Cinepopularica: Politik
Politik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Politik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Ocak 2021 Pazar

Under The Shadow / Korkunun Gölgesi (2016)

2 dakika okuma süresi

Korkunun gölgesi

Under The Shadow / Korkunun Gölgesi  (2016)

Under The Shadow (Korkunun Gölgesi) filminin hikaye evreni hakkında öncelikle kısa bir giriş ihtiyacı hissediyorum. Sınır komşumuz, ve sinema anlamında konuşmamız gerekirse etrafımızdaki en değerli ve özgün filmlere imza atan İran, 1979 yılına kadar Şah Rıza Pehlevi tarafından monarşi düzeniyle yönetiliyordu. Çeşitli iç ve dış karışıklıklar nedeniyle devrilen Pehlevi'den sonra görkemli bir meydan okumayla İran'a dönen Humeyni İran İslam Devrimi'ni ilan etti. Yıllar yılı batılı standartlarda yaşamaya alışmış olan İran halkı, Humeyni'nin oluşturduğu cadı avı timi olan, devrim muhafızları tarafından baskı altına alındı. Elbette -tanıdık bir yöntemle- doz yavaş yavaş verildi. Özellikle kadınlar üzerine yoğunlaşan bu sivil timin yanı sıra devlet de, devrim karşısında direnen tüm kesimleri, aydınları, öğrencileri fişledi ve sonraki süreçte onları toplumdan izole etmenin yollarını aradı. Bu sırada sekiz yıl sürecek ve her iki ülkeyi de tarumar edecek İran-Irak Savaşı baş gösterdi. Hikaye anlatma geleneğini farklı ve çığır açıcı yöntemlerle destekleyen İran sinemasının yurt dışındaki temsilcileri, son yıllarda hem Persepolis gibi animasyon yapımlarla hem de A Girl Walks Home Alone at Night (Gece Yarısı Sokakta Tek Başına Bir Kız) gibi korku gerilim filmleriyle İran'da kadının toplumdaki yerini tüm dünyaya bir şekilde haykırıyor. Elbette İran'da kalıp orada sansür komitesini zekice yöntemlerle aşmaya çalışan sinemacılar da oldu. İngiltere'de yaşayan Babak Anvari'nin, İran-Irak Savaşı sırasında geçen filmi Under the Shadow, korkunun Orta Doğu'daki sembolü olan cin olgusuyla birleşerek İran'ın en zorlu yıllarına odaklanıyor.

Under The Shadow / Korkunun Gölgesi  (2016)

Üniversite yıllarında tıp fakültesi öğrencisi olarak öğrenci hareketinin içinde aktif olarak yer alan Shideh (Narges Rashidi), devrimden sonra öğrenci affından yararlanmak istemektedir. Tüm kapılar suratına kapanan Shideh, doktor olan eşi Iraj (Bobby Naderi) ve küçük kızları Dorsa (Avin Manshadi) her gece bombalanan şehirde yarım yamalak uyumakta ve sık sık binanın altındaki sığınakta sabahlamaktadır. Iraj, bir askeri görev için evden uzaklaşınca iyiden iyiye yalnızlaşan Shideh ve kızı Dorsa evin içindeki çarşaflı hayaletin etkisi altına girer. 

Under The Shadow / Korkunun Gölgesi  (2016)

Öğrenci olaylarına karışan bir kadın ve onun sisteme boyun eğmiş eşi arasındaki aile çatışması, filmin başarılı bir karakter tanımlaması yaratmasına araç oluyor. Fakat bu süreç bana kalırsa biraz hızlı geçiştiriliyor. Hem Narges Rashidi'nin kimi noktalarda yetersiz kalması hem de senaryonun gelişme bölümünde karakterlerin dış dünyayla kurduğu temasın tiyatral kalması kopukluk hissi yaratıyor. His House filmi için söylediklerim Under The Shadow için de kısmen geçerli. Filmin korku gerilim hikayesiyle anlatmayı seçtiği karmaşık toplum düzeni, insanın ruhuna ve özgürlüğüne çöken karabasanı tanımlamak yerine metaforların gölgesinde bireyselleşiyor. Filmde bir toplumsal çöküş hikayesi vaat ediliyor, en azından başlangıçta seyirciye vaat edilen evren bu. Ani bir kararla bireyselleşip karakter dramasına evrildiğinde geri planda anlatılan tüm hikaye toplumsal buhran anlatısından sıyrılıp bireysel çıldırış öyküsüne dönüşüyor. Bir karakteri merkeze alarak da toplumsalı anlatabiliriz elbette. Konforlu bir metottur ve işleyebilir, tabii şartlar yerine getirilebilirse. The Pianist (Piyanist) filminde bir adamın hikayesiyle korku iklimini nasıl da iliklerimize kadar hissetmiştik. Ama işte bu filmde toplumsal hikaye geri dönüşsüz biçimde terk ediliyor bir müddet sonra. Onu unutuyoruz. Çalınan hayallere karşılık oyuncak metaforu, cin bahsindeki kılık kıyafet reformu göndermesi, arka plandaki savaş, bombalar ve devrim muhafızlarının amansız takibi cılız birer dolgu malzemesi olarak kalıyor. Yönetmenin tercihlerini anlayabiliyorum. 1980 yoğun bir yıl ve anlatılacak çok şey var. Her şeyi anlatmaya çalıştığında ise çok şeyden feragat etmek zorunda kalıyorsun. Filmin çok iyi kotardığı bir taraftan söz ederek bitirmek isterim. Cin gibi kültürel bir anlatıyı nasıl sulandırmamamız gerektiğini, korku nesnesi olarak nasıl etkili kullanılabileceğini mükemmel bir biçimde gösteren bir film. Bize ders olsun.

