Cinepopularica: Belgesel
Belgesel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Belgesel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Şubat 2021 Salı

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)

 

Adaleti arayan adam


Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island belgeselini önce Antalya Film Festivali kapsamında işitmiş ve izleme listeme eklemiştim. Aradan geçen dönem, malum, hafızamızı da algımızı da dikkatimizi de sıfırladı. Mubi'de rastlayınca, süresi kısaymış diye düşündüm, herhangi bir filme odaklanmaktansa açıp biraz bakarım, hiç olmazsa bugünü böyle geçiştiriveririm dedim. Sonuçta İlhan Mimaroğlu'nun müziği konusunda uzman olmayacaktım. Cumhuriyetimizin ilk döneminde önemli sembol yapıları inşa eden Mimar Kemaleddin Bey'in oğlu olan İlhan Mimaroğlu, 60'lı yılların başında, Türkiye henüz ilk darbesini yaşayıp iyice laçkalaşmadan önce New York-Manhattan'a yerleşme kararı almış, alt türleri gelişmeye devam eden elektronik müziğin bir ucundan tutup kendisine has bir duyum yakalamış önemli bir müzisyen. Yine Amerika kariyeri hakkında benzer yüzeysellikte bilgiye sahip olduğum diğer bir isim olan Arif Mardin gibi Mimaroğlu hakkında tüm bildiklerim bunlardan ibaretti. Olmazsa kapatırım diyerek açtığım belgeseli az önce ikinci kez bu defa, müzisyen bir arkadaşımla bitirdim. Serdar Kökçeoğlu'nun iki yılı aşkın bir zamana yaydığı, Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island belgeseli, hem ilginç partisyonlara sahip bu niş müziği, hem aile ilişkilerini, hem de New York'u tuhaf güzellikle bir tempoyla anlatıyor. İki yıla yayılan bir belgeselde eminim ciddi bir arşiv taraması süreci yaşanmıştır. Fakat belgeselin ruhu, İlhan Mimaroğlu'nun hayata bakışını yansıtma konusunda en az onun kadar ketum ve içine kapanık. Bir arşivi değil insanın güncel kaygılarını izleme deneyimi yaşıyoruz. 

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)

Belgesel, sadece İlhan Mimaroğlu'nun müzikleriyle ve çoğunlukla yine kendisinin 8mm kamerasıyla çektiği görüntülerle akıp gidiyor. İçine kapanan ve tek derdi müziği adil kılmak, müziğe adalet getirmek olan bir müzik adamının karakter olarak tam zıttında yer alan Güngör Hanım'la henüz belgeselin başında tanışıyoruz. Belgeselin alternatif adı olabilecek kadar kuvvetli olan ''Memnun kadın ve üzgün adam'' tanımlamasından hemen sonra Güngör Hanım'ın ilk eşinden olma oğlu Rüstem Batum devreye giriyor. Diğer tüm tanıklıklar kenarda tutulmak kaydıyla belgeselin üç ana aksta muhteşem bir kurguya sahip olduğunu göreceksiniz. İlhan Mimaroğlu'nun müzikal kaygıları, Güngör Hanım'la İlhan Bey'in emsalsiz aşkları ve geride bırakılan bir çocukla bir ülke. 2012 yılında vefat eden İlhan Mimaroğlu'na verilen bir söz gibi, onun ritminin dışına sapmadan ilerleyen dingin ve asosyal bir biçim, Güngör Mimaroğlu'nun kimseye hesap vermeden yaşadığı gibi konuşkan, meraklı ve cesur bir içerik. Mimaroğlu, daha yaygın izleme olanağına kavuşturulması gereken bir yapım. Mutlaka izleyin.


Belgeselin fragmanı

18 Ocak 2021 Pazartesi

Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer / Gece Avcısı: Bir Seri Katili Yakalamak (2021)

4 dakika okuma süresi

Night Stalker: 

Amerikan popülizminin öz evlâdı



Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer / Gece Avcısı: Bir Seri Katili Yakalamak (2021)

