Cinepopularica: İngiltere Sineması
İngiltere Sineması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İngiltere Sineması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ocak 2021 Pazar

Under The Shadow / Korkunun Gölgesi (2016)

2 dakika okuma süresi

Korkunun gölgesi

Under The Shadow / Korkunun Gölgesi  (2016)

Under The Shadow (Korkunun Gölgesi) filminin hikaye evreni hakkında öncelikle kısa bir giriş ihtiyacı hissediyorum. Sınır komşumuz, ve sinema anlamında konuşmamız gerekirse etrafımızdaki en değerli ve özgün filmlere imza atan İran, 1979 yılına kadar Şah Rıza Pehlevi tarafından monarşi düzeniyle yönetiliyordu. Çeşitli iç ve dış karışıklıklar nedeniyle devrilen Pehlevi'den sonra görkemli bir meydan okumayla İran'a dönen Humeyni İran İslam Devrimi'ni ilan etti. Yıllar yılı batılı standartlarda yaşamaya alışmış olan İran halkı, Humeyni'nin oluşturduğu cadı avı timi olan, devrim muhafızları tarafından baskı altına alındı. Elbette -tanıdık bir yöntemle- doz yavaş yavaş verildi. Özellikle kadınlar üzerine yoğunlaşan bu sivil timin yanı sıra devlet de, devrim karşısında direnen tüm kesimleri, aydınları, öğrencileri fişledi ve sonraki süreçte onları toplumdan izole etmenin yollarını aradı. Bu sırada sekiz yıl sürecek ve her iki ülkeyi de tarumar edecek İran-Irak Savaşı baş gösterdi. Hikaye anlatma geleneğini farklı ve çığır açıcı yöntemlerle destekleyen İran sinemasının yurt dışındaki temsilcileri, son yıllarda hem Persepolis gibi animasyon yapımlarla hem de A Girl Walks Home Alone at Night (Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız) gibi korku gerilim filmleriyle İran'da kadının toplumdaki yerini tüm dünyaya bir şekilde haykırıyor. Elbette İran'da kalıp orada sansür komitesini zekice yöntemlerle aşmaya çalışan sinemacılar da oldu. İngiltere'de yaşayan Babak Anvari'nin, İran-Irak Savaşı sırasında geçen filmi Under the Shadow, korkunun Orta Doğu'daki sembolü olan cin olgusuyla birleşerek İran'ın en zorlu yıllarına odaklanıyor.

Under The Shadow / Korkunun Gölgesi  (2016)

Üniversite yıllarında tıp fakültesi öğrencisi olarak öğrenci hareketinin içinde aktif olarak yer alan Shideh (Narges Rashidi), devrimden sonra öğrenci affından yararlanmak istemektedir. Tüm kapılar suratına kapanan Shideh, doktor olan eşi Iraj (Bobby Naderi) ve küçük kızları Dorsa (Avin Manshadi) her gece bombalanan şehirde yarım yamalak uyumakta ve sık sık binanın altındaki sığınakta sabahlamaktadır. Iraj, bir askeri görev için evden uzaklaşınca iyiden iyiye yalnızlaşan Shideh ve kızı Dorsa evin içindeki çarşaflı hayaletin etkisi altına girer. 

Under The Shadow / Korkunun Gölgesi  (2016)

Öğrenci olaylarına karışan bir kadın ve onun sisteme boyun eğmiş eşi arasındaki aile çatışması, filmin başarılı bir karakter tanımlaması yaratmasına araç oluyor. Fakat bu süreç bana kalırsa biraz hızlı geçiştiriliyor. Hem Narges Rashidi'nin kimi noktalarda yetersiz kalması hem de senaryonun gelişme bölümünde karakterlerin dış dünyayla kurduğu temasın tiyatral kalması kopukluk hissi yaratıyor. His House filmi için söylediklerim Under The Shadow için de kısmen geçerli. Filmin korku gerilim hikayesiyle anlatmayı seçtiği karmaşık toplum düzeni, insanın ruhuna ve özgürlüğüne çöken karabasanı tanımlamak yerine metaforların gölgesinde bireyselleşiyor. Filmde bir toplumsal çöküş hikayesi vaat ediliyor, en azından başlangıçta seyirciye vaat edilen evren bu. Ani bir kararla bireyselleşip karakter dramasına evrildiğinde geri planda anlatılan tüm hikaye toplumsal buhran anlatısından sıyrılıp bireysel çıldırış öyküsüne dönüşüyor. Bir karakteri merkeze alarak da toplumsalı anlatabiliriz elbette. Konforlu bir metottur ve işleyebilir, tabii şartlar yerine getirilebilirse. The Pianist (Piyanist) filminde bir adamın hikayesiyle korku iklimini nasıl da iliklerimize kadar hissetmiştik. Ama işte bu filmde toplumsal hikaye geri dönüşsüz biçimde terk ediliyor bir müddet sonra. Onu unutuyoruz. Çalınan hayallere karşılık oyuncak metaforu, cin bahsindeki kılık kıyafet reformu göndermesi, arka plandaki savaş, bombalar ve devrim muhafızlarının amansız takibi cılız birer dolgu malzemesi olarak kalıyor. Yönetmenin tercihlerini anlayabiliyorum. 1980 yoğun bir yıl ve anlatılacak çok şey var. Her şeyi anlatmaya çalıştığında ise çok şeyden feragat etmek zorunda kalıyorsun. Filmin çok iyi kotardığı bir taraftan söz ederek bitirmek isterim. Cin gibi kültürel bir anlatıyı nasıl sulandırmamamız gerektiğini, korku nesnesi olarak nasıl etkili kullanılabileceğini mükemmel bir biçimde gösteren bir film. Bize ders olsun.

