Ülkemizde vizyona girmemiş ve bilenine rastlamadığım bir Spike Lee filmi daha. Biyografik anlatımı seven yönetmenimiz bu kez belge gerçekçi sinemaya göz kırpıyor. 1995 yılında Amerika çapında oldukça önemli bir olay gerçekleşti. Yaşayan en önemli siyahi önder Louis Farrakhan, Washington'da Bir Milyon Adam Yürüyüşü adlı bir toplantı tertip etti. O sene ilk kez yapılan bu toplantı, yirmi yılı aşkın süredir tekrarlanıyor ve kongre binası çevresi hınca hınç dolup taşıyor.
Spike Lee'nin oluşturduğu sosyolojik yapı bize de oldukça tanıdık geliyor. Tunç Okan'ın Otobüs filmi gibi filmlerle doğrudan ruh kardeşliği kuran bir film. Bir grup siyahi, ülkenin bir ucundan başlayıp diğer ucuna kadar sürecek bir yolculuğa başlıyor ve yolda farklılıklarıyla, politik ve dini çelişkileriyle yüzleşiyorlar. İnsanın rengiyle farklılaşmasını defalarca izledik, ama Spike Lee'nin siyahlar arasında da farklılıklar ve çatışmalar yaşanabileceğini göstermesi epey önemli ve hakkaniyetli, daha doğrusu hakikatli. Spike Lee'nin bu türden bir anlatım potansiyelini, ucuz bir siyah adam övgüsüyle harcaması rahatsızlık vericiydi.
Jean Poiret'nin aynı adlı oyunundan sinemaya uyarlanan Kuş Kafesi, Mike Nichols filmografisi içerisinde sadece komedi ya da saf komedi olarak tanımlayabileceğimiz tek film. Filmi daha önce izlememiştim, bir şey kaybetmemişim. Elbette ülkemizdeki kaba saba özensiz komedi filmlerine oranla her anlamda kaliteli bir yapım olduğunu eklemekle birlikte, Mike Nichols'ün serüvenine yakıştıramadığım yeni bir film Kuş Kafesi. Sinema için değilse de tiyatro sahnesinde cazip bir seyirlik olabileceğini eklemek isterim.
Evlenmeye karar veren Barbara (Calista Flockhart) ve Val (Dan Futterman) önlerindeki en büyük engeli aşmaya çalışmaktadır. Val'un eşcinsel kabare işleten ve bunu yaşam tarzı haline getirmiş olan babası Armand Goldman (Robin Williams) toplumsal ahlakı sorgulayan yeni oyununa çalışırken, Barbara'nın senatör babası Kevin Keeley'in (Gene Hackman)başı katı ahlaki değerleri savunması yüzünden büyük beladadır. Bu iki ucu bir araya getirip evliliğe adım atmak oldukça zor olacaktır.
Bildiğiniz gibi anne kılığına bürünmüş adamlar, yolunda gitmeyen tanışmalar, telaşla saklanan sırlar sinema ve özellikle dizi seyircisi için fazla sıradan, hatta 1950'lerden beri Amerikan mizahının temel taşı bile diyebiliriz. Robin Williams kabarenin her şeyi rolünde yere göğe sığdırılamayacak bir oyunculuk sergiliyor. Sevgilisi rolünde Nathan Lane ve Hank Azaria da öyle. Kabare tarafında oyunculuklar oldukça renkli. Belki de filmi izlenir hale getiren de sadece bu.
Müziğin Sesini duyamayanlar dans edenleri deli sanıyor
Jaco Van Dormael’in filmi, orada burada Yağmur Adam’ın
fransız versiyonu diye tanımlanmış. Benzetmeler yapmak kaçınılmaz, zira görsel
işleri anlamlandırmak için tanıdık referansları zihnimize çağırmak, meseleyi
kavramada yardımcı oluyor. Benzeyen yönleri varsa da Dormael’in dokunuşlarıyla
aynı senaryo bile bambaşka bir hal alırdı. Konu ve olay örgüsü itibariyle uzak akraba
olduklarını söylemekle yetinerek övgüler düzmeye başlayayım.
Su gibi akan bir senaryo düşünün, bir bedensel ve zihinsel
farklılığıele alsın, geri planda aile
meselesini anlatsın, bir yandan da akıcılıktan asla ödün vermesin. Sinema
dünyasında başlı başına eksikliğini hissettiğimiz bir durum. Jaco Van Dormael
masalsı anlatımı seven bir yönetmen olduğu için yani temelde nasıl anlatacağını,
neyi anlatacağına tercih ettiği için izleyici için büyük bir duygu boşluğuna
derman oluyor.
