Cinepopularica: 2020
2020 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2020 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mayıs 2021 Cumartesi

Gelincik (2020)

 

Gelincik: Caniler de yanar



gelincik-2020-netflix-orcun-benli-ahmet-mumtaz-taylan-kaan-yildirim-bulent-emrah-parlak-gelincik-film-elestirisi

Orçun Benli'nin altıncı uzun metraj filmi olan Gelincik, pandemi dolayısıyla Netflix'te vizyona giren filmlerden biri. İçinde bulunduğumuz tam kapanma günlerinde Orçun Benli'nin Gelincik filminin arka planındaki hikayeyle tesadüfen aynı günlere denk gelen bir 90'lar hesaplaşmasını YouTube üzerinden izlemekteyiz. Yurt dışındaki Sedat Peker, 90'lı yılların derin devlet sembolü olarak anılan Mehmet Ağar'la hesaplaşırken 90'lara dönüp aslında neler olduğunun muhasebesini tekrar yapmamızı sağladı. Daha doğrusu o yılları bilmeyen, sol geleneğe de hakim olmayan insanların öğrenmesine vesile oldu diyelim. Tüm bu bol şifreli mesajlaşmaların ve omerta dedikleri sessizlik yasasını bozmalarının üzerine Orçun Benli'nin Gelincik filmi tuz biber ekti. Orçun Benli'yle aynı kuşaktanız. Her gün yeni bir suikastın, kundaklamanın, katliamın sistemli biçimde yaşandığı 90'lar, bizim çocukluğumuzu erkenden politik bir oyun bahçesine dönüştürdü. O bakımdan filmin hafızaya yaptığı vurguyu önemli bulduğumu söyleyerek başlamak isterim. Bu anlamda ana karaktere verilen Ayhan adının da suikastçı özel harekâtçı Ayhan Çarkın'dan ödünç alındığına inanıyorum. Filme geçersek, Netflix'in tercih ettiği yerli filmlerde final sürprizini (final twist) ön koşul haline getirip getirmediğini de merak ediyorum. Uluslararası izleyici için yeni dönemde, ana akım bir Türk filmi formu yaratmaya çalışıyorlar sanırım. Geçen ay Kağıttan Hayatlar'ı konuşurken yine bir hafıza-şizofreni ve sürpriz sonlu filmden söz ediyorduk. Azizler keza hafıza üzerineydi. Gelincik filmi bu anlamda iyi bir zeminin üzerine oturdu. Tüm bu olumlu ön izlenimlerin yanında filmle ilgili birtakım olumsuz yorumlarımın da olduğunu şerh düşerek başlamak isterim. 

gelincik-2020-netflix-orcun-benli-ahmet-mumtaz-taylan-kaan-yildirim-bulent-emrah-parlak-gelincik-film-elestirisi

Gelincik, jeneriği dahil, 78 dakikalık süresini oldukça etkin kullanan bir film. Özellikle yerli filmlerin başat sorunu olan ikinci perdedeki sarkma, yani giriş gelişme ve sonuç üzerinden hareket ettiğimizde gelişme bölümünün insanı bezdirmesi, bertaraf edilmiş. Filmin ilk perdesi, yani 15 dakikası, yeni dönem İspanyol polisiyelerinden alışık olduğumuz bir hız barındırıyor. Kurgusu ve özellikle müziğiyle çok farklı bir tür filmi olarak başlıyor. Türe aşina olanlar Oriol Paulo'yu zaten anımsayacaklar. Bir müddet sonra ise olanlar oluyor ve filmin ritmiyle temposunda başka bir tercihe gidiliyor. Yani filmi sanki yönetmenden bağımsız çalışan birkaç kurgucu bağlamış gibi. Halbuki hem kurgu hem de görüntü yönetimi tarafına ciddi övgülerim var. Yerli sinemamız için öne çıkarmak istediğim söylem öncelikle yenilik arayışından kaynaklıdır. Nasipse Adayız için de aynısını söyledim. Yeni ama sarsıntılı bir söz söylemek, garantici bir doğruluktan daha önemli olmaya başladı. Şehirlilerin taşra hikayeleriyle ödüller toplandı. İran ve Sovyet sinemasının mahsulleri alındı, fakat artık çeşitliliğe yer verilmesi şart. Bu bakımdan Gelincik için Orçun Benli'nin çabasını önemli buluyorum. Ancak, filmin aşama aşama farklılaşan bir anlatım biçimi sorunu olduğunu da söylüyorum. Bir diğer mesele ise filmin hikayesi. Finale kadar ara ara karakterin şizofrenisinin ipuçları veriliyor. Finaldeki şaşırtmaca o sebeple cılız kalıyor, ancak hikayenin de başlı başına zayıf ve ilk akla gelen hikayelerden biri olduğu ortada. Karakterin karısı kendi canına kıysın, karakter de kafayı yesin. Biçimdeki övgüm, içerikte kendisini yergiye bırakıyor. Tüm olan bitenin 90'ların bir yanıyla da cümbüşlü tarafını görmezden gelmesi, dış dünyayla ilişki kurmadan soyutlamacı bir atmosfere meyletmesi filmi epey tekrara düşürmüş. 

gelincik-2020-netflix-orcun-benli-ahmet-mumtaz-taylan-kaan-yildirim-bulent-emrah-parlak-gelincik-film-elestirisi

Ahmet Mümtaz Taylan'ın gençliğini Kaan Yıldırım'ın oynaması fikrini biraz tuhaf bulmadım dersem yalan olur. Kaan Yıldırım tercihi, kötülüğün iyi bir surette de görünebileceği tezi üzerine kurulmuş, ama bu da özdeşleşme ve bağ kurma fırsatına ters düşüyor. Temiz bir yüzün kirli işlere bulaşmasını, karakterin acısını, pişmanlığını ve finalde başkalaşmasını izliyoruz. Kirli bir yüze sahip iyi bir aktör sayesinde film kendisini bir nebze kurtarabilirdi. Kaan yıldırım, filmin karanlık tonunu, trajedisini kaldırabilecek bir aktör değil. Filmin hikayesi hakkındaki düşüncem, diyaloglar konusunda da aynı. Özellikle ikinci perdedeki zorunlu durağanlık esnasında karakterlerden, oturmamış tiyatral tiratlar duyuyoruz. Gelincik'in diyalogları benim açımdan büyük bir hüsran oldu. Kaan Yıldırım'ı ne kadar yetersiz bulduysam Ahmet Mümtaz Taylan'ı da o kadar sıkılmış buldum. Rolü ele alırken o karakterin değil de kendisinin bezginliğini izliyor gibiyim son zamanlarda. Nuh Tepesi'ndeki Haluk Bilginer gibi Gelincik'teki Ahmet Mümtaz Taylan da yeteneğini cepten yemeye devam ediyor. Bu arada Ahmet Mümtaz Taylan'ı kesinlikle Haluk Bilginer'le aynı ligde görmüyorum. Ahmet Mümtaz Taylan'ı sadece Uğur Yücel'in Yazı Tura'sında beğenmiştim. Toparlarsam; filmin biçim ve teknik açıdan yenilikçi, içerik ve hikaye anlatıcılığı konusunda bir o kadar yetersiz olduğunu düşünüyorum. Yine de biçimdeki yenilik çabasının çok daha mühim olmaya başladığını eklemek isterim. Hikaye, diyalog, cast çalışması aşılır. Biçimdeki konfor alanını değiştirmek ise epey zaman alır. 