Filmin fragmanı

22 Aralık 2020 Salı

Slow West / Sakin Batı (2015)

2 dakika okuma süresi


Gel gör beni aşk neyledi



Slow West / Sakin Batı Michael Fassbender (2015)

İngiliz yönetmen John Maclean'in ilk uzun metraj filmi olan Slow West, Arthur Penn sinemasında anti-western olgusunu incelediğim günlerde gözüme çarpan, o sırada listeme eklediğim bir filmdi. Imdb puanına aldanıp izlemekten imtina etseydim çok şey kaçırmış olurdum. Türler arasında dolaşan, saplantılı biçimde bağlı olduğu türün klişeleri arasında bocalamayan filmler başımız gömüzün üstüne, sayıları çok az. Bu sefer ortaya çıkan filmde bu geçişkenlikten daha fazlası var. Bir doğu-batı hattından da bahsedebilir, o dünyanın algısıyla yorumlayabiliriz en azından. Vahşi Batı ve karizmatik erkek dünyası mitinin tam ortasına Reha Erdem'in Kosmos karakterinin düşmesi gibi düşünebiliriz. Batı ile doğu arasında tuhaf bir birliktelik gözeten oldukça başarılı bir yapımdan söz ediyoruz. Kullanılan kavramlar ve dönemin tüm dünyayı eşitleyen barbar, ilkel yapısı da buna katkı sunuyor pek tabii. Doğulu bir söylemle Batı dünyasının western türünü, dönemin aşk peşinde koşan bir derviş oğlanıyla harmanlayan Slow West, 1870 yılının tekinsiz Amerikan bozkırlarını huzurlarımıza getiriyor. Elbette western kılığına bürünmüş imkansız bir aşk öyküsü olarak.

Slow West / Sakin Batı Michael Fassbender (2015)

İskoçya'dan Amerika'nın ıssız topraklarına, karşılıksız aşkı Rose Ross'u (Caren Pistorius) bulmak için gelen on altı yaşındaki Jay Cavendish (Kodi Smit-McPhee), Kızılderililerle beyazlar arasındaki ufak çaplı bir çatışmadan kurtulur. Kendisini kurtarıp, koruyan yol arkadaşı Silas Selleck'le (Michael Fassbender) yol almaya devam eden Jay, ıssız kasabaların birindeki ilanda, sevdiği kadın Rose ve onun babasının arananlar listesinde olduğunu görür. Ödül avcılarından önce sevdiğini bulup onu kurtarmak için yol alan Jay, türlü olaylar yaşayıp, geçmişinde Rose'la yaşadıklarını düşünecektir. 

Slow West / Sakin Batı Michael Fassbender (2015)