Bir gösteri toplumu öznesi olarak Amerika Birleşik Devletleri'ne baktığımızda Night Stalker (Gece Avcısı) yani Richard Ramirez adlı seri katilin rol model aldığı, ona esin kaynağı olan ilk popüler seri katil figürü Charles Manson'dır. Toplumda kargaşa yaratmak gibi çılgınca tasarıları olduğunu biliyoruz. Aralarında yönetmen Roman Polanski'nin karısının da olduğu insanları öldürerek Amerika'nın en ünlü seri katili olmuştu. Onu takip eden Ted Bundy'nin lakabı Bebek Yüzlü Katil'di. Gizli bir övgü de barındıran bu lakap ve 80'lerin görkemli şöhret budalalığı birçok seri katil yarattı. Amerika'nın 70'li ve 80'li yıllarda yaşadığı pop çağının da etkisiyle halkta büyük etkiler uyandıran bu canilerin öncüleri de var elbette. 1800'lerin sonlarında seri cinayetler işleyen İngiltere'deki meşhur Karındeşen Jack'le dönemdaş olan Dr. Holmes gibi, Otoban Katili William Bonin gibi, Zodiac gibi öncüller 70'lerin 80'lerin debdebeli hayatıyla çoktan unutulmuştu. Night Stalker yani Richard Ramirez adlı katilin esin kaynağı, kendisinden kısa süre önce yakalanan Hillside Strangler (Yamaç Canavarı) olmuştu. Belgeselin hikayesi tam da burada başlıyor. Seri katiller söz konusu olduğunda Amerika'nın en iyi dedektifi olan Frank Salerno, müthiş bir kurguyu takip ederek Yamaç Canavarlarını yakalamayı başarır ve bir anda ülkenin en meşhur dedektifi halini alır. Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer adlı belgeseli başarılı kılan nokta tam da burada gizli. Aynı anda hem seri katilleri hem de onları yakalamaya çalışan dedektifleri medyanın ilgi odağı haline getiren bu tuhaf düzen başrolde. 

Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer / Gece Avcısı: Bir Seri Katili Yakalamak (2021)

The Ripper / Yorkshire Canavarı belgeseli hakkındaki yazıyı daha önce paylaşmıştım. Kendisi Karındeşen Jack'e atıfta bulunan ve emniyet birimlerinin tuhaf beceriksizlikleri nedeniyle rahatça cinayetler işlemiş biriydi. Ondan 10 sene sonra Los Angeles'ta peyda olan Richard Ramirez 1984 haziranından 1985 martına kadar en az onun kadar rahat bir biçimde; daha korkunç, daha sadist ve en önemlisi daha amaçsız cinayetler işliyordu. İsterseniz hikayeyi Netflix'in anlattığı düzleme çekeyim. Hikayenin anlatım biçimi, öncelikle kim kimdir? şemasını sağlama alma üzerine kurulu. Hikayeyi kurgusal düzleme çeken ve The Ripper'dan farklılaşan bir taraf bu. Gil Carrillo adlı Meksika kökenli yani hispanik bir Amerikalı çömezin Frank Salerno adlı efsanevi bir dedektifle ortak olma süreci oldukça etkileyici bir drama çatısı kuruyor. İzleyici True Detective, Mindhunter gibi dizilerden aşina olduğu iki farklı karakterle karşı karşıya ve bu metot daima iş yapar. Hatta polisiyenin içinde ne kadar ekip işi varsa hemen hepsinde iki uzak karakter yaratılır ve biz bir yandan da onların arasındaki gerilimli hikayeyi izleriz. Böylece sahneler arasındaki tansiyon rahatça ayarlanır, izleyiciyi oyalayacak çok daha fazla karta sahip olurlar. Belgeselin gerilimli atmosferinden sıyrılıp dedektiflerin aile yaşantısına göz atmak, belgeselin toplumsal katmanlar yaratmasını da kolaylaştırır.

Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer / Gece Avcısı: Bir Seri Katili Yakalamak (2021)

Politik atmosfer bakımından The Ripper tek kelimeyle muhteşemdi. İngiliz belgeciliği, arka plandaki tarihsel göndermeler ve kadın aktivizmi her şeyin ötesindeydi. Night Stalker'da daha önemli olan ise kurgusallık ve biraz da destansılık açıkçası. Acımasız katilin peşindeki iki dedektifin hikayesini ve katili yakalamak üzere ortaya koydukları isteği görüyor olsak da buradaki katil de bir homeless'ın öngörüsü sayesinde enseleniyor. Katilin kullandığı araba ellerinde ama yolsuzluklarıyla meşhur Los Angeles Polis Departmanı olaya taş koyuyor. Gece Avcısı Ramirez yoğun takip altında dişçi randevusuna gidiyor ama elini kolunu sallaya sallaya tedavisini olup çıkıyor. Yani o büyük dedektif aklı neden kendi yöntemlerini geliştiremiyor sorusu insanın içini kemiriyor. Bu soru The Ripper'da kadın hareketi bağlamında cevaplanabiliyordu. Sadece kadınların, özellikle hayat kadınlarının öldürülüyor olması devletin pek umrunda değildi. Oradaki gevşeklik anlaşılabiliyordu. Fakat burada kahramanlaştırılan dedektiflerin pek vasıfları yok gibi. En azından polisle kurdukları doğrudan temasta polise sürekli güvenmeye devam etmeleri hakkında belgeselde bir özeleştiriye rastlayamadım. Düşünsenize tüm gazetelerin manşetindeki bir adam otobüs terminalinden koşarak kaçıyor ve gittiği mahaledeki halk tarafından paket ediliyor. Sürükleyici bir dedektiflik hikayesinin finalinde on puanı yine halk ve tesadüfler alıveriyor yani. 

Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer / Gece Avcısı: Bir Seri Katili Yakalamak (2021)

Kendisini şeytanın müridi olarak gören Richard Ramirez'in yakalanışı dördüncü ve son bölümde anlatılıyor. Mükemmel anlatılmış olaylara vakıf olduğumuz için içimize su serpiliyor ve kurgusal bir filmde olduğu gibi rahatlıyoruz. Zira özellikle ikinci ve üçüncü bölümlerde sağlanan atmosfer tüyler ürpertici. Cinayet anları bire bir temsil edilmiyor, sadece birkaç fotoğraf ve tanıklıklar yoluyla anlıyoruz, ama yine de ürpertici. Hatta üçüncü bölümde olayların zirveye ulamasıyla birlikte kullanılan sesler, uzaktan gelen şangırtılı ses efektleri çok kurnazca kulanılmış. Bu uzak kayıt sesler yardımıyla kulaklığı çıkarmanızı, kalkıp camları ve kapıları kontrol etmenizi sağlıyorlar. 1985 yılında bu kadar kolay bir biçimde camları kapıları kırıp hırsızlık, tecavüz, çocuk istismarı yapabilen birinin motivasyonu finalde şeytanın emirlerine bağlanıyor. Böyle bir karakterin bile hayran kitlesi oluşuyor. Belgeselde söylenmese de Richard Ramirez 23 yıllık idam sırasını beklerken bir evlilik yapıyor, büyük hayran kitlesinin içinden ona en hayran olan kadınla evleniyor ve -bundan çok sonra- idam edilemeden kanser sebebiyle ölüyor. Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer diğer suç belgesellerinin ötesine geçip insanı ürpertme görevini başarıyla yerine getiren bir yapım. Cam bariyerin ardındaki Hannibal Lecter'ın yarattığı endişenin bir benzerini yaşattığı muhakkak. The Ripper'daki toplumsal arka plan burada es geçilmiş ya da tercih edilmemiş, bu yüzden Night Stalker için rafine bir suç gerilim belgeseli diyebiliriz. Sadizmin en tarifsiz sembollerinden birine odaklanan gerçek bir Amerikan suç kültürü belgeseli.

Belgeselin fragmanı

19 Aralık 2020 Cumartesi

The Ripper / Yorkshire Canavarı (2020)

4 dakika okuma süresi


İmparatorluğun öz evlâdı



The Ripper / Yorkshire Canavarı  (2020)

Birleşik Krallık, toprakları Kanada'dan Hindistan'a oradan Avustralya'ya kadar uzanan bugünün İngiltere'si, 19. yüzyılda en görkemli dönemini yaşıyordu. 64 yıllık saltanatıyla, Avrupa tarihine adını veren Kraliçe Viktorya dönemi, sanatından siyasetine, kolonyalizminden köleciliğine tüm derinliğiyle incelenmesi gereken bir imparatorluk çağıydı. Bu gösterişli dönem elbette tartışmasız bir sosyal çatışmayı da beraberinde getirmişti. Büyük bir çalkantı, ümitsizlik ve yoksulluk dalgası söz konusuydu. 1888 yılında ortaya çıkan Karındeşen Jack isimli efsanevi seri katil işte bu şartların ürünüydü. Londra'nın yoksul semtlerinde hayat kadınlarını hedef seçti ve bilinen beş kadını korkunç şekilde öldürdü. Alamet-i farikası olarak kullandığı edebi mektuplara ve çeşitli spekülasyonlara rağmen bu korkunç katilin kimliği günümüzde bile tahmin konusu olmaktan öteye gidemiyor. Tarihte uzun bir sıçrama yapalım. 1975 yılında İngiltere'nin kuzeyinde bulunan Yorkshire bölgesinde birbiri ardına işlenen cinayetlerde tuhaf ayrıntılar göze çarpmıştı. Katil, kurbanlarını hayat kadınları arasından seçmiş, ateşli silahlar kullanmamıştı. Polise ulaşan bir mektupta Karındeşen Jack'e atıfta bulunan katil, hayat kadını olmayan genç kadınları da öldürmeye başlayınca tüm bölgeyi korku kapladı.

