. Nichols'ten bağımsız olarak seri bir biçimde iyi filmler izlediğimiz 2000'ler sinemasının önemli ve akılda kalan filmlerinden biri olarak da analım bu filmi. Yönetmen, bu kez hiçbir sırrı saklamayan, şeffaf karakterler üzerinden ilişkilerin karmaşık doğasını, aşk oyunlarının sahiciliğini ve değişmeyen acıları gösteriyor.


Yazı kariyerinde ilerleyemeyip ölüm ilanları yazarak geçinen Dan (Jude Law), tanık olduğu kazada yaralanan Alice'e (Natalie Portman) aşık olur. Alice'le tanıştıktan sonra işleri yoluna giren Dan yeni kitabının kapak fotoğraflarını çeken Anna'ya (Julia Roberts) aşık olur. Dan kendisine istediği yakınlığı göstermeyen Anna'ya bir oyun hazırlar ve internetten tanıştığı Larry (Clive Owen) ile buluşmasını sağlar. Bu tesadüfi buluşma sonucunda Larry ve Anna evlenir. Ancak Dan ve Anna tekrar birlikte olunca bu dörtlü arasında karmaşık bir şehvet çemberi oluşur. 


Yazının başında Nichols'ün diğer önemli filmi olan Aşk Mevsimi'nden bahsetmiştim. O klasik filmde serseri mayın gibi olan erkek karakter günün sonunda romantizmine tutunuyordu. Net bir hamle yapan bir baş karakterle ona net karşılık veren bir kadın karakter vardı. Bu filmi karmaşık kıldığını düşündüğümüz şey aslında realizm iken o filmde 60'lar romantizmi baskındı. Closer'ın karakterlerinden Larry, Mike Nichols'ün 1971 yılı yapımı filmi İlk Defa'nın sürekli ilişki kovalayan aşırı gerçekçi karakteri Jonathan'la birebir örtüşüyor. Mike Nichols'ün derin bakış açısı ve tutarlılığı burada şeffaflaşıyor işte.


Filmin Fragmanı

25 Aralık 2017 Pazartesi

Regarding Henry / Kendini Arayan Adam 1991



Her şerdeki hayır üzerine köpürtmeler



 J.J. Abrams günümüzün önemli yapımcılarından biri. Ülkemizde daha çok Lost adlı dizinin yaratıcısı olarak bilinse de portfolyosu oldukça dolu bir dizi ve film yazarıdır aynı zamanda. Kendini Arayan Adam'ın senaryosunu yirmi beş yaşındayken yazıp Mike Nichols gibi bir yönetmene ulaştırmış olması büyük bir olanak. Bazı insanları başarı merdivenlerinden yukarı doğru adeta itekleyerek çıkarıyorlar. Fikrin pek de geçer akçe olmadığı kavramsal metinlerin yanında Amerika ekolü hikaye ve olay anlatan senaryolar da söz konusu. Yani yapımcıya ilginç gelecek bir senaryonuzun olması gerekiyor. Kendini Arayan Adam'ın konusuna değineceğim, işte o zaman yeni bir numarası olmayan ikinci kalite bir senaryonun ve Hollywood'un farkına tekrar varmış olacağız. 



Başarılı ve hırslı avukat Henry (Harrison Ford) , eşi Sarah (Annette Bening) ve kızıyla (Kamian Allen) bile zaman geçiremeyecek kadar yoğun çalışan ve etrafındakilere değer vermeyen bir adamdır. Bir market soygununda kafasından vurulan Henry hafızasını kaybeder ve uzun bir tedavi sürecinin ardından evine döner. Her şeyi yavaş yavaş hatırlamaya çalışa Henry değişmiş, etrafındakilere ve ailesine değer veren bir adam haline gelmiştir. Geçmişte hem avukat hem de bir baba ve eş olarak yaptığı şeyleri telafi etmeye çalışacaktır.