Ken Loach, Yorgos Lantimos, Noah Baumbach gibi farklı türlerde filmler çeken önemli yönetmenlerle çalışan genç görüntü yönetmeni Robbie Ryan nefis bir işçiliğe imza atmış. Hem yakın merceklerle 1940'lar ve 50'ler sinemasının alan derinliğine göndermeler yapması hem de Avrupa sanat sinemasını anıştıran bir doku sunması oldukça mühim. Filmin içeriğindeki arayış kavramı, deli derviş gibi aşkının peşine düşme metaforu, özellikle final sekansında muhteşem bir noktaya bağlanıyor. Çeşitli Orta Doğulu, Asyalı ve Latin Amerika'lı yönetmenlerden bilindiği gibi, batılı hikayeler bazen farklı ülkelerden gelen yönetmenler tarafından çekilebiliyor. Bu talebin sebebi, kültürel anlamda ortaya bir farklılık koymak, tıkanıklığı gidermek, türün dokusuna lezzet katmak ve duyguların hacmini genişletmektir. Slow West'in sonunda bir anket oluşturulup, bana bu filmin hikayesini kimin yazdığını sorsalardı kesinlikle uzun süre batı ülkelerinde yaşamış bir doğulu yazarın işi olduğuna bahse girer ve sonunda yanılırdım. Kör aşkın, bu denli dervişâne tarifine rastlamak pek kolay olmuyor. 

Filmin fragmanı

20 Aralık 2020 Pazar

His House (2020)

2 dakika okuma süresi


Huzur, uzak bir temenni


His House 2020 netflix 1 Cinepopularica.jpg

Dünyayı kilitleyen pandemi dolayısıyla askıya alınmış olsa da, gelişmiş olarak nitelenen ülkelerin yoğun bir yabancı işçi alımı ve mülteci kabul oranı söz konusu. Yaşlı nüfusları ve diğer gelişmiş ülkelerle rekabet zorunluluğu bir varlık tehditi yaratınca, tanımadıkları ülkelerin vatandaşlarına kucak açıp, onları entegre ederek ikinci sınıf da olsa  muteber birer vatandaşa çevirme niyetindeler. His House hem bu mülteci meselesine bakıyor hem de geçmişin, hatıraların ve acıların insanlar üzerine nasıl karabasan gibi çöktüğünü gözler önüne seriyor. Anımsayanlar çıkacaktır, His House, Tolga Karaçelik'in Kelebekler filmiyle drama dalında en iyi film ödülünü kazandığı 2018 yılı Sundance Film Festivali'nde NHK (Japonya Televizyon Kurumu) ödülünü kazanmıştı. Dünyanın görsel kültürüne katkıda bulunan, kültürel alışverişi destekleyen filmlere verilen bu ödül, gelecek film için lazım olan bütçeye ufak da olsa bir katkı sağlıyor. NHK fonu bu noktada önemli aslında. Çünkü filmde öne çıkarılan bir etno-kültürel yapı var. O yapının içine bir sene Arap mültecileri, diğer sene Afrikalı mültecileri yerleştirip senaryo şablonunda ufak değişiklikler yaparak yollarına devam eden uluslararası kültür sanat şebekelerinden söz edebiliriz. Özgün bir anlatım formunun peşinde değiller, cevap anahtarları ellerinde. Filmde, Afrika kara büyüsü, İngiltere kırsalında tutunmaya çalışan gariban Afrikalı imgesi, kara kıtanın kadim acıları görselleştiriliyor. Mülteci ve öteki olma durumunu psikolojik gerilimle harmanlayıp bir bütün haline getirmeye niyetlenen His House, finalde tekrar mülteci meselesinin özünü yakalamak istese de yetersiz kalıyor.

His House 2020 netflix 1 Cinepopularica.jpg

Güney Sudan'daki iç savaştan kaçıp, botlarla deniz aşırı bir yolculuğa çıkan Bol (Sope Dirisu) ve Rial (Wunmi Mosaku), sonunda İngiltere'ye iltica ederler. Kaçarken beraberlerinde getirdikleri, başka bir kadının çocuğu olan Nyagak (Malaika Wakoli-Abigaba), bu deniz aşırı yolculukta can verir. İngiltere'de kendilerine verilen evde mutlu bir gelecek kurmayı hayal etmelerinin hemen ardından ikisi de evden gelen garip sesleri işitip, duvar çatlaklarından kendilerini dikizleyen varlıklar görmeye başlar. Sürekli olarak Nyagak'ın pişmanlığını hisseden Bol ve Rial, bu durumu çözmek için sıra dışı bir yola başvuracaktır.