Filmin fragmanı

20 Aralık 2020 Pazar

His House (2020)

2 dakika okuma süresi


Huzur, uzak bir temenni


His House 2020 netflix 1 Cinepopularica.jpg

Dünyayı kilitleyen pandemi dolayısıyla askıya alınmış olsa da, gelişmiş olarak nitelenen ülkelerin yoğun bir yabancı işçi alımı ve mülteci kabul oranı söz konusu. Yaşlı nüfusları ve diğer gelişmiş ülkelerle rekabet zorunluluğu bir varlık tehditi yaratınca, tanımadıkları ülkelerin vatandaşlarına kucak açıp, onları entegre ederek ikinci sınıf da olsa  muteber birer vatandaşa çevirme niyetindeler. His House hem bu mülteci meselesine bakıyor hem de geçmişin, hatıraların ve acıların insanlar üzerine nasıl karabasan gibi çöktüğünü gözler önüne seriyor. Anımsayanlar çıkacaktır, His House, Tolga Karaçelik'in Kelebekler filmiyle drama dalında en iyi film ödülünü kazandığı 2018 yılı Sundance Film Festivali'nde NHK (Japonya Televizyon Kurumu) ödülünü kazanmıştı. Dünyanın görsel kültürüne katkıda bulunan, kültürel alışverişi destekleyen filmlere verilen bu ödül, gelecek film için lazım olan bütçeye ufak da olsa bir katkı sağlıyor. NHK fonu bu noktada önemli aslında. Çünkü filmde öne çıkarılan bir etno-kültürel yapı var. O yapının içine bir sene Arap mültecileri, diğer sene Afrikalı mültecileri yerleştirip senaryo şablonunda ufak değişiklikler yaparak yollarına devam eden uluslararası kültür sanat şebekelerinden söz edebiliriz. Özgün bir anlatım formunun peşinde değiller, cevap anahtarları ellerinde. Filmde, Afrika kara büyüsü, İngiltere kırsalında tutunmaya çalışan gariban Afrikalı imgesi, kara kıtanın kadim acıları görselleştiriliyor. Mülteci ve öteki olma durumunu psikolojik gerilimle harmanlayıp bir bütün haline getirmeye niyetlenen His House, finalde tekrar mülteci meselesinin özünü yakalamak istese de yetersiz kalıyor.

His House 2020 netflix 1 Cinepopularica.jpg

Güney Sudan'daki iç savaştan kaçıp, botlarla deniz aşırı bir yolculuğa çıkan Bol (Sope Dirisu) ve Rial (Wunmi Mosaku), sonunda İngiltere'ye iltica ederler. Kaçarken beraberlerinde getirdikleri, başka bir kadının çocuğu olan Nyagak (Malaika Wakoli-Abigaba), bu deniz aşırı yolculukta can verir. İngiltere'de kendilerine verilen evde mutlu bir gelecek kurmayı hayal etmelerinin hemen ardından ikisi de evden gelen garip sesleri işitip, duvar çatlaklarından kendilerini dikizleyen varlıklar görmeye başlar. Sürekli olarak Nyagak'ın pişmanlığını hisseden Bol ve Rial, bu durumu çözmek için sıra dışı bir yola başvuracaktır.