Senaryo ortadayken kalkıp da Mike Nichols'ün ilişkilere bakışından bahsetmek saflık olur. Ortada kötülük ve hırsla bir yere varılamayacağını söyleyen, kariyer hırsını kötüleyen bir anlatı var. Bu anlatı kötü, hırslı, üst orta sınıf Amerikalıya veriliyorsa ne ala, biliyoruz ki öyle değil. Mesaj Çalışan Kız filminde olduğu gibi kalbi temiz tutan beyaz Amerikalılar için. Gelin iyisi mi oyuncularla bitirelim. Harrison Ford filmde dönüşüm yaşayan adam olarak son derece başarılı, Harrison Ford zaten farkındalığı olan iyi bir aktördür. Genç ve güzel Annette Bening, Amerikan sinemasının özel ve güçlü bir oyuncusudur ve bu filmin de şanslı taraflarından biri. 


Filmin Fragmanı

24 Aralık 2017 Pazar

Working Girl / Çalışan Kız 1988



Ye, dua et, çalış




https://cinepopularica.blogspot.com/2017/12/working-girl-calsan-kz-1988.html

Mike Nichols'ün bir önceki filmi Heartburn için düşündüklerimi onaylayan Yeni bir Mike Nichols filmiyle karşınızdayım. Herhangi bir vasfı olmadığı için tek çözüm yolunu iyi ve sevimli olmakta bulan ve başarısızlığının sebebini iyiliğini bağlayan tembel bir insan düşünelim. İyiliği yapay, planlı ve gösterişe dayalıdır. Baş Belası'nı izlerken böyle düşünmüştüm işte. Enikonu kötü bir filmdi, Working Girl ise seyri daha mümkün olan, bir olay örgüsü etrafında ilerleyebilen, asgari de olsa cazibeye sahip bir ''Feel good movie''. Mike Nichols gibi özel bir sinemacının Amerika film endüstrisi içerisinde sadece inandığı işleri çekerek finansman yaratması imkansız. Onun filmografisine dahil etmekle beraber başka türden bir parantez açarak izlediğim filmler için yazdığım yazılarda görece eleştirel bakıyorum bu yüzden. Stüdyolar Mike Nichols gibi kariyeri ve hikaye inşa etme becerisi yüksek, birinci sınıf yönetmenlere film çektirirken bazı star oyuncuları projeye inandırmakta daha az zorlanıp onlardan daha yüksek verim alabiliyorlar. Bu, gişe başarısının çalışan formüllerinden biri. Working Girl'ü, döneminin romantik komedi geleneğine yeni bir şey katmadığı için geçiştirebilirim belki ama günümüz romantik komedilerinin en azından reji anlamında fersah fersah ilerisindedir.

https://cinepopularica.blogspot.com/2017/12/working-girl-calsan-kz-1988.html

Uzun yıllardır sektererlik yapan Tess McGill (Melanie Griffith), işe yeni başlayan, hırslı ve genç patronu Katharine Parker'a (Sigourney Weaver) kendi fikri olan bir satın alma projesinden bahseder. Patronu, hem fikrini çalar hem de sevgilisi Mick'le (Alec Baldwin) ilişki yaşamaya başlar. Tüm bunların üzerine Tess, değişmeye ve intikam almaya karar verir. Patronunun hastalığını fırsat bilerek projesini üstlenen Tess, firma sahibi Jack Trainer'e (Harrison Fordkendisini patron olarak tanıtıp onunla aşk yaşamaya başlar. Jack, Tess için hem bir sevgili hem de intikam fırsatına dönüşür. 

https://cinepopularica.blogspot.com/2017/12/working-girl-calsan-kz-1988.html

İlişkilerin kimyası söz konusu olduğunda derinlemesine irdeleyip özel bir hikaye sunan Mike Nichols'ün sınıfsal ve sosyo-politik bir tabanı da var. Alman sinema ekolünden yetiştiği ve 50'lerin, 60'ların sinemasıyla kendisini var ettiği için yöntemsel yaklaşımı budur. Nora Ephron romantik komedi olarak tanımlanabilecek olan türün belki de en bilinen birkaç filminin yazarı. Senarist olarak fikirleri bana pek cazip gelmese de Mike Nichols'ün senaryo üzerinde hiçbir değişim talebi olmaksızın filmi çekip stüdyoya teslim ettiğine eminim. Kalbini ferah tutup biraz çabalarsan hak ettiğini alırsın gibi basite indirgenmiş bir fikir Nichols'ün harcı değil. Nora Ephron'un seri üretim romanları ve senaryoları yönetmen ve yapımcı tarafından dokunulmamak kaydıyla sonraki yıllarda da çekilmeye devam etmiş. You've Got Mail ve When Haryy Met Sally epey başarılı olurken onlarcası hüsranla dolu. Finali izleyiciye kaderci bir iyilik hazzı tattıran Working Girl, iyi bir yönetmenin vasat işi. Önem atfettiğim durum şu ki; Bu filmle Mike Nichols'ü keşfeden biri yönetmenin diğer filmlerine yönelme hevesini bulabilir mi acaba?