His House 2020 netflix 1 Cinepopularica.jpg

İnsanın geçmişiyle yüzleşip oradaki hayali imgelerle sürekli kavgasını anlatan 2014 yapımı çok başarılı bir film  vardı. Babadook adlı bu filmi tavsiye ederim. His House'un gerilim kısmında yapmak istediğini yapabilen en başarılı örnektir. Mülteci meselesini ve kaygı dolu arka planını anlatan yine 2014 yapımı The Good Lie filmini de ele alabiliriz. Babadook, psikolojik gerilimi arka planda kesintisiz devam ettiriyordu, The Good Lie ise mülteci olmanın bilinci sıfırlayan soğukluğunu. His House maalesef bu iki filmin ruh halini rafine biçimde eritemiyor. Niyeti o, fakat fazla aceleci, fazla açıklayıcı. Gündelik faşizm imgesi içeren bir sahneyle karakterin çevreyle kuramadığı bağı anlatmaya çalışmak yetersizliğe yol açıyor. Sudan'daki geçmişlerine dair klişe bir sahne izliyoruz. Dolgu malzemeleriyle psikolojik gerilime zemin hazırlanınca, hızla yaklaşan finale eksik ilerliyoruz. Oyunculuk da bu geçişi taşıyabilecek kadar güçlü değil maalesef. Senaryonun bu anlamda zaaflarla dolu olduğunu düşünüyorum. Bir noktada dramadan ve psikolojik gerilimden vazgeçiliyor, ses efektli korku filmine dönüşüyor. Sonra müzik altı sahnelerle izleyici yine hikayeye çağrılıp, oradan yeni bir mülteci draması inşa edilmeye çalışılıyor. Süresinin kısa olması ciddi bir avantaj. Bu anlamda şans verilebilir.

Filmin fragmanı

19 Aralık 2020 Cumartesi

The Ripper / Yorkshire Canavarı (2020)

4 dakika okuma süresi


İmparatorluğun öz evlâdı



The Ripper / Yorkshire Canavarı  (2020)

Birleşik Krallık, toprakları Kanada'dan Hindistan'a oradan Avustralya'ya kadar uzanan bugünün İngiltere'si, 19. yüzyılda en görkemli dönemini yaşıyordu. 64 yıllık saltanatıyla, Avrupa tarihine adını veren Kraliçe Viktorya dönemi, sanatından siyasetine, kolonyalizminden köleciliğine tüm derinliğiyle incelenmesi gereken bir imparatorluk çağıydı. Bu gösterişli dönem elbette tartışmasız bir sosyal çatışmayı da beraberinde getirmişti. Büyük bir çalkantı, ümitsizlik ve yoksulluk dalgası söz konusuydu. 1888 yılında ortaya çıkan Karındeşen Jack isimli efsanevi seri katil işte bu şartların ürünüydü. Londra'nın yoksul semtlerinde hayat kadınlarını hedef seçti ve bilinen beş kadını korkunç şekilde öldürdü. Alamet-i farikası olarak kullandığı edebi mektuplara ve çeşitli spekülasyonlara rağmen bu korkunç katilin kimliği günümüzde bile tahmin konusu olmaktan öteye gidemiyor. Tarihte uzun bir sıçrama yapalım. 1975 yılında İngiltere'nin kuzeyinde bulunan Yorkshire bölgesinde birbiri ardına işlenen cinayetlerde tuhaf ayrıntılar göze çarpmıştı. Katil, kurbanlarını hayat kadınları arasından seçmiş, ateşli silahlar kullanmamıştı. Polise ulaşan bir mektupta Karındeşen Jack'e atıfta bulunan katil, hayat kadını olmayan genç kadınları da öldürmeye başlayınca tüm bölgeyi korku kapladı.

The Ripper / Yorkshire Canavarı  (2020)

Hikaye genel olarak böyle ilerliyor. Beni cezbeden, kısa bir değiniyle de olsa vurgulanan tarihsel seri katil figürü değil de günümüzden baktığımızda iyice sersemletici bir hal alan tutuculuk, acemilik ve kolluk kuvvetlerinin basiretsizliği oldu. Dört bölümlük muhteşem belgeselde dillere destan ingiliz belgeciliğinin iyi bir örneğini görüyoruz. 1975'ten bu yana özenle saklanmış fotoğraflar, videolar, tutanaklar ve belgeler övgüyü gerçekten hak ediyor. Bir diğer başarılı nokta ise sonradan gözüme çarpan ve bence belgeselin temel fikrini mükemmelen işaret eden adaletsizlik vurgusu. Arşivde bu kadar başarılı olan İngilizlerin polisiye bir vakada nal toplaması, emniyetin üst kademelerinde birbiriyle aynı bakış açısına sahip onlarca adamın aynı stratejiyle yıllarca tepe mevkileri işgal etmesi ve cinayetler konusunda aptalca hatalar yapılması, kadınların canına mâl olmuş. Üçüncü bölümden sonra burayı daha fazla dert edinerek izliyoruz. 1979-1990 arası ülkeyi yöneten kadın Başbakan Margaret Thatcher bile olayın bu kısmına kafa yormayıp, kendisini erkek dünyasında erkekleşen bir kadın figürüne dönüştürürken, bu vak'anın ucundan tutan bir kadın yetkilinin bile olmaması tuhaf bir durum. 