Filmin Müziği



Filmin fragmanı

26 Nisan 2021 Pazartesi

Nasipse Adayız (2020)


Prostatlı seçmenler ve yorgun demokratlar



Nasipse Adayız (2020)

Ercan Kesal'ın 2015 yılında çıkan Nasipse Adayız adlı kitabı, bizzat yaşanmış kara komik bir hikayenin resmini çizer. Okmeydanı'nda özel bir hastahanenin sahibi de olan Kesal, 2000'li yılların başında Cumhuriyet Halk Partisi'nin Beyoğlu Belediye Başkan Aday Adayı olur. Adaylığı yılan hikayesine dönen Kesal, 2008 yılında Nuri Bilge Ceylan'ın Üç Maymun filminin senaryosunda da kendisini gösterir ve orada yine bir aday adayı portresi çizer. Ercan Kesal, Üç Maymun'da, siyasi ikbâli için bir aileyi darmadağın etmekten çekinmeyen bir milletvekili adayıdır. Hikaye bununla kalmaz. 2011 yılında yine bir Nuri Bilge Ceylan filmi olan Bir Zamanlar Anadolu'da filminde, taşradaki bir doktorluk anısını kaleme alıp enfes bir senaryo yaratır. Burada oynadığı karakter yine seçimlerden ve köylünün dertlerinden yakınan bir muhtar temsilidir. Anlaşılan o ki Ercan Kesal, 2000'li yılların başında yaşadığı bu kirli seçim deneyimini bir şekilde kendisine dert etmiş ve zehrini akıtana kadar yazmış çizmiş. 2020 yılında tamamlanan filmde bu kez yönetmen koltuğunda Ercan Kesal oturuyor. Film, hem Adana Altın Koza Film Festivali'nde hem de Siyad töreninde en iyi film ödülünü kazandı. İstanbul Uluslararası Film Festivali'nden en iyi yönetmen ödülünü de ekleyerek büyük bir beklenti yarattı, fakat pandemi koşulları sebebiyle Netflix'te gösterime girmek zorunda kalan filmlere dahil oldu. 

Nasipse Adayız (2020)

Nasipse Adayız, fragmanında filmin omurgası ve kimliği hakkında yeterli ipucunu veren filmlerden. En azından esintinin Rumen Yeni Dalgası'ndan kaynaklı olduğunu birçok sinemasever anlamıştı. Rumen görüntü yönetmeni Barbu Balasoiu ve Kesal'ın hem gerçek hem de film icabı eşi olan Nazan Kesal'ın sevgilisi rolündeki Rumen karakter vasıtasıyla adrese teslim bir referans sunmuş oluyor zaten. Görüntü yönetimi ve reji oldukça başarılı olsa da filmin tekdüze temposunu zinde tutan ana gücün kurgu olduğunu belirtmek isterim. Eski bir kurgucu olarak Ali Aga'nın müthiş bir ders verdiğini söylemem gerekir. Nasipse Adayız, 105 dakikalık süresiyle yer yer yavanlaşıp seyirciyi yoran bir film. Her ne kadar deneyimli bir sinemacı olsa da ilk filmini çeken her yönetmen gibi ''fazla olsun eksik olmasın'' kaygısını güdüp sahnelerle vedalaşamadığı muhakkak. Ercan Kesal, hem doktor olmasından hem de edebiyat ve sinemayla iç içe olmasından kaynaklı olarak insan doğasına çok hakim. Gücün yozlaştırıcılığını temsil ederken kullandığı bir sahne var ki başlı başına ustalık eseri. Bir düğün salonunda başkanı beklediği sırada genç bir kızla bir odaya girdiği ve kızla baş başa kalmanın ve gücün verdiği özgüveni kötüye kullanıp kullanmama kararsızlığına düştüğü sahneden bahsediyorum. İnsanın kötücül olmaya her daim hazır tarafını bundan daha iyi simgeleyen pek az sahne vardır Türk sinemasında. Filmin bütününde çok iyi oynayan Kesal bu sahnede özel bir gerçekçilikle oynuyor. Nasipse Adayız, taşra eserinde boğulan sinemamızı başka karasularına çeker mi bilinmez, ama bambaşka bir tür denemesi bile büyük iş. Ayrıca taşra sosyolojisini Okmeydanı, dernekler, memleketler üzerinden kentli bir bakışla anlatması cabası.

Nasipse Adayız (2020)

Ercan Kesal, senaryoda CHP'den bahsetmiyor, ortalama bir kitle partisi alegorisi çiziyor. İşte Cehape zihniyeti demese de, Kesal'ın deneyimini bilmiyor olsak da bu partinin Chp olduğunu anlayabilirdik. Bu kadar keskin ayrıntılar ancak zehir edilmiş bir seçim deneyiminden hatıra kalabilirdi. Egemen sağ partilerde bu gibi aday adaylığı tiyatroları yerine başka bir tepeden inmecilik olduğu için sağdan böyle anılar izlememiz biraz güç olurdu. Nasipse Adayız'ın tekrara düştüğünü ifade etmiştim. Bu durumdan kaynaklı olarak filmin ilk yarısıyla ikinci yarısı arasında anlatı farklılığı oluşması, dramatik olarak değişime gidilmesi gibi bir durum var. Bu anlamda kara mizahtan drama evrilen ama sonra esprilerine karşılık bulamayan, yani bir daha mizah tonunu yakalayamayan bir yapıdan söz edebiliriz. Ancak belirttiğim gibi Kentteki taşra ve siyasetteki acziyet, umursamazlık, cehalet ve çıkarcılık temaları için düşünülen doku son derece etkili kulanıldığı için eksiklerini örtebilen bir film Nasipse Adayız. Ercan Kesal'ı oyunculuğu için ayrıca tebrik ediyor ve kendisinden bir sinemasever olarak özellikle kısa filmler bekliyorum. Kendisinin kısa yazıları ve özellikle Radikal'de bir vakitler kaleme aldığı anekdotları arasında kısa film olayı hak eden muhteşem öyküler vardı. 