Filmin Fragmanı

21 Aralık 2017 Perşembe

The Graduate / Aşk Mevsimi 1967



Sevmeyi öğreniyorum





Aşkın dört bir tarafını dolanan Mike Nichols bu kez aşkta çömezliği anlatıyor. Başroldeki Dustin Hoffman otuz yaşında ve daha önce birkaç tv dizisinde yan rollerde oynadıktan sonra ses getirmeyen bir filmin ardından Mike Nichols'la buluşuyor. Amerika sinemasında 60'lı ve 70'li yıllar bugün anlatılması çok zor konuları dönemin zehir gibi yönetmen kuşağı sayesinde seyirciyle buluşturuyor. Orta yaşlı bir kadın, onun kızı ve yeni mezun bir genç delikanlı arasındaki aşk üçgeni finalde net br romantizmle aydınlanıyor ve hepsi bu kadar! 


Üniversite eğitimini tamamlayıp ne yapacağına karar vermek için bekleyen Benjamin (Dustin Hoffman), derin bir bunalımın içerisindedir. Kafasını dağıtmak için gittiği şehir dışındaki evde babasının patronunun karısı Mrs. Robinson'ı (Anne Bancroft) görür ve ona saplantılı bir biçimde tutulur. Daha çok keşfetmeyi çağrıştıran bu aşkın yanı sıra bir de Bayan Robinson'ın kızı Elaine (Katharine Ross) vardır ve Elanie Benjamin için romantizmin ta kendisidir.


Kim korkar hain kurttan? gibi zor bir filmden sonra ticari basitliğe saplanmamak zor iş. Özellikle sektörde ikinci filmini çeken bir yönetmen için tavrını tarzını belli edeceği alanda ısrar edebilmek oldukça zor. Nichols sinemasında şu ana kadar gözüme çarpan bir diğer noktayı da araya sıkıştırmak isterim. Kendisi tek karakter üzerinden filmi kotarmaya çalışmıyor. Benjamin dışındaki, Bayan Robinson ve Elaine karakterleri kağıt üzerinde yaşayan tipler değil. 


Nichols bir sonraki filminde Amerika'nın savaş eleştirisini kara mizah yoluyla verecek, fakat Aşk Mevsimi'nin Benjamin'i dönemin çalkantılı dünyasıyla bağlantılı olarak pasifist, dalgın ve depresif olarak resmedilmiş. En azından Bayan Robinson'la olan ilişkisinde bu yönde bir tavır var. Elaine ile olan ilişkisini ciddiye almaya başlayıp sorgulama aşamasından eylem aşamasına geçiyor ve çağın gerçeğine uygun olarak kişisel devrimini gerçekleştiriyor. Filmin efsaneleşmiş final sahnesi özellikle mutlu son olgusunu aşıp bu açıdan değerlendirilmeli bana kalırsa. 

Filmin Fragmanı

17 Aralık 2017 Pazar

The Remains of The Day / Günden Kalanlar. 1993

Yutkunursun, aşk olur!





Blog üslubuyla film yazarken giriş cümlesi kurmanın birçok yolu var. Filmi izleme ve yazı arasında geçen süre burada belirleyici olur. Günden Kalanlar'ı henüz bitirip yazmaya koyulduysanız aklınızdan geçen ilk düşünce muhtemelen bir Anthony Hopkins övgüsü olacaktır. Onu överek başlamayı isterim ama bu sefer de izlediğimi gölgeleyeceğinden korkarım. Uzatıyorum. Görkemli ve aynı zamanda basit bir film, muhteşem oyuncular ve muazzam görüntü yönetimi. Girişi böyle yaptığımı düşünün ve etkileyici bir filmin etki altısında kaldığımı bilerek beni mazur görün.