The Ripper / Yorkshire Canavarı  (2020)

Hikaye genel olarak böyle ilerliyor. Beni cezbeden, kısa bir değiniyle de olsa vurgulanan tarihsel seri katil figürü değil de günümüzden baktığımızda iyice sersemletici bir hal alan tutuculuk, acemilik ve kolluk kuvvetlerinin basiretsizliği oldu. Dört bölümlük muhteşem belgeselde dillere destan ingiliz belgeciliğinin iyi bir örneğini görüyoruz. 1975'ten bu yana özenle saklanmış fotoğraflar, videolar, tutanaklar ve belgeler övgüyü gerçekten hak ediyor. Bir diğer başarılı nokta ise sonradan gözüme çarpan ve bence belgeselin temel fikrini mükemmelen işaret eden adaletsizlik vurgusu. Arşivde bu kadar başarılı olan İngilizlerin polisiye bir vakada nal toplaması, emniyetin üst kademelerinde birbiriyle aynı bakış açısına sahip onlarca adamın aynı stratejiyle yıllarca tepe mevkileri işgal etmesi ve cinayetler konusunda aptalca hatalar yapılması, kadınların canına mâl olmuş. Üçüncü bölümden sonra burayı daha fazla dert edinerek izliyoruz. 1979-1990 arası ülkeyi yöneten kadın Başbakan Margaret Thatcher bile olayın bu kısmına kafa yormayıp, kendisini erkek dünyasında erkekleşen bir kadın figürüne dönüştürürken, bu vak'anın ucundan tutan bir kadın yetkilinin bile olmaması tuhaf bir durum. 

The Ripper / Yorkshire Canavarı  (2020)

Aptalca olarak nitelediğim hatalar, dönemin teknolojik yetersizliğiyle geçiştirilemeyecek düzeyde. Bir trafik polisinin görevini ''normal'' gayretle yapması sayesinde tesadüfen yakalanan katil Peter Sutcliffe, polisin evlere yaptığı şüpheli ziyaretlerinde defalarca polisle yüz yüze görüşmüş, daha önceki yıllarda aynı katilin saldırılarından yaralı olarak kurtulmuş kadınların beyanatları ciddiye alınmamış, hatta kadınlarla alay eden polis, onları evlerine geri göndermiş. Bir diğer önemli husus da güncelliğini tüm hızıyla korumakta aslında. ''O kadının o saatte orada ne işi varmış'' cümlesini ''Ateş olmayan yerden duman çıkmaz'' atasözüyle harmanlayan ülkemizde bu durum çok daha iyi anlaşılacaktır. Belgeselde, sokağa çıkmaktan vazgeçmeyen kadınlar konuşuyor. Erkeklerin koruması altında sokağa çıkmayı reddeden, bunu fırsata çeviren sinsi bir muhafazakârlığı sezen kadınlar için ayrı bir vurgu var. Otoritenin sanki bu cinayetleri bilerek aydınlatmadığını bile düşündüren çok önemli bir belgeselle karşı kaşıyayız. Emniyette ve her yerde kadın erkek eşitliğinin sadece sembolik bir temsil olmadığını, gerçekçi bir zorunluluk olduğunu görüyoruz. The Ripper, kan dondurucu cinayet tasvirleri ve insanı yerinden oynatacak ses efektleri olmadan bir seri katil dosyası izletiyor. Dört bölümlük belgesel, asıl korkulması gerekenler konusunda insan aklına bir çengel atıyor. 

Önerilen yazı : Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer

Belgeselin fragmanı

8 Kasım 2020 Pazar

Honeyland /Bal Ülkesi (2019)