Filmin fragmanı

6 Şubat 2021 Cumartesi

Nomadland (2020)

 3 dakika okuma süresi


Rüzgardaki kökler


Nomadland (2020)

Fern (Frances McDormand), minibüsüne biner ve What Child is This? ilahisini mırıldanarak hikayesini anlatmaya başlar. Bu, tanrıya ve doğaya sığınma temalı meşhur bir yalnız çoban ilahisidir aynı zamanda. Nomadland, sinemaseverlerin uzun süredir gösterime girmesini bekledikleri bir film. Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan, Toronto Film Festivali'nde People's Choice Award (Halkın Seçimi) ödüllerini kazandıktan sonra beklenti ister istemez arttı. Birçok sinema yazarı tarafından 2020'nin en iyi filmi olarak lanse edildikten sonra filmin etrafındaki merak halkası daha da büyüdü. Vizyonu merak konusu olan film, önerilmeyen mecralarda gösterilmeye başlanınca bir şekilde hakkındaki yazılar çiziler de kendilerini göstermeye başladı. Amerika Kıtası içinde katıldığı hemen her festivalden bir şekilde ödülle dönen film, daha çok başrol oyuncusu Frances McDormand'ın eşsiz oyunculuğuna atıf yapılarak öne çıkarılmıştı. Şimdiye kadar kazanılan ödüllerin ağırlığına dayanarak bu yıl bir şekilde gerçekleştirilmeye çalışılan Oscar ödül töreninde muhtemelen en iyi kadın oyuncu ödülü Frances McDormand'a gidecek. Çinli kadın yönetmen Chloé Zhao tarafından Jessica Bruder'ın aynı adlı kitabından uyarlanan film, kahramanın yolculuğu temasına ve klasik drama çatısına kökten karşı gelen bir varoluş anlatısı. Bu anlamda klasik anlatıya ve bilhassa aksiyona meyleden seyirciyi büyük hayal kırıklığına uğratacağına şüphe yok. Ancak, varoluş anlatılarına karşı özel ilgi duyan benim gibi sinemaseverler için bile, filmin kimi yönlerden ciddi ciddi eleştirilecek, tatminsizlik yaratabilecek yanları olduğu su götürmez bir gerçek.

Nomadland (2020)

Nevada kırsalında uzun yıllardır istihdam yaratan bir alçıpan şirketinin iflasının ardından yersiz yurtsuzlaşıp minibüs ve karavanlarında yaşam mücadelesi veren bir grup insandan biri de Fern'dür. Sadece ufak ve soğuk minibüsüne değil, hayata da sığmakta zorlanan Fern (Eğrelti otu anlamına geliyor) yerleşik bir ev düzenine geçmeye ısrarla karşı gelerek boşlukta ve tek başına olmanın akışına kendisini kaptıracaktır. Chloé Zhao' nun kurduğu dünyada Fern yani Frances McDormand harici ünlü bir oyuncu bulunmuyor. Diğer oyuncular kendi adları ve çoğunlukla kendi dünyalarıyla filmin bir parçası oluyorlar. Bu anlamda filmin belgesel gerçekliğini arayan ve bir şekilde kurgunun temsil dünyasını yıkmayı hedefleyen güçlü bir tarafı olduğunu söylemeye gerek kalmıyor sanırım. İşte tam bu noktada hedeflenenle var olan arasında derin bir boşluk yaşadığımı söylemeliyim. Filmin dramadan uzaklaşma iddiası çoğu kez izleyiciyi dramaya ve yalnızlık pornosuna iten müzikal bir estetikle hasara uğratılıyor. Yani boşlukta salınan bir karakter için sürekli ''Bakın ne kadar çaresiz, ne kadar da yalnız'' diyen bir alt metin söz konusu. Ama daha da önemlisi filmin politik argümanının sakat oluşu. Yoksulluk ve çaresizlik, Zhao'nun evreninde tercih edilen bir şey gibi anlatılıyor. Tercihen yalnızlık, tercihen yoksulluk, tercihen tecrit. Son derece sorunlu ve küstah bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum. Fern, Amerikan sinemasında eşi benzeri olmayan bir karakter değil. Müthiş emsallerini sayabiliriz. Mesela 1970 yapımı Bob Rafelson şaheseri olan Five Easy Pieces filminde  boşlukta salınan işçi sınıfından Robert'in kurgusal yaşamı, Nomadland'de  Fern tarafından devralınıyor diyebiliriz. İki film arasındaki duygudaşlık bu manada Amerikan sinemasının güçlü birer reddiye örneği olarak ortaklaşıyor. Yalnız, bu noktada kadın karakterin tercih edilmiş yalnızlık ısrarı görece yeni bir fikir ve dönemin ruhuna da son derece uygun. Bunu şerh olarak düşmekte fayda var. Karakteri kadından seçerek her türlü sınıfsal çarpıklığı meşru gösterebileceğimiz yeni bir dönem var ne de olsa!

Nomadland (2020)

Fern karakterini genellikle sabit kamerayla, minimalizmin sularında izlediğimiz için bahsettiğim belgesel gerçekliği arayışı bu noktada görsel olarak da geri planda kalıyor. Fern'le ve onun hem sınıfsal hem de iradi yalnızlığıyla ortak olma biçimimiz Dardenne Kardeşler'in yaptığı gibi bizi o dünyanın içine çeken bir tavırdan yoksun. Yönetmen Chloé Zhao'nun kamera tercihleri izleyiciye bunun bir drama olduğunu gizliden gizliye telkin ediyor. Yalnızlık anlarında devreye giren duygu yüklü müzikler de cabası. Bunlar benim gibi Avrupa sinemasıyla teması güçlü olan izleyiciler için ayrıntı olarak da nitelenebilir. Kişisel bir izleme deneyiminden söz ediyoruz sonuçta. Amerikan bağımsız sinemasının Avrupa sanat sinemasının teknik kodlarıyla bire bir örtüşmesi de gerekmiyor. Sonuçta filmin, her şeye karşın sinema salonlarında, platformlarda ve yıllar sonrasında yine Amerikalı izleyiciyle temas kurabilecek yönlerinin olması elzemdir. Karaktere başka bir biçimde yaşamın imkanı sunuluyor, bir aile ortamında yaşama fikrini birkaç defa duyuyoruz. Fakat karakterimiz bunlara itibar etmeyen bir ruha sahip. Özgür irade ve yolda olma hakkını birinci ağızdan duyurması, iyiliğe ve kötülüğe dair tarafsızlığı bu filmi sınıfsallıktan koparıyor. Acıklı müzikler ve gün batımı detaylarıyla tam olarak neye içimizin parçalanmasını istedikleri ise meçhul.  Filmde yalnızlar da, aileler de, göçerler de, yerleşikler de aynı oranda mutlu ya da değil. Son yıllarda Dogman'daki Marcello Fonte'nin muhteşem performansıyla birlikte anabileceğim en iyi oyunculuk performanslarından biri Frances McDormand'a ait. Bahsettiğim her şeyin ötesine bu güzide oyuncunun hikayeyi zenginleştirme çabasını yerleştiriyorum. Oscar ödülü hem Frances McDormand'a hem de Çinli çelik milyarderinin kızı Chloé Zhao'ya hayırlı olsun. 