Taze Nobel ödüllü Kazuo Ishiguro, bilindiği gibi kendisi bir İngiliz, tarihsel arka planlı romanını 1989'da yayınlar. James Ivory de uyarlamalara oldukça düşkün bir yönetmendir. 1993 yılında vizyona girdiğinde eleştirmenlerin büyük beğenisi kazanan film öte yandan İkinci Dünya Savaşı'na giden süreci de gözler önüne serer. Biz genellikle savaşın seyri içerisinde insan hikayeleri izleriz ve bunu da kıymetli buluruz. Günden Kalanlar'ı benim gözümde kıymetli ve eşsiz kılan ise hem savaşa doğru titrek bir ilerleyişi hem de insani zaaflarla aşka doğru titrek bir yönelişi bir araya getirmiş olması. Bu sıralar sıkça kullanılan politik söylemle, büyük resmin içerisinde enstantaneler barındırması. 


Film, anlatıcılı bir başlangıç yapıyor. Olayların geçmişi anlatıcı yardımıyla aktarılıyor, zira seyircinin atmosferi algılayamaması dönem filmleri açısından büyük bir zaaf olabiliyor. El değiştiren bir konak ve konak çalışanlarının yenilenmesiyle başlayan hikaye, konağın tüm işlerine hakim olan uşak  James Stevens (Anthony Hopkins) ve işe aldığı kahya Miss Kenton'ın ( Emma Thompson) olaya hızlıca dahil olmasıyla birlikte rayına oturup akmaya başlıyor. Senaryosu açık açık yazılamayacak, olgusal bir film olduğunu belirteyim Günden Kalanlar'ın. Hayatını tutsaklığa adamış bir adamla o adamın zırhını delmeye çalışan bir kadının dünyayı değiştirecek günlere doğru yolculuğu dersem yeterli olacaktır sanırım.


Anthony Hopkins'in canlandırdığı karakter Stevens, görevini her şeyden üstün tutan demirden bir iradeyi temsil ediyor, Miss Kenton ise insancıl bir esnekliği. Stevens'in babası da eski bir uşak ve filmde konağın ekibine dahil edilenlerden biri de o. Burada sınıflar arası keskinlik, babada oğula uşaklık, tutsaklık, gönüllü kulluk meselesi çok net. Stevens, insani olarak duyguların batağına nasıl saplanmış ve Miss Kenton'a karşı olan duygularında nasıl kaybolmuş ise konağa ve efendisine karşı da o denli bağlı bir karakter. Konakta olup bitenler, tanık olunanlar ve sırların dört duvar arasına sıkışmasının kaçılmaz oluşu.. Filmin büyüklüğü burada. Duyguların ve politik düşüncelerin gizlendiği, mahremin herkes tarafından bilindiği ama susulduğu bir ortamda bu duyguların yükünü çeken mükemmel bir oyunculuk hem Hopkins hem de Emma Thompson tarafında beliriyor. 


Filmin Fragmanı



17 Eylül 2016 Cumartesi

Cronaca di un amore / Bir Aşkın Öyküsü 1950


Tutkuların doğasına giriş


Michelangelo Antonioni’nin efsanevi sinemasına biraz da olsa değinmek istiyorum. İnternet devrinde sanal ukalalık pek makbul biliyorum, ancak söz konusu Antonioni olunca tatlı tatlı ahkam kesme konusunda had bilmek gerekiyor. Azımsanmayacak bir kısa-belgesel film geçmişinden, pratiğinden, sonra ilk filmi olan Bir Aşkın Öyküsü ile başlıyorum. Birçok yönetmene en sevdiğiniz yönetmen kim diye sorulduğunda verdikleri cevap Antonioni’dir. Usta, özellikle atmosfer yaratma konusunda eşi benzeri olmayan bir beceriye sahip. Bir Aşkın Öyküsü, hikayeyi anlatmada biraz tutuk kalmasına rağmen genç bir sinemacı olarak Antonioni’nin verdiği sinyal oldukça başarılı.