2 dakika 20 saniye okuma süresi


 Ben senin bildiğin kraliçe arılardan değilim


Honeyland-Bal Ülkesi 2019 Oscar documentary
 
Makedonya Türklerinin Hunlarla birlikte 4.yüzyıla kadar uzanan bir geçmişi var. Ancak Osmanlı Devleti'nin Karamanoğlu Beyliği'ni tamamen ortadan kaldırmak istemesi ve tüm Karamanlı tebâsını Makedonya'ya doğru bir iskâna zorlaması, başka bir sürgün tarihi yazıyor. Türkçenin kalesi sayılan Karamanoğlu Beyliği'nin tebâsı bugünkü Makedon Türklerinin ta kendisi. Bir belgesel yazısı ciddiyeti içinde değilim, ama arka planı iyi çizmemiz gerekiyor. Neden? Çünkü Bal Ülkesi'nde gördüğümüz ıssızlığın, terk edilmişliğin, kenara itilmişliğin ve bilhassa unutulmamış türkçenin tarihsel bir geçmişi var. Bizim taşra filmlerimize benzemeyen, muhtarı, doktoru, terzisi, polisi olmayan gerçek anlamda mahrumiyet toprakları buralar. Yaşamdan bir kareyi ele alan belgeselcinin ilginç bulduğu konuyu define avcısı gibi vurkaç yaparak filme çekmesi vasatı besledi, izleyiciyle belgesel arasına ruhsuz bir duvar ördü. Bal Ülkesi'nin yönetmenleri Tamara Kotevska ve Ljubomir Stefanov da hikayenin ana kahramanı olan Hatice (Hatidze Muratova) gibi Kuzey Makedonya'dan. Hikayeye odaklanma ve daha önemlisi derinleşebilecek kadar zaman kullanma anlamında bu büyük bir şans. İzlediğim en başarılı belgesellerden birini çekmiş olmaları biraz da bu etkene bağlı olsa gerek.

Honeyland-Bal Ülkesi 2019 Oscar documentary

Hatice Kuzey Makedonya'nın sarp kayalıklarının ortasındaki ıssız köyünde bir gözü olmayan; diğeri de neredeyse görmeyen, bir yanına felç inmiş, kulakları zor işiten yaşlı anası Nazife'yle yaşayan orta yaşlı bir kadındır. Tek geçim kaynağı akıl almaz zorluklarla balını aldığı arıların mahsulü. Hatice yılın belli bir döneminde ne kadar şişeleyebildiyse o kadar balı şehre indirip satmaya çalışır, şanslıysa istediği fiyata satar, satamadığını da ucuza kaptırır. Zaten hepi topu iki üç hanenin bulunduğu köyde yardımlaşmanın ve dayanışmanın olmaması, üstüne üstlük kötü komşuluğun mahsüle zarar vermesi bile Hatice'nin çocuk karakterini zedeleyemez. 

Bal Ülkesi'ndeki anlatının büyüleyiciliği karakterin çevreyle, doğanın insan karakteriyle, yalnızlığın çocuklukla kurduğu bağla doğrudan alakalı. Filmi bir başyapıt seviyesine eriştiren de bu. Hangi zorluklar içerisinde olursa olsun iyi bir insanın daima çocuk kalacağı vurgusu insanın yüreğine saplanıyor. Duygunun vuruculuğu birkaç sahne sonra mülkiyet kavramının acımasızlığıyla yer değiştirip gerçekçi bir bütünlüğe karışıyor.

Honeyland-Bal Ülkesi 2019 Oscar documentary

Docufiction olarak tanımlanan bir tür var. İngilizce belgesel ve kurgu kelimelerinin bir arada kullanımıyla oluşmuş, docudrama benzeri bir sözcük. Bu film için ikisi de pekala kullanılabilir. Bal Ülkesi tam olarak Honeyland adını karşılamıyor. Çünkü Honeyland'de Bal Diyarı perisinin fantastik hikayesini yani külkedisi masalını karşılayan bir tını var. Bu da kurgusallığı çok iyi temsil ediyor. Bizde masal metaforları ne yazık ki unutturulmuş olduğu için böyle düşünüyor olabilirim.  Ama görüldüğü gibi doğunun zengin masalları çoktan batı anlatısının kaynağı oldu bile. Bahsettiğim kurgusal gerçeklik 2019 Oscar Ödülleri'nde de göz ardı edilmedi. Honeyland hem En İyi Uluslararası Film kategorisinde hem de En İyi Belgesel Film kategorisinde yarıştı. Ödülü oldukça cılız bulduğum American Factory adlı filme verdiler. Onlarca saatlik çekim, aylar süren birliktelik, mevsim geçişleri, göç takvimi, arıların yıl içindeki bal yapım süreci gibi çok fazla gerçek ayrıntı sayesinde 2019 yılının en gerçek hikayesini ve tüm türler içinde en başarılı birkaç filminden birini izlemiş oluyoruz. İzlemiş oluyoruz derken zahmetle arayanlardan bahsediyorum. Bu önemli ve iyi film, yine birçok kaliteli film gibi Netflix ve Blutv gibi platformlarda yok!


Filmin fragmanı