Filmin fragmanı

2 Şubat 2021 Salı

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)

 

Adaleti arayan adam


Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island belgeselini önce Antalya Film Festivali kapsamında işitmiş ve izleme listeme eklemiştim. Aradan geçen dönem, malum, hafızamızı da algımızı da dikkatimizi de sıfırladı. Mubi'de rastlayınca, süresi kısaymış diye düşündüm, herhangi bir filme odaklanmaktansa açıp biraz bakarım, hiç olmazsa bugünü böyle geçiştiriveririm dedim. Sonuçta İlhan Mimaroğlu'nun müziği konusunda uzman olmayacaktım. Cumhuriyetimizin ilk döneminde önemli sembol yapıları inşa eden Mimar Kemaleddin Bey'in oğlu olan İlhan Mimaroğlu, 60'lı yılların başında, Türkiye henüz ilk darbesini yaşayıp iyice laçkalaşmadan önce New York-Manhattan'a yerleşme kararı almış, alt türleri gelişmeye devam eden elektronik müziğin bir ucundan tutup kendisine has bir duyum yakalamış önemli bir müzisyen. Yine Amerika kariyeri hakkında benzer yüzeysellikte bilgiye sahip olduğum diğer bir isim olan Arif Mardin gibi Mimaroğlu hakkında tüm bildiklerim bunlardan ibaretti. Olmazsa kapatırım diyerek açtığım belgeseli az önce ikinci kez bu defa, müzisyen bir arkadaşımla bitirdim. Serdar Kökçeoğlu'nun iki yılı aşkın bir zamana yaydığı, Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island belgeseli, hem ilginç partisyonlara sahip bu niş müziği, hem aile ilişkilerini, hem de New York'u tuhaf güzellikle bir tempoyla anlatıyor. İki yıla yayılan bir belgeselde eminim ciddi bir arşiv taraması süreci yaşanmıştır. Fakat belgeselin ruhu, İlhan Mimaroğlu'nun hayata bakışını yansıtma konusunda en az onun kadar ketum ve içine kapanık. Bir arşivi değil insanın güncel kaygılarını izleme deneyimi yaşıyoruz. 

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)

Belgesel, sadece İlhan Mimaroğlu'nun müzikleriyle ve çoğunlukla yine kendisinin 8mm kamerasıyla çektiği görüntülerle akıp gidiyor. İçine kapanan ve tek derdi müziği adil kılmak, müziğe adalet getirmek olan bir müzik adamının karakter olarak tam zıttında yer alan Güngör Hanım'la henüz belgeselin başında tanışıyoruz. Belgeselin alternatif adı olabilecek kadar kuvvetli olan ''Memnun kadın ve üzgün adam'' tanımlamasından hemen sonra Güngör Hanım'ın ilk eşinden olma oğlu Rüstem Batum devreye giriyor. Diğer tüm tanıklıklar kenarda tutulmak kaydıyla belgeselin üç ana aksta muhteşem bir kurguya sahip olduğunu göreceksiniz. İlhan Mimaroğlu'nun müzikal kaygıları, Güngör Hanım'la İlhan Bey'in emsalsiz aşkları ve geride bırakılan bir çocukla bir ülke. 2012 yılında vefat eden İlhan Mimaroğlu'na verilen bir söz gibi, onun ritminin dışına sapmadan ilerleyen dingin ve asosyal bir biçim, Güngör Mimaroğlu'nun kimseye hesap vermeden yaşadığı gibi konuşkan, meraklı ve cesur bir içerik. Mimaroğlu, daha yaygın izleme olanağına kavuşturulması gereken bir yapım. Mutlaka izleyin.


Belgeselin fragmanı

30 Ocak 2021 Cumartesi

The Trial of the Chicago 7 / Şikago Yedilisi'nin Yargılanması (2020)

3 dakika okuma süresi


Kısa çöpler, uzun çöpler


The Trial of the Chicago 7 / Şikago Yedilisi'nin Yargılanması  (2020)

Netflix prodüksiyonu olan The Trial of the Chicago 7 (Şikago Yedilisi'nin Yargılanması)Amerika Birleşik Devletleri gençliğini 68 hareketine götüren yollara ışık tutması bakımından önemli bir film. Bu süreci elbette tek sebebe indirgemek oldukça güçtür. 68'e giden yolda birbiri ardına yığılan onlarca hadise, toplumun tüm katmanlarını ayrıştırma ve öfkeyi biriktirme amacını güderek, sanki tek el tarafından organize edilmiş gibidir. Siyahlara karşı uygulanan korkunç politika sonrası tırmanan gerilim Martin Luther King'in öldürülmesiyle birlikte Kara Panterlerin iyiden iyiye örgütlenmesini doğurdu. 1965 yılı, Amerika'nın Vietnam saldırısında gemi azıya aldığı yıl oldu, Amerika'nın asker ihtiyacı doruğa çıktı. Nihayetinde öğrencileri askerlikten muaf tutan kanun 1967 yılında yürürlükten kaldırıldı. Öğrenci hareketi de böylece iyiden iyice sıcak alana dahil edilmiş oldu. 1950'lerden bu yana zaten cadı avı ve tasfiye politikası yürüten Amerika sağına karşı ciddi bir öfke birikmesi söz konusuydu. Bu birikmenin farkında olan başkan John F. Kennedy hem siyahilere hem de öğrencilere karşı ılımlı bir tavır takınmış, ancak 1963 yılında öldürülmüştü. İşte sembolik bir yıl olan 1968'e ve bu harekete gidilen yolda Amerika kaynayan kazana döndü. Bu süreçte hem Silent Generation (Sessiz kuşak) hem de Beat Generation (Beat kuşağı) oluştu. Sessiz kuşak yerinde sayarken Beat kuşağı bir kültür devrimi yaşayarak dallandı budaklandı. Çağımızın en iyi senaryo yazarlarından biri olan Aaron Sorkin tam da bu bölünmeyi ve sorun yumağını eşeliyor. The Trial of the Chicago 7, adalet arayışı temalı filmleri aşarak üstü örtülmüş bir haklı isyana ışık tutuyor.

The Trial of the Chicago 7 / Şikago Yedilisi'nin Yargılanması  (2020)

Tüm karakterlerin eşit oranda vurgulanması gerektiği için konuyu kısaca anlatmak istiyorum. Zira oldukça kalabalık bir kadro söz konusu ve olayları tek tek aktardığımızda ciddi bir kafa karışıklığı yaratmak işten bile değil. Chicago'da Vietnam savaşını ve öğrencilerin askere alınmasını protesto eden kalabalık bir grubun içerisinden yedi kişi seçilir ve aralarına bir de siyahi sanık yerleştirilir. Böylece davanın kamuoyu nezdinde ciddiyete kavuşması sağlanacaktır. Bu kadar kalabalık bir kadro, yoğun bir olaylar silsilesi ve uzun bir süreye yayılan davayı iki saate sığdırabilmek için olayları sahnelerle göstermekten çok diyaloglarla halletmek gerekiyor haliyle. The Social Network filmiyle çok daha geniş kitlelerce tanınan Aaron Sorkin gibi inanılmaz bir diyalog yazarı. Bu filmi hem yazdı hem yönetti. Senaryo bahsinde yıllar yılı ''Anlatma göster'' diye şablonlaştırılan durumu neredeyse tersine çeviriyor. Aaron Sorkin'in yazdıklarını izlerken ciddi bir konsantrasyon gerektiğine şüphe yok. Şairane, destansı ve nüktedan olma gayesi gütmeden yani rafine biçimde karakterlerini ve meramını aktarabilmesi sayesinde her filmi, her yazdığı eşsiz bir deneyime dönüşüyor. 