Dijital sinema dönemi insanları olarak filmlerin oldukça büyük teknik sorunlar yaşadığı 50’li yıllardan pek haberdar değiliz. O dönemin filmlerindeki ani görüntü zıplamalarından tutun da, kopuk sahnelere kadar olan tüm zaafları hoş görmez isek bugünün aksaklıklarını yerden yere vurmaya kadar götürebiliriz işi. Usta yönetmen bu filmde teknik sorunlarla epey boğuşmuş gibi. Hikayenin tutukluğundan çok kopukluk gibi bir eksikliği var filmin.


İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Avrupa’nın ve modern toplumun bunalımını en iyi yansıtan yönetmenlerin başında gelen Antonioni, Bir Aşkın Öyküsü’nde İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma bir aşk hesaplaşmasını anlatıyor. Savaşın ardından servet sahibi olup kocasını terk eden Paolo (Lucia Bose) ve uzun süredir birlikte olduğu Guido (Massimo Girotti)  arasındaki aşkın izini süren dedektif Carloni (Ferdinando Sarmi) üçgeninde yine bir sıkışma durumuna yönelen yönetmen, dönemin ruhuna uygun olarak kara filmde karar kılıyor.  Antonioni külliyatına giriş yaparken tüm kusurlarına rağmen bu filmi göz ardı etmemek gerekir.



Filmin Fragmanı

14 Haziran 2016 Salı

Mr. Nobody / Bay Hiçkimse 2009

Genç bilebilse, ihtiyar yapabilse


Jaco Van Dormael’i şöhrete kavuşturan, dolayısıyla geniş kitlelerce sinemasını görünür kılan filme geldi sıra; Bay Hiçkimse’ye. Kafa açan bir film olduğunu okumuştum, ilk dakikalarından itibaren buna kendim de tanık oldum ve gözümü bile kırpmadan izleyemeye başladım. Filmin bitiş jeneriğiyle birlikte koca bir rus romanını bir solukta okumuş, bunun gururunu yaşayan, gel gör ki konuyu anlayamadığını düşünen adam gibi hissettim. Şimdi durum nedir?, Hemen izah edeyim.


Aslında mesele o kadar da karmaşık değil.  Yönetmenin diğer filmlerindeki başka dünya tasavvuruna kulak kesildiyseniz aslında gayet göze görünür bir metinle baş başa kalıyorsunuz.  Jaco Van Dormael’den hareketle film hakkında şöyle bir şey söylemek istiyorum. Mümkün haller içerisinde tüm ihtimalleri denemeye çalışan bir film gerçekleştirme düşüncesiyle ortaya çıkmış, biraz uzun olması ve derli toplu olmaya bir türlü meyledememesi yüzünden hafif bir karmaşa yaşayan tatlı bir film. Umarım çok karmaşık bir açıklama olmamıştır.



2092 yılında 120 yaşında bir adam olarak uyanan ve son ölümlü olarak ölümü bekleyen Nemo (Jared Leto), yaşam transkriptindeki tüm olasılıkları yaşamaya başlar. Hayatındaki üç kadınla ve üç olası aileyle ilgili olarak yaşadıkları onu başka evrenlere sürükler. Annesiyle babasının ayrılığından başlayarak hayatındaki tüm öenmli anları tekrar yaşayan genç adam için en samimi nasihat yine kendi ihtiyarlığından gelecektir: ‘’Her şey hallolur, iyi yada kötü’.



Yönetmenin tüm filmlerine bakmış biri olarak sıkıntılı bir alana da değinmek istiyorum. Süreden kaynaklanan ritim bozukluğu. Bütün filmleri oldukça etkileyici olmasına rağmen bu filmlerin başyapıt mertebesine ulaşmasını engelleyen sıkıcı ve bölücü on, on beş dakika istisnasız her filmde mevcut. Bay Hiçkimse özelinde şunu belirtmem lazım, izleyiciye lazım olan, karakterle özdeşleşme ya da yabancılaşmada ortaklık hissi bu filmde özel bir çaba gerektiriyor. Bunlara rağmen senaryonun teknik taraflarını kavrayabilecek kadar film izlemişseniz gerisi vız gelir. Olumsuz eleştirimi de yaptığıma göre filmi tavsiye ederek yazıyla vedalaşıyorum. İyi seyirler.

Filmin Fragmanı