The Ripper / Yorkshire Canavarı  (2020)

Aptalca olarak nitelediğim hatalar, dönemin teknolojik yetersizliğiyle geçiştirilemeyecek düzeyde. Bir trafik polisinin görevini ''normal'' gayretle yapması sayesinde tesadüfen yakalanan katil Peter Sutcliffe, polisin evlere yaptığı şüpheli ziyaretlerinde defalarca polisle yüz yüze görüşmüş, daha önceki yıllarda aynı katilin saldırılarından yaralı olarak kurtulmuş kadınların beyanatları ciddiye alınmamış, hatta kadınlarla alay eden polis, onları evlerine geri göndermiş. Bir diğer önemli husus da güncelliğini tüm hızıyla korumakta aslında. ''O kadının o saatte orada ne işi varmış'' cümlesini ''Ateş olmayan yerden duman çıkmaz'' atasözüyle harmanlayan ülkemizde bu durum çok daha iyi anlaşılacaktır. Belgeselde, sokağa çıkmaktan vazgeçmeyen kadınlar konuşuyor. Erkeklerin koruması altında sokağa çıkmayı reddeden, bunu fırsata çeviren sinsi bir muhafazakârlığı sezen kadınlar için ayrı bir vurgu var. Otoritenin sanki bu cinayetleri bilerek aydınlatmadığını bile düşündüren çok önemli bir belgeselle karşı kaşıyayız. Emniyette ve her yerde kadın erkek eşitliğinin sadece sembolik bir temsil olmadığını, gerçekçi bir zorunluluk olduğunu görüyoruz. The Ripper, kan dondurucu cinayet tasvirleri ve insanı yerinden oynatacak ses efektleri olmadan bir seri katil dosyası izletiyor. Dört bölümlük belgesel, asıl korkulması gerekenler konusunda insan aklına bir çengel atıyor. 

Önerilen yazı : Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer

Belgeselin fragmanı

9 Kasım 2020 Pazartesi

Journeyman (2017)

 

Son dövüş


Journeyman  (2017) Paddy Considine

Paddy Considine adını ilk kez Shane Meadows adlı müthiş yönetmenin mütevazı şaheseri Dead Man's Shoes'la duymuştum. Bu filme kadar önemli yönetmenlerle çalışmış bir oyuncu olsa da ilk oyunculuk deneyimi yine başka bir Shane Meadows filmi olan A Room for Romeo Brass'la başlar. Yakında Meadows filmlerine yer vereceğim burada. Considine, tuhaf gelebilecek derecede içe dönük ve aşırı tevazu sahibi bir aktör, bir insan. Dolayısıyla, olanca yeteneğine karşın hırslı bir Hollywood kariyerinin peşine düşmedi. Aksine giderek daha İngiliz olmayı sürdürdü. Bağımsız ve düşük bütçeli film yapımı konusunda önemli ustalarla çalışırken, film setinin tüm elementlerini kavrayarak, alaylı bir yönetmen haline geldi. Hem 2011 yılında çektiği Tyrannosaur'un hem de son filmi Journeyman'in senaryosunu kendisi yazdı. Teknik ayrıntılarla pek ilgilenmeyen, sadece kısa sinema yazıları okumak isteyen arkadaşlarım kusura bakmasınlar. Sadede geliyorum. Considine, oldukça sade ama görkemli bir film olan Tyrannosaur'da gücün arkasına sakladığı çaresizliği Journeyman'de de sürdürerek hikaye anlatıcılığında tavır sahibi bir tutum sergiliyor. 

Journeyman  (2017) Paddy Considine

Dünya orta siklet boks şampiyonu ünvanı bulunan Matty Burton (Paddy Considine), büyük bir para karşılığında son maçına çıkmayı kabul eder. Tek amacı yeni doğmuş olan kızı Mia (Lainie Duffy) ve eşi Emma (Jodie Whittaker) için daha huzurlu bir hayat standardı sağlamaktır. Kendisinden daha genç ve oldukça hırslı olan rakibi Andre Bryte (Anthony Welsh) ile çıktığı maçta başına aldığı bir darbe sonucu yere yığılır. Daha önce defalarca aldığı darbelerin üstüne eklenen bu son yumrukla kısa bir komaya giren Burton, komadan sonra beyin ve beden fonksiyonlarını yitirmiş bir adam olarak büyük bir sınav verir. Öfke patlamaları ve bebeğiyle olan iletişimdeki tuhaflıklar sebebiyle eşi tarafından terk edilen Burton, kendisini iyileştirmek için çabalamaya başlar.