The Trial of the Chicago 7 / Şikago Yedilisi'nin Yargılanması  (2020)

Amerikan sinemasında bu tür doğrudan politik filmlere nadiren rastlanır. Son yıllarda buna meyletme ihtiyacı güttüklerini de belirtmem gerekir. Her türlü yenilikçiliği gerçekleştirmelerine rağmen, halkın sinema yoluyla bu tarz doğrudan politik alanlara meyletmesi, sağıyla da soluyla da Amerikan müeesses nizamı için en korkutucu senaryo olsa gerek. Özellikle George Floyd'un polis tarafından katledilmesinin hemen ertesinde Amerika sokaklarında ciddi bir hareketlilik yaşanırken filmdeki siyahi Bobby Seale yoluyla güçlü bir gönderme yapılması oldukça etkileyici. Aaron Sorkin'in bu film için seçtiği anlatım tarzı da bir karakterin yolculuğu şemasına dayanmıyor. Filmi ana kahramandan yoksun bırakarak dönemin ruhunu biçimine işliyor. Tüm dokundurmaların yanı sıra, demokrasinin Amerika'da her türlü otoriteden ve baskıdan güçlü olduğu vurgusu yine var. İdealize edilmiş hukukçular, devlet görevlileri hatta bakanlar bile bu anlamda sistemi övme unsuru olarak görünür haldeler. Ama günün sonunda, her türlü hak arayışından eli boş dönülen bir ülkede yaşıyoruz. Bu konuda eleştiri hakkım saklı kalsın. Her şeyin gözümüze batması olağan. The Trial of the Chicago 7'ı, en güzel gençlerimizi ölüme gönderişimizi düşünerek izledim. onların (Amerikalı gençlerin) hak arayışlarını ölüm riski olmadan gerçekleştirdiklerini bile bile. Hızlı akan diyalogların arasında, mağrur gözlerle adaleti sorgulayan Amerikan gençlerinin yüzünde bizim gençlerimizin buruk yüzlerini anımsadım. Büyük bir utançla. 

Filmin fragmanı

23 Ocak 2021 Cumartesi

Alef (2020)

5 dakika okuma süresi


Alef: 

Ötekiler ve huzursuz ev sahipleri



Alef (2020) cinepopularica.blogspot.com

Küçük Amerika olarak, seri cinayetleri çözmeye çalışan polisiye karakterler yaratma konusunda nicedir  çok dertli bir ülkeyiz. Dünyadaki epey kaliteli örnekleri son yıllarda artmış durumdayken, bizim bir tek cefakâr Arka Sokaklar'ımız vardı. Görsel olarak Mindhunter, True Detective, The Sinner gibi yabancı örneklerini aratmayan BluTV projesi Alef, arka plandaki hikayesiyle, bu toprakların tarihinde yer etmiş meselesiyle ve görsel gücüyle imdada yetişti. Kısa bir bilgiden zarar gelmez. 16. yüzyıl başındaki Osmanlı'da, devletin resmi inancıyla ters düşen, yani gayrisünni bir inanç öğretisiyle çok sayıda insanı etrafına toplayan İsmail Maşuki adlı bir bayrâmî-melâmî şeyhi yaşar. Aynı dönemde güçlenen Kalenderiler ve Şah İsmail'in Safevi Devleti, halkta ciddi manâda karşılık bulur, taraftar toplar. Osmanlı ise anarşi ve sapkınlık saydığı bu düşünceleri, esasında kendilerine karşı ciddi birer rakip olarak görür. Yani karşı olmalarının sebebi dini değil siyasidir. Çünkü türkmenler, Osmanlı'nın kendilerine karşı maddi ve manevi olarak mesafeli durduklarını bilmektedir, zaten ezilmektedirler. İsmail Maşuki, tenâsüh yani ruh göçü, simgesel kıyafetler, ibadette kadın erkek eşitliği gibi manevi alanları eşeler ve kendisini kutup (Allah'ın özel kıldığı kişi diyelim) ilan eder.  Kanuni döneminde ise yoldaşlarıyla birlikte At Meydanı'nda (Sultanahmet) idam edilir. Ekonomi ve tarih lisansı ve tarih doktorası görmüş olan yönetmen Emin Alper, Cumhuriyet dönemi tarihi konusunda akademisyenlik de yapıyor. Sekiz bölümlük dizide, 1500'lü yılların ilk yarısıyla günümüz arasındaki bağlantılandırma ve gizem dokusu bu sebeple de kusursuza yakın ilerliyor. Elbette dönem külliyatına titizlikle yaklaşan metni Emre Kayış yaratmış, bu noktada senarist olarak daha büyük pay sahibi. 

Alef (2020) cinepopularica.blogspot.com

Girişteki açıklamada verdiğim kısa tarihi bilgiye biraz olsun vâkıf olmak mühim. Çünkü özellikle üçüncü bölümden sonra, dozu sürekli artan bir dönem atmosferini, tasavvufu ve karakterler arasındaki bilgi alışverişini izliyor olacağız. Atmosfer demişken, Emin Alper'in bu anlamda sinemamızın en başarılı yönetmenlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Filmlerine başka açılardan eleştirilerim var, ancak bu kısım övgüye değer. Derli toplu ve zihin açıcı bir mini dizi çekmiş olmasını ve kurduğu dünyayı önemli buluyorum. Sinemacıların dizi ve kısa film alanını, dünyada olduğu gibi, boş bırakmaması gerekiyor. Alef'in ilk bölümü, çok inançlı ve renkli bir şehir olan İstanbul'daki Fota Yortusu'yla açılıyor. İsa'nın vaftiz edildiği günü temsilen denize haç atılıyor, gençler de kendilerini boğazın sularına atıp bu haçı almak için yarışıyor. İslam dışı bir metaforla başlıyor olsak da kurulan polisiye evreninin mistik ve ruhâni bir tarafı olduğunu bu açılışla anlıyoruz. Hikayenin intikam alan gizemli karakteri muhafazakar toplumla çatışan bir yönelime sahip, açılışın bu anlamda İslam dışı bir inançla yapılmış olması bu açıdan anlaşılabilir. 