Yakınları tarafından bir özel eğitim merkezine gönderilen
down sendromlu Georges (Pascal Duquenne), Dünyayla bağlarını daha güçlü kılmak için çıktığı
yolculukta Harry’le (Daniel Auteuil) karşılaşır. Ailesiyle ciddi sorunları olan ve onlardan
uzakta yaşayan bir iş hayatı gurusu olarak insanlar hakkında ezber ahkam kesen Harry, yolda karşılaştığı bu genci
bırakamaz ve zamanla onun en iyi dostu olur.
Harry’nin pazarlama ve müşteri davranışları konusunda
verdiği seminerlerde sıkça tekrarladığı cümle şu ‘’ Kimse kaybedenlerin yanında
yer almak istemez, herkes kazananları sever’’. Bir modernizm mottosu film
içinde sakız gibi çiğnenerek kendi kendinin iflasına yol açıyor. Mesaj kaygısına
bulaşmadan kararkterlerin birbiriyle kurduğu ilişkiyle iletilen bir hoşluk bu.
Sevmeyi öğrenmek sadece bir bahaneye bakıyor ya da bir tesadüfe, Dormael’in
sineması bu ilkeye dayanıyor ve bu anlamda sinematografisinde başka bir yerde
duracak bu film.
İlk gençliğim vcd dönemine rastlıyor. O dönemden kalan bazı
filmleri hala saklıyorum. Bunlardan biri de Crash. İlk izlediğimde hiçbir anlam
verememiş ve hasta bir film diye yorumlamıştım bu filmi. Elbette erotik
sahnelerinin bolluğuyla ergen bir genci tavlaması pek de zor sayılmaz böyle bir
filmin. Uzun aradan sonra orijinal dilinde ve kafa yorarak izlediğimde bütün
sahneleri tekrar anımsadım. Peki aradan geçen bunca seneden sonra bu filmi yine
hasta bir film diye değerlendiriyor muyum?
Cronenberg sinemasında cinsellik ve şiddet güdüleri
fevkalade önemlidir, hatta Cronenberg, sinemasını bu güdüler üzerine kurmuştur.
Karakterler çeşitli şekillerde dönüşüme uğrar ve bundan sonra onları bambaşka
haller içinde buluruz. Bir noktada film biter ve karakterlerin başka ruh
halleriyle yaşamlarına devam ettiklerine ya da bedensel olarak ölü ruhlarını
yeniden doğurduklarına şahit oluruz. Crash de bu bakımdan aynı seyri izleyen
bir film ve en az diğer diğer Cronenberg filmleri kadar hasta.
Film yapımcısı James (James Spader) büyük bir trafik
kazasına karışıp uzun bir müddet hastanede yatar. Bu süreçte tanıştığı bir grup
insanla hastaneden sonra da görüşmeye devam eder. Kazada yaraladığı Helen
(Holly Hunter) ve trafik kazalarına ilgi duyan Vaughan (Elias Koteas) bu kazalarla
seks arasında aykırı bir bağ kurmasına neden olur. Vaughan, etrafında Gabrielle
(Rosanna Arquette) ve Colin (Peter MacNeil) gibi kaza mağdurlarıyla bir nevi
cemaat kurmuştur. James ve karısı Catherine (Deborah Kara Unger) de Vaughan’la
birlikte tuhaf bir dönüşüm yaşar.
Yaşanan büyük travmalar ve kazalar bizleri bambaşka
kişilikler olmaya itebiliyor. Bunun psikolojide ayrıntılı incelemeri var. Bu
bakımdan filmde anlatılanlar fantazyadan ibaret değil. Filmin başında, film
yapımcısını oynayan karakterin setlerde çapkınlık peşinde koştuğunu görüyoruz.
Cronenberg bunu şöyle yorumlamış oluyor aslında: Bir sıradanlaşmaya kurban
edilen cinsellik, bir tetiklenmeyle kendisini bulan cinsellikten daha anlaşılır
olamaz, olmamalı.
Uyarlama senaryolarla daha fazla ilgilenen Cronenberg,
Crash’I J.G. Ballard gibi önemli bir bilim kurgu yazarından uyarlayıp yine o
müthiş doğal mekan tasviriyle yaşayan bir hale büründürmüş. Filmde
yaralanmaktan ve izler taşımaktan keyif duyan insanlara rastlıyoruz. Bedenleri
birer makineye dönüşmüş insanlar. Vaughan filmin bir yerinde aklındaki projeden
bahsediyor ve şöyle diyor: ‘’İnsan bedenini teknolojiyle yeniden şekillendirmek
istiyorum’’. Filmin trafiğe,
otomobillere ve modifiye hale gelmiş insanlara getirdiği açıklama bu.