Journeyman  (2017) Paddy Considine

Matty Burton, hikayenin başında karizmatik bir erkek, kibar bir eş ve aynı zamanda hırçın rakibine karşı bilge bir ağabey olarak tasvir edilirken filmin kırılma anından itibaren tüm bu özellikler aynı sırayla tersyüz ediliyor. Altı bezlenen, eşine şiddet uygulayan, öfke nöbetlerine kapılan yeni Burton, Rocky filmlerinde rastlayamayacağımız bir anti-kahraman olarak devam etmenin yollarını arıyor. Bir daha asla eskisi gibi olamayacağıyla yüzleşip beynini iyileştirmenin peşine düştüğü süre boyunca film akıcılığını yitirmiyor, ama açıkçası seyircinin tahmin sınırlarını da aşamıyor. Karakter dönüşümü için bir yazarla ortak çalışması, bu filmi epey yükseklere taşırdı sanıyorum. Çünkü unutulan ve zamanı geldiğinde bir anda etkisizce beliren vodvil karakterler var. Boksörün dünyasından hiç kopamadığımız anda diğer karakterler işlemiyor. En önemlisi devrik bir iktidar meselesi söz konusu. Tam bu noktada eş karakteri çok yüzeysel kalmış durumda. Paddy Considine, için ise işler yolunda. Karakterini ve hikayeyi kendisi yaratığı için kendi konfor alanını yaratıp başarılı bir performans sergiliyor. Gişede büyük bir hüsrana uğradığı için bir daha film çekmeyeceğini söylemiş olsa da kararını değiştirebileceği ümidiyle bekliyoruz.


Filmin fragmanı

27 Aralık 2017 Çarşamba

Closer / Daha Yaklaş 2004


Fethetme arzusuna daha yaklaş



Aşk ilişkilerini en derinlikli biçimde anlatan yönetmenlerden biri olan Mike Nichols, sanırım özellikle iki filmiyle öne çıkıyor ve tanınıyor. Bu filmlerden biri onun başyapıtı sayılan 1967 yapımı Aşk Mevsimi ise diğer film kesinlikle Daha Yaklaş'tır. Nichols'ten bağımsız olarak seri bir biçimde iyi filmler izlediğimiz 2000'ler sinemasının önemli ve akılda kalan filmlerinden biri olarak da analım bu filmi. Yönetmen, bu kez hiçbir sırrı saklamayan, şeffaf karakterler üzerinden ilişkilerin karmaşık doğasını, aşk oyunlarının sahiciliğini ve değişmeyen acıları gösteriyor.


Yazı kariyerinde ilerleyemeyip ölüm ilanları yazarak geçinen Dan (Jude Law), tanık olduğu kazada yaralanan Alice'e (Natalie Portman) aşık olur. Alice'le tanıştıktan sonra işleri yoluna giren Dan yeni kitabının kapak fotoğraflarını çeken Anna'ya (Julia Roberts) aşık olur. Dan kendisine istediği yakınlığı göstermeyen Anna'ya bir oyun hazırlar ve internetten tanıştığı Larry (Clive Owen) ile buluşmasını sağlar. Bu tesadüfi buluşma sonucunda Larry ve Anna evlenir. Ancak Dan ve Anna tekrar birlikte olunca bu dörtlü arasında karmaşık bir şehvet çemberi oluşur. 


Yazının başında Nichols'ün diğer önemli filmi olan Aşk Mevsimi'nden bahsetmiştim. O klasik filmde serseri mayın gibi olan erkek karakter günün sonunda romantizmine tutunuyordu. Net bir hamle yapan bir baş karakterle ona net karşılık veren bir kadın karakter vardı. Bu filmi karmaşık kıldığını düşündüğümüz şey aslında realizm iken o filmde 60'lar romantizmi baskındı. Closer'ın karakterlerinden Larry, Mike Nichols'ün 1971 yılı yapımı filmi İlk Defa'nın sürekli ilişki kovalayan aşırı gerçekçi karakteri Jonathan'la birebir örtüşüyor. Mike Nichols'ün derin bakış açısı ve tutarlılığı burada şeffaflaşıyor işte.


Filmin Fragmanı

17 Aralık 2017 Pazar

The Remains of The Day / Günden Kalanlar. 1993

Yutkunursun, aşk olur!