Alef (2020) cinepopularica.blogspot.com

Alef'in konusu, sürprizi bozmadan anlatılabilecek bir konu değil. Cinsel yöneliminden ötürü ailesi tarafından itilen, ölüme terk edilen bir genç adam, geleneksel yöntemlerle iş çözen bir cinayet masası komiseri, İngiltere'de özel cinayet dosyaları hakkında çalışmış ve ailesini kaybettikten sonra memleketine dönmüş bir polis, Osmanlı'da tarikatlar ve inanç dünyası üzerine çalışan bir tarihçi ve geçmişten bugüne çeşitli inanç gruplarının temsilcileri bir şekilde sürekli iç içe. Ahmet Mümtaz Taylan, dizinin bel kemiği ve belki de inandırıcılığı sağlayan en önemli faktörü. Her ne kadar rolünü cepten yese de bu topraklara ait inandırıcılık vasfı onun karakterinde temsil ediliyor. Kenan İmirzalıoğlu bildiğimiz gibi. Karakterinde büyük bir parçalanma, aksiyon, aşk, cinayet dosyaları mevcut, ama onda o yükü kaldırabilecek aktörlük vasfı olmadığını düşünüyorum. Doğu cinayetlerine batılı yaklaşım izliyoruz. Karakterlerin çalışması bu yönde düşünülmüş. Settar'ın Doğu'yu Kemal'in Batı'yı temsil ettiği hikayede Kemal karakteri bir nebze eksik. Melisa Sözen ise aradaki bağlantıyı sağlayan bir karakterde ve kesinlikle dizinin en iyi oyuncusu. Final eleştirisinden ayrı olarak Müfit Kayacan'ın oynadığı otopsi uzmanı karakterini fazlasıyla lüzumsuz bulduğumu eklemek isterim. Bir Zamanlar Anadolu'da'nın otopsi uzmanından rol çalan gereksiz diyaloglara gerek yoktu. Anlıyorum, polisiyenin ruhu icabı katil kim? merakı yaratılıyor, şüpheli sayısı arttırılıyor, fakat yine de bu merak unsurunun çalışmadığı ortada.

Alef (2020) cinepopularica.blogspot.com

Alef'teki İstanbul tamamiyle bir başrol oyuncusu. Görüntü yönetmeni Ahmet Sesigürgil tarafından ustaca yaratılan atmosfer ve tekinsiz yeşil tonlar bize bambaşka bir şehir izletiyor. Diziyi görsel anlamda, Türkiye'yi aşan, uluslararası düzeyde bir yapım olarak görüyorum. Zikir sahneleri ve polisiyenin inandırıcılığı bağlamında Emin Alper'in katkısıyla birlikte Alef'in özel bir dizi olduğunu düşünüyorum. Çünkü malum amerikan dizilerindeki tüm yapaylıkları her polisiyede ayıla bayıla izleyip biz yaptığımızda komik bulmak gibi yersiz bir hastalığımız var. Osmanlı'da heterodoks İslam'la ilgili okumalar yapmış biri olarak senaryonun titizliğine hayran kaldım. Günümüzdeki katı ebeveynlik ve öteki evlatlık, öteki cinsel yönelim vurgusu bu tarihi ötekileştirmeyi anlatmada mükemmel bir metafor hazırlamış. Peki senaryoda olumsuz bulduğun nokta yok mu derseniz, buna kesinlikle final bölümü diye cevap veririm. Hikaye çok büyük, geri planda beş yüz yıllık bir tarihsel kırılma var, insan dramı başrolde, tüm karakterlerin zaaflarına tanık oluyoruz, fakat finalin gelip bağlandığı nokta son derece cılız. Alef'in arka planı bazen bir fikirden bazen bir topluluk ruhundan, bazen bir karakterin dramından oluşuyor. Bu anlamda müthiş bir geçişkenlik var, malzeme var. Yani dramaturji müthiş işliyor. Finale gelince neden bir anda kötü polisiyelere özgü şaşırtmacayla, hızlıca, konunun düğümlendiğini ve ''alın size hikayenin sonu'' dendiğini anlayamadım. Çekim planları mı değişti, bölüm sayısı maliyet nedeniyle azaltıldı mı ya da hikaye mi daraltıldı bilemiyorum, fakat final yakışmadı.

Dizinin fragmanı

19 Aralık 2020 Cumartesi

The Ripper / Yorkshire Canavarı (2020)

4 dakika okuma süresi


İmparatorluğun öz evlâdı



The Ripper / Yorkshire Canavarı  (2020)

Birleşik Krallık, toprakları Kanada'dan Hindistan'a oradan Avustralya'ya kadar uzanan bugünün İngiltere'si, 19. yüzyılda en görkemli dönemini yaşıyordu. 64 yıllık saltanatıyla, Avrupa tarihine adını veren Kraliçe Viktorya dönemi, sanatından siyasetine, kolonyalizminden köleciliğine tüm derinliğiyle incelenmesi gereken bir imparatorluk çağıydı. Bu gösterişli dönem elbette tartışmasız bir sosyal çatışmayı da beraberinde getirmişti. Büyük bir çalkantı, ümitsizlik ve yoksulluk dalgası söz konusuydu. 1888 yılında ortaya çıkan Karındeşen Jack isimli efsanevi seri katil işte bu şartların ürünüydü. Londra'nın yoksul semtlerinde hayat kadınlarını hedef seçti ve bilinen beş kadını korkunç şekilde öldürdü. Alamet-i farikası olarak kullandığı edebi mektuplara ve çeşitli spekülasyonlara rağmen bu korkunç katilin kimliği günümüzde bile tahmin konusu olmaktan öteye gidemiyor. Tarihte uzun bir sıçrama yapalım. 1975 yılında İngiltere'nin kuzeyinde bulunan Yorkshire bölgesinde birbiri ardına işlenen cinayetlerde tuhaf ayrıntılar göze çarpmıştı. Katil, kurbanlarını hayat kadınları arasından seçmiş, ateşli silahlar kullanmamıştı. Polise ulaşan bir mektupta Karındeşen Jack'e atıfta bulunan katil, hayat kadını olmayan genç kadınları da öldürmeye başlayınca tüm bölgeyi korku kapladı.

The Ripper / Yorkshire Canavarı  (2020)

Hikaye genel olarak böyle ilerliyor. Beni cezbeden, kısa bir değiniyle de olsa vurgulanan tarihsel seri katil figürü değil de günümüzden baktığımızda iyice sersemletici bir hal alan tutuculuk, acemilik ve kolluk kuvvetlerinin basiretsizliği oldu. Dört bölümlük muhteşem belgeselde dillere destan ingiliz belgeciliğinin iyi bir örneğini görüyoruz. 1975'ten bu yana özenle saklanmış fotoğraflar, videolar, tutanaklar ve belgeler övgüyü gerçekten hak ediyor. Bir diğer başarılı nokta ise sonradan gözüme çarpan ve bence belgeselin temel fikrini mükemmelen işaret eden adaletsizlik vurgusu. Arşivde bu kadar başarılı olan İngilizlerin polisiye bir vakada nal toplaması, emniyetin üst kademelerinde birbiriyle aynı bakış açısına sahip onlarca adamın aynı stratejiyle yıllarca tepe mevkileri işgal etmesi ve cinayetler konusunda aptalca hatalar yapılması, kadınların canına mâl olmuş. Üçüncü bölümden sonra burayı daha fazla dert edinerek izliyoruz. 1979-1990 arası ülkeyi yöneten kadın Başbakan Margaret Thatcher bile olayın bu kısmına kafa yormayıp, kendisini erkek dünyasında erkekleşen bir kadın figürüne dönüştürürken, bu vak'anın ucundan tutan bir kadın yetkilinin bile olmaması tuhaf bir durum. 

The Ripper / Yorkshire Canavarı  (2020)

Aptalca olarak nitelediğim hatalar, dönemin teknolojik yetersizliğiyle geçiştirilemeyecek düzeyde. Bir trafik polisinin görevini ''normal'' gayretle yapması sayesinde tesadüfen yakalanan katil Peter Sutcliffe, polisin evlere yaptığı şüpheli ziyaretlerinde defalarca polisle yüz yüze görüşmüş, daha önceki yıllarda aynı katilin saldırılarından yaralı olarak kurtulmuş kadınların beyanatları ciddiye alınmamış, hatta kadınlarla alay eden polis, onları evlerine geri göndermiş. Bir diğer önemli husus da güncelliğini tüm hızıyla korumakta aslında. ''O kadının o saatte orada ne işi varmış'' cümlesini ''Ateş olmayan yerden duman çıkmaz'' atasözüyle harmanlayan ülkemizde bu durum çok daha iyi anlaşılacaktır. Belgeselde, sokağa çıkmaktan vazgeçmeyen kadınlar konuşuyor. Erkeklerin koruması altında sokağa çıkmayı reddeden, bunu fırsata çeviren sinsi bir muhafazakârlığı sezen kadınlar için ayrı bir vurgu var. Otoritenin sanki bu cinayetleri bilerek aydınlatmadığını bile düşündüren çok önemli bir belgeselle karşı kaşıyayız. Emniyette ve her yerde kadın erkek eşitliğinin sadece sembolik bir temsil olmadığını, gerçekçi bir zorunluluk olduğunu görüyoruz. The Ripper, kan dondurucu cinayet tasvirleri ve insanı yerinden oynatacak ses efektleri olmadan bir seri katil dosyası izletiyor. Dört bölümlük belgesel, asıl korkulması gerekenler konusunda insan aklına bir çengel atıyor. 

Önerilen yazı : Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer

Belgeselin fragmanı

14 Kasım 2020 Cumartesi

Bir Başkadır (2020)

4 dakika 45 saniye okuma süresi



Bir transferans meselesi


Bir Başkadır (2020) Öykü Karayel

Yeri geldiğinde, hem nalına hem mıhına vurduğum içerik çukuru Netflix, 2020'nin sonuna yaklaşırken yılın son kıyağını yaptı. Daha önce 2017'de BluTv için Masum dizisini yaratan Berkun Oya, bu defa Türkiye'nin değişik sosyal, ekonomik ve inanç sınıflarından insan hikayelerini anlattığı Bir Başkadır'la karşımızda. Başrollerinde Öykü Karayel, Fatih Artman, Defne Kayalar, Funda Eryiğit, Tülin Özen, Alican Yücesoy, Derya Karadaş ve Settar Tanrıöğen gibi oyuncuların yer aldığı proje, yayınlandığı gün içinde büyük ilgi yarattı. Haber siteleri, sözlükler, YouTube kanalları, sosyal medya hesapları bu diziden başka paylaşım yapmaz oldu. Projenin ilk bölümü, Netflix'i ikna edebilmek adına bizzat Berkun Oya tarafından finanse edilerek çekilmiş, hazır hale getirilmiş ve sonrasında devam edilmiş. İlk bölümdeki fazladan özen ve estetik biraz bundan kaynaklanıyor muhtemelen. Elimden geldiğince, sürprizleri kaçırmadan yazmaya gayret gösteriyorum. Politik ve sosyolojik olarak türlü cenahtan gelecek eleştirilere açık bir dizi olacak. Fakat dizinin, dramatik çatısındaki vurguyu başarılı bulduğumu belirterek başlamak isterim. İnsan ve onun değerleri söz konusu olduğunda, ne maneviyatın ne maddeciliğin ne de bilimin tek ve mutlak değerlendirme kriteri olabileceği konusunda cesur bir söylem ortaya konuyor. 

Bir Başkadır (2020) Fatih Artman Funda Eryiğit

Henüz ilk karesinde, puslu bir ormandaki çalıların ortasından kameraya yaklaşan Meryem (Öykü Karayel), dizinin merkezdeki karakteri. Yeşilçam filmlerindeki, iffetini korumayı temel görev sayan, ama bir yandan da bastırdığı hayallerinin esiri olan genç kadın figürü bu defa başörtülü bir karakter. Her bölümde yeni bir hikayenin anlatıldığı, yani epizodik bir dizi değil bu. Adeta birbirinin sağlaması, hatta panzehiri olan olan karakterler, her bölümde değişik bir vesileyle ön plana çıkıyor olsa da dizinin eksen karakteri kesinlikle Meryem. Tüm bölümleri bitirdiğimde, diğer karakterlerin analizi iyice berraklaştı. Berkun Oya'nın Meryem ve ağabeyi Yasin'le (Fatih Artman) oluşturduğu alt sınıf, inanç ve itikat dünyası panoramasını derli toplu buldum. Fakat anlatının ve hikayenin oldukça gecikmiş olduğunu düşündüm.  Bayat demiyorum, ama gecikmiş. Meryem karakterinin temsil ettiği, hocadan medet uman, aslen işçi sınıfına mensup olup egemen sınıflara tapınan Yeni Türkiye tipolojisi üzerine tespit yapılacak yılları çoktan geçtik. Ayrıca, Hoca temsili, dizide bir anlam teşkil etmiyor. Maneviyatın sembolü ya da psikiyatrın antitezi olarak zararsız bir örnek gibi kalıyor. Hoca'nın (Settar Tanrıöğren) aileye verdiği zararın üzeri örtülmüş.

Bir Başkadır (2020) Defne Kayalar

Beyaz yakalılar için Türkiye sosyolojisi olarak niteleyebileceğim dizide, Peri (Defne Kayalar) karakterindeki Beyaz Türk psikiyatr tipinin, daha önce Meryem gibi bir karakterle karşılaşmamış olması, ve hakikati hızla idrak etmesi oldukça sembolik. Meryem'le temasından sonra kendi cenahından sanarak sırlarını açtığı Gülbin'le (Tülin Özen) olan seanslarında, diyaloglar üzerinden her şeyi açık açık dile getiren Peri, ister istemez şablonlaşıyor. Diyaloglar kör göze parmak sokarak her şeyi yazıya döküyor. Diziyi görsel olarak geveze bir Nuri Bilge Ceylan filmine benzettim. Bu düzeyde yüksek bir görüntü kalitesi, bir nevi illüzyon yaratıyor. Biçim, içeriğin epey önüne geçip ondan rol çalıyor. Bu görsel atmosferin önemli bir görevi de Yeşilçam filmleriyle kurduğu bağlantılar. Eski ve Yeni Türkiye kırılmasının aslında hiç yaşanmadığını, Yeşilçam dünyasının zaten koca bir karakter illüzyonu olduğunu düşündürüyor. Bir Başkadır'ın Meryem'i, İrfan Tözüm'ün Hülya Avşar'lı Fazilet'i, Aile Şerefi filminin Itır Esen'li Zeynep'i ve daha birçok ruhen yakın örnektir. Kaldı ki seçilen mekan, ahşap bir yapıdır, temsilen semboliktir. Türkiye'de öteden beri değişen tek şey biraz makyajlanmış kent imajı, daha da sertleşmiş gelir adaletsizliği ve elbette muhafazakarlaşan Türkiye'nin sembolü olan başörtüsü. Dolayısıyla bitiş jeneriğindeki ''Eski Türkiye'' görüntüleri, estetik olmasından çok, dizinin düşünsel zeminine katkı sunması açısından mühim.

Bir Başkadır (2020) Öykü Karayel

Defne Kayalar'ın muhteşem oynadığı Peri karakteri bağlamında, elitizm ve Beyaz Türkler anlatısının yeni olmadığını söyledim. Berkun Oya, toplum kesitlerinden seçtiği örneklemlerden biri olan Beyaz Kürtler yoluyla, sinemamızda anımsadığım kadarıyla hiç vurgulanmamış bir alana da giriyor. Türkiye'nin lümpen yeni zengin tipolojisinden Muhafazakar Kürt Gülan (Derya Karadaş) ve onun Beyaz Türkler arasında iyi ''kamufle olmuş'' Beyaz Kürt kız kardeşi Gülbin (Tülin Özen), Türkiye'nin sinema camiası içinde film üreten Kürtlerin de nedense hiç kurcalamadığı tipler. Berkun Oya gibi iyi bir yazarın bu hikayeyi on yıldan uzun bir süre önce aklına düşürüp, çekim fırsatını yeni bulduğunu düşünmek istiyorum. Meryem'in ağabeyi Yasin üzerindeki komando vurgusu, başörtüsü ve yerel cemaatlerin etkisi gibi konular, 2002-2010 arasında yoğun olarak gündem olmuş, şu an konuşulduğunda üzerine yeni bir şey eklenemeyecek alanlar. Sanırım bugün, bu senaryoyu Netflix'e kabul ettirebilecek yazar sayısı bir elin parmaklarını geçemez.

Bir Başkadır (2020) Settar Tanrıöğen

Bir Başkadır, bir yeniden hatırlatma ve sanırım o meşhur kültür mozaiğine gönderme yapma gayesi güden bir dizi. Evimizi temizleyen, ofisimizde çay servisi yapan muhafazakâr alt sınıf kadın, bir boyutuyla fantastik bir karakter. Hem de en az Yüzüklerin Efendisi kadar fantastik. Peri'nin soğuk ve kitabi bir yüzle Meryem'e koyduğu tanıların, sezon finalinde yüzüğün tılsımına bağlanması ve ayrıca Meryem'in kameraya bakarak bir nevi veda etmesi Berkun Oya'nın yazıdaki ustalığının eseridir. Kameraya konuşan ya da bir şekilde bakan karakterin bu durumuna, dördüncü duvarı yıkmak derler. ''izlediklerinizin hepsi aslında rol icabı, hepsi drama'' demektir bu. Şayet Bir Başkadır'ın ikinci sezonu gelirse başka karakterlerle Fargo dizisinin yaptığı gibi başka bir hikaye izleyeceğimizi düşünüyorum. Meryem yine de bir süper kahraman olarak kalmaya devam edecek. 

Bloga abone olmayı unutmayın:)

#bir başkadır eleştirisi

Dizinin fragmanı

2 Kasım 2020 Pazartesi

Never Rarely Sometimes Always (2020)


Akvaryumdan Denize 


Eliza Hittman'ın üçüncü uzun metraj filmi olan Never Rarely Sometimes Always (NRSA) yönetmenin diğer filmlerinde de başarıyla gerçekleştirdiği genç kahramanın bedbaht yolculuğu şemasını kullanıyor. Amerikan bağımsızlarının bizdeki gibi tutan bir formülü gelenekselleştirdiği artık gün gibi ortada. Taşra-büyük şehir, aile-yalnızlık gibi iki büyük tema etrafında dönüp duruşumuz bakımından oldukça ortak bir bağımsız sinema kaderini paylaşıyoruz. Eliza Hittman NRSA'da yaptıklarıyla elbette formül ve şema sinemasının epey dışında güncel, evrensel ve özgün bir hikaye ortaya koyuyor. Senaryosunu da yazdığı film, 2020 yılında seyirciyle bir şekilde buluşabilen filmler içinde istisnai derecede başarılı.


Hollywood'un büyüme hikayeleri ana caddedeki dükkan gibi, cazibeli ve ağız sulandıran bir Amerika gösterirken özellikle doksanlar sonu ve iki binler sinemasında işte gerçek Amerika! bu diyen filmler türedi. Her ne kadar ayrıksı sözler sarf ediyor olsalar da büyük güç Amerika'nın kültürel unsurları olduklarından mütevellit hepsinden haberdar oluverdik. Amerikan bağımsızları bile bizde ana akım etkisi yaratmayı başardı yani. Eliza Hittman bir önceki filmi ola Beach Rats'te yine gençliği merkeze alıyordu. Gençliğin güncel başlıkları olan eşcinsellik, erken hamilelik, asosyallik, madde bağımlılığı, zorlu aile ilişkileri Hittman'ın yumuşak fırça darbeleriyle belge gerçekçi bir anlatıya bürünüyor. Ne kadar tarafsız olduğu su kaldırır, ama Hittman belli ki doğruyu yanlışı parmağıyla işaret etmeden gösterebilme konusunda örnek teşkil edecek duru sinemasını sürdürecek. Belki kadın hakları konusunda çekeceği yüksek bütçeli bir gişe filminde, bir süper kahraman filminde, bir platform dizisinde bu tılsımı bozar diye kaygılanmıyor değilim yine de. Çünkü sinemanın kadın auteur'lere hiç olmadığı kadar ihtiyacı var. 


Yeni ve keşfe açık bir film olduğu için açıkçası filmin konusundan bahsetmek istemedim. Özetle, Pennsylvania'nın bir kasabasında yaşayan lise öğrencisi Autumn (Sidney Flanigan) hamile kaldığını öğrenir. Yaşadığı muhafazakâr kasabada kürtaj olması imkansız olduğu için en yakındaki büyük şehrin yolunu tutar. Arkadaşı Skylar'la (Talia Ryder) birlikte New York City'ye yaptıkları yolculuğu izleriz. Filmin adı bilindiği gibi kalıplaşmış anket cevaplarına dayanıyor. Filmin duygusal doruk noktasında bunu görüyoruz, çok da şık bir düşünce ve ince bir işçilikle görüyoruz. Ondan önce aslında taşradan ve baskıdan kurtularak bir an olsun başka bir dünyanın havasını soluyabilme fırsatı bulan Autumn karakterinin değişimi eşsiz bir duygusal kurgu eseri, ana mesele bu; biz ve başkaları, cehennem başkalarıdır anlatısı. Yolculuğu arka plana alan filmlerde yolda karşılaşılan gariplikler silsilesi filmle kurduğumuz bağın temposunu o kadar zedeliyor ki, maharetin aslında sessizlik ve boşluk anlarını zenginleştirmek olduğunu anlayabilmek için bu tür başarılı filmler izlemek gerekiyor. 

Filmin fragmanı