His House 2020 netflix 1 Cinepopularica.jpg

İnsanın geçmişiyle yüzleşip oradaki hayali imgelerle sürekli kavgasını anlatan 2014 yapımı çok başarılı bir film  vardı. Babadook adlı bu filmi tavsiye ederim. His House'un gerilim kısmında yapmak istediğini yapabilen en başarılı örnektir. Mülteci meselesini ve kaygı dolu arka planını anlatan yine 2014 yapımı The Good Lie filmini de ele alabiliriz. Babadook, psikolojik gerilimi arka planda kesintisiz devam ettiriyordu, The Good Lie ise mülteci olmanın bilinci sıfırlayan soğukluğunu. His House maalesef bu iki filmin ruh halini rafine biçimde eritemiyor. Niyeti o, fakat fazla aceleci, fazla açıklayıcı. Gündelik faşizm imgesi içeren bir sahneyle karakterin çevreyle kuramadığı bağı anlatmaya çalışmak yetersizliğe yol açıyor. Sudan'daki geçmişlerine dair klişe bir sahne izliyoruz. Dolgu malzemeleriyle psikolojik gerilime zemin hazırlanınca, hızla yaklaşan finale eksik ilerliyoruz. Oyunculuk da bu geçişi taşıyabilecek kadar güçlü değil maalesef. Senaryonun bu anlamda zaaflarla dolu olduğunu düşünüyorum. Bir noktada dramadan ve psikolojik gerilimden vazgeçiliyor, ses efektli korku filmine dönüşüyor. Sonra müzik altı sahnelerle izleyici yine hikayeye çağrılıp, oradan yeni bir mülteci draması inşa edilmeye çalışılıyor. Süresinin kısa olması ciddi bir avantaj. Bu anlamda şans verilebilir.

Filmin fragmanı

24 Nisan 2018 Salı

Alambrista / The Illegal (1977)



Meksika sınırında yeni bir şey yok



Alambrista / Kaçak (1977)

1978 yılında Cannes Film Festivali'ne, festival başkanı Gilles Jacob tarafından yeni bir ödül kategorisi eklendi. Buna göre daha önce 60 dakikadan uzun bir film çekmemiş yönetmenlere verilecek ödülün adı Camera d'or (Altın Kamera) olacaktı. İlk kez verilen önemli ve prestijli bir ödülü kazanarak filmine büyük bir tanıtım şansı yakalamış olması bir yana Robert M. Young'ın babası bir kameramandı. Bu sebeple babasının sahibi olduğu film laboratuarında büyümüş ve görüntü yönetmeni olarak çok sayıda yapımda çalışmıştı. Bu ödülün kendisi için böyle bir anlamı da vardır muhtemelen. Alambrista, gerçekçi bir kurguyla, günümüz kurgu belgesellerin arasında bir yere rahatça konumlanabilecek bir film. Süreki belgesel hissi içerisinde, 70'lerin Amerikan bağımsız filmlerine has  film dokusunu ve dilini de barındırıyor. Kavramın sırıtmayacağını bilsem, eveleyip gevelemeden Amerikan toplumcu gerçekçi sinemasının nadide örneklerinden biri der geçerdim. 

Alambrista / Kaçak (1977)

Donald Trump'tan önce de Meksika politikasının sert, huzursuz ve hasarlı olduğunu biliyoruz. Filmdeki gerilla kamera kullanımı ve  amatör oyunculukların bu anlamda yarattığı gerçeklik hissiyatı yüzünden izleyici de diken üstünde oturuyor. Meksika sınırından kaçak olarak Amerika'ya giren Roberto'nun kendisine bir yaşam kurma çabası, korkuları, daha önemlisi otoriteyle sürekli karşı karşıya gelişi filmin karakter meselesi ve dramatik omurgası. Fakat Alambrista, derinlerde başka eleştiriler barındırıyor. Ten rengine dayalı köleliğin henüz zihinlerde devam ettiği yıllarda bir Meksikalı, Amerika'ya kaçak olarak giriyor ve New York'taki bir beyaz Amerikalının süpermarketteki sebzeyi biraz daha ucuza yiyebilmesi için tarım köleliği yapıyor, sıradan faşizme ve ayrımcılığa maruz kalıyor. Amerika'da kaçak çalışmak üzerine, bu hikayeyi aktaran da New York'lu bir beyaz Amerikalı, aynı zamanda MIT ve Harvard mezunu bir yapımcı ve yönetmen. 


Filmin Fragmanı

9 Şubat 2018 Cuma

Get on the Bus 1996


Bir Milyon Adam'dan birkaçının filmi



Ülkemizde vizyona girmemiş ve bilenine rastlamadığım bir Spike Lee filmi daha. Biyografik anlatımı seven yönetmenimiz bu kez belge gerçekçi sinemaya göz kırpıyor. 1995 yılında Amerika çapında oldukça önemli bir olay gerçekleşti. Yaşayan en önemli siyahi önder Louis Farrakhan, Washington'da Bir Milyon Adam Yürüyüşü adlı bir toplantı tertip etti. O sene ilk kez yapılan bu toplantı, yirmi yılı aşkın süredir tekrarlanıyor ve kongre binası çevresi hınca hınç dolup taşıyor. 