Blog üslubuyla film yazarken giriş cümlesi kurmanın birçok yolu var. Filmi izleme ve yazı arasında geçen süre burada belirleyici olur. Günden Kalanlar'ı henüz bitirip yazmaya koyulduysanız aklınızdan geçen ilk düşünce muhtemelen bir Anthony Hopkins övgüsü olacaktır. Onu överek başlamayı isterim ama bu sefer de izlediğimi gölgeleyeceğinden korkarım. Uzatıyorum. Görkemli ve aynı zamanda basit bir film, muhteşem oyuncular ve muazzam görüntü yönetimi. Girişi böyle yaptığımı düşünün ve etkileyici bir filmin etki altısında kaldığımı bilerek beni mazur görün.


Taze Nobel ödüllü Kazuo Ishiguro, bilindiği gibi kendisi bir İngiliz, tarihsel arka planlı romanını 1989'da yayınlar. James Ivory de uyarlamalara oldukça düşkün bir yönetmendir. 1993 yılında vizyona girdiğinde eleştirmenlerin büyük beğenisi kazanan film öte yandan İkinci Dünya Savaşı'na giden süreci de gözler önüne serer. Biz genellikle savaşın seyri içerisinde insan hikayeleri izleriz ve bunu da kıymetli buluruz. Günden Kalanlar'ı benim gözümde kıymetli ve eşsiz kılan ise hem savaşa doğru titrek bir ilerleyişi hem de insani zaaflarla aşka doğru titrek bir yönelişi bir araya getirmiş olması. Bu sıralar sıkça kullanılan politik söylemle, büyük resmin içerisinde enstantaneler barındırması. 


Film, anlatıcılı bir başlangıç yapıyor. Olayların geçmişi anlatıcı yardımıyla aktarılıyor, zira seyircinin atmosferi algılayamaması dönem filmleri açısından büyük bir zaaf olabiliyor. El değiştiren bir konak ve konak çalışanlarının yenilenmesiyle başlayan hikaye, konağın tüm işlerine hakim olan uşak  James Stevens (Anthony Hopkins) ve işe aldığı kahya Miss Kenton'ın ( Emma Thompson) olaya hızlıca dahil olmasıyla birlikte rayına oturup akmaya başlıyor. Senaryosu açık açık yazılamayacak, olgusal bir film olduğunu belirteyim Günden Kalanlar'ın. Hayatını tutsaklığa adamış bir adamla o adamın zırhını delmeye çalışan bir kadının dünyayı değiştirecek günlere doğru yolculuğu dersem yeterli olacaktır sanırım.


Anthony Hopkins'in canlandırdığı karakter Stevens, görevini her şeyden üstün tutan demirden bir iradeyi temsil ediyor, Miss Kenton ise insancıl bir esnekliği. Stevens'in babası da eski bir uşak ve filmde konağın ekibine dahil edilenlerden biri de o. Burada sınıflar arası keskinlik, babada oğula uşaklık, tutsaklık, gönüllü kulluk meselesi çok net. Stevens, insani olarak duyguların batağına nasıl saplanmış ve Miss Kenton'a karşı olan duygularında nasıl kaybolmuş ise konağa ve efendisine karşı da o denli bağlı bir karakter. Konakta olup bitenler, tanık olunanlar ve sırların dört duvar arasına sıkışmasının kaçılmaz oluşu.. Filmin büyüklüğü burada. Duyguların ve politik düşüncelerin gizlendiği, mahremin herkes tarafından bilindiği ama susulduğu bir ortamda bu duyguların yükünü çeken mükemmel bir oyunculuk hem Hopkins hem de Emma Thompson tarafında beliriyor. 


Filmin Fragmanı



11 Haziran 2016 Cumartesi

Stoker / Lanetli Kan 2013

İntikamın ingilizcesi


Dünyanın çeşitli ülkelerinden önemli yönetmenler bir bir Amerikan sinemasının safına katılıyor. Bir çeşit devşirme sistemi işlerken Chan-wook Park gibi önemli ve daha doğrusu özel bir yönetmenin de bu kervana katılmaması düşünülemezdi. Daha büyük yapım olanaklarıyla film çekebilmek adına böyle bir yönelimin olmasına katiyen karşı değilim, değilim olmasına ama hoşuma gitmeyen bir şey var ki o da kalabalığa karışıp kimliksizleşen yönetmenler çöplüğü. Chan-wook Park’ın Lanetli Kan’ını böyle kaygıların etrafında izlemeye başladım.


Asıl sorun sevdiğimiz yönetmenlerin kalabalığa karışmasından ziyade özellikle genel anlamda Amerika ve İngiliz sinemasının fabrika usulü çalışıp özgünlüğü öğütmeleri. Lanetli Kan’ı bitirdiğimde Chan-wook Park adına sevindim diyebilirim. Açıkçası bu filmi kimin çektiğine dair bir soru sorulsa ilk 20 tahminimden biri Chan-wook Park olmazdı, ama bunun başka alışkanlıklarla ilişkili olabileceğini de göz ardı etmemek gerekiyor. Chan-wook Park’ın pek de ahım şahım olmayan bir senaryoyu epey hareketli ve özgün bir hale getirdiğine tanık oldum ama Chan-wook Park derinliğiyle de bu filmi pek örtüştüremedim.


Babasının (Dermot Mulroney) bir araba kazası sonucu ölümüyle büyük bir üzüntü yaşayan India (Mia Wasikowska), bu sırada çıkagelen esrarengiz amcasıyla (Matthew Goode) birlikte kendisini tuhaf bir durumun içerisinde bulur. Annesiyle (Nicole Kidman) kısa sürede kaynaşan amcasının gizemli davranışları, India’da garip bir şiddet dürtüsü oluşturur ve babasının ölümüyle ilgili sırrı ortadan kaldırmak için bu dürtüden yararlanır.


Filmin senaryosunu kimin yazığına baktığımda ilginç bir gerçekle karşılaştım. Meğer Chan-wook Park’ın ilk ülke dışı deneyiminin senaryosu tv dizisi Prison Break’in başrol oyuncusu Wentworh Miller tarafından yazılmış. Miller, Chan-wook Park’a minnet duyarak yeni senaryolara devam etmeli. Dracula’dan yola çıkılmış bir senaryo olduğu yazıldı birkaç yerde. Buna ek olarak bir noktaya kadar bir dişi Hamlet durumu da hissettim. İngiliz ve Amerikan ortak yapımı olan, iyi çekilmiş bir film olarak Lanetli Kan iyi bir seyirlik.


Filmin Fragmanı

21 Mayıs 2016 Cumartesi

A Dangerous Method / Tehlikeli İlişki 2011


Cronenberg'n kökleri



Cronenberg’in şiddet, cinsellik ve gizem eksenine oturttuğu sinemasına psikanalizden dayanaklar arayıp durduk. Kimi zaman Cronenberg’in dahi düşünmediği kadar fazla derinleştirdik meselemizi, fakat lafı bir yana Cronenberg, filmlerinin böyle derinleştirilmesinden her zaman hoşnut kalmıştır.  Sanırım psikolojiyi bu kadar deşmemize dayanamamış olacak ki, usta yönetmen meseleyi doğrudan karakterlerle anlatmayı seçmiş. Tehlikeli İlişkiler’in başrollerini Freud ve Jung paylaşıyor. 


İsviçre’deki Burghölzli Kliniğine günün birinde ağır nevrozlu bir hasta gelir. Sabina Spielrein (Keira Knightley) adlı bu kadını tedavi edecek kişi ise dönemin gelecek vaat eden psikiyatristi Carl Justav  Jung’ tur (Michael Fsssbender). Tedavi yöntemlerini deneyen Jung’un o günlerde en fazla istediği şey ise Freud’la (Viggo Mortensen) tanışmak ve onun yöntemi hakkında daha fazla bilgi sahibi olmaktır. Freud’la tanışan ve onun öğrencisi olmaya başlayan Jung bu sırada kliniğine hasta olarak gelen psikiyatr Otto Gross’un (Vincent Cassel) düşüncelerinden oldukça etkilenir ve hastası olan Sabina’yla ilişki yaşamaya başlar.



Cronenberg bu filmi bir Freud ve Jung filmi olarak tasarlamışsa da film aslında Jung üzerinden ilerliyor ve onun düşüncelerinin Cronenberg üzerinde daha fazla etkin olduğunu biliyoruz. Filmin konusu üzerinde bu kadar durup filmin kendisiyle ilgilenmekten imtina etmemin basit bir sebebi var ve bu sebep hiçbir psikanalitik sebep de barındırmıyor. Filmden anladığım şey şu oldu: Crononberg'e göre Freud iflah olmaz bir narsist, Jung ise öğrendiği her şeyi hastalarından öğrenmiş daimi bir öğrenci. Bu gibi açılımlara ihtiyacı ve boş vakti olan izleyici için eğlenceli olabilir.  


Filmin Fragmanı