Spike Lee'nin oluşturduğu sosyolojik yapı bize de oldukça tanıdık geliyor. Tunç Okan'ın Otobüs filmi gibi filmlerle doğrudan ruh kardeşliği kuran bir film. Bir grup siyahi, ülkenin bir ucundan başlayıp diğer ucuna kadar sürecek bir yolculuğa başlıyor ve yolda farklılıklarıyla, politik ve dini çelişkileriyle yüzleşiyorlar. İnsanın rengiyle farklılaşmasını defalarca izledik, ama Spike Lee'nin siyahlar arasında da farklılıklar ve çatışmalar yaşanabileceğini göstermesi epey önemli ve hakkaniyetli, daha doğrusu hakikatli. Spike Lee'nin bu türden bir anlatım potansiyelini, ucuz bir siyah adam övgüsüyle harcaması rahatsızlık vericiydi. 


Filmin Fragmanı



5 Şubat 2018 Pazartesi

Malcolm X 1992

A'dan Z'ye, upuzun bir biyografi



Malcolm X, Amerika'da siyah özgürlük hareketinin en önemli iki figüründen biridir bildiğiniz gibi. Martin Luther King Jr. hristiyan kanadı simgeleyip hümanizmi ön planda tutuyordu. Siyahlarla beyazların eşit bir düzlemde var olabileceğine inanıyordu. Malcolm X ise siyahların önceliği olması gerektiğini savunan bir müslümandı. Spike Lee, filmi çok satan bir romandan, Alex Haley'in romanından temel alarak çekti. Filmde de belirtildiği gibi babası küçük yaşta Ku klux klan denilen vahşi bir faşist beyaz çete tarafından katledilince Malcolm X beyazlara karşı yoğum bir nefretle büyüdü. Martin Luther King Jr. ile Malcolm X arasındaki temel tavır farklılığı buraya dayanıyor.


Film üç buçuk saat sürünce yazıyı kısa tutaya karar verdim. Spike Lee, filmi yeniden montajlayıp bir buçuk saatlik yeni ve hızlı bir film haline getirmezse ne yazık ki bu filmin izlenme oranları günden güne azalacaktır. Biyografide hiçbir anı ıskalamama kaygısı seyirciyi ıskalıyor ne yazık ki. Malcolm X'in çocukluğundan başlayıp, onu siyasi ve dini fikirlerle buluşturan süreci izlemek isteyenler için önemli bir film. Hikayenin ötesinde bu uzun sürede filmi taşıyan en önemli unsur büyük aktör Denzel Washington, 1993 yılında Oscar ödülünü Kadın Kokusu'yla efsaneleşen Al Pacino'ya kaptırmıştı. Spike Lee sinemasının misyon filmi diyebileceğimiz Malcolm X, aynı zamanda yönetmenin, dünya çapında en fazla izlenen ve gişe başarısı kazanan filmidir. 


Filmin Fragmanı

14 Ocak 2018 Pazar

Carandiru (2003)


Bir hapishane klasiği



Hector Babenko  oldukça başarılı olan ilk dönem filmlerinin ardından özellikle bu filmle, Carandiru'yla, tanındı. Filmografisine Pixote ile başlamış ve politik sinemanın çok önemli bir örneği olduğunu söylemiştim. Yazıyı okumanızı dilerim. Fernando Meirelles'in Tanrıkent filmine esin kaynağı olan Pixote'nin yönetmeni, kadere bakın ki 2003 yılında çektiği Caranridu'yla, 2002 yılında çekilen Tanrıkent'e öykünen bir film gibi lanse edilmişti. Hektor Babenko'nun sinematografisinin en tanınmış filmi Carandiru, aslında Hector Babenko sinemasının tipik bir örneğidir. 


Carandiru, gerçek bir olaydan esinlenilerek filme aktarılmış. 1992 yılında Sao Paolo kentinin Carandiru adlı meşhur hapishanenesinde çıkan isyan, yaklaşan seçimlerde iktidar partisinin prestij kaybetmemesi için son derece vahşice bastırılmış ve 111 mahkum katledilmiş. Filmin finalindeki isyan ve akabindeki katliam sahnesi, film boyunca hazırlandı. Mahkumların hikayelerini dinledik, Doktor karakteriyle birlikte onların kırılgan yanlarını izledik. Yönetmen bizi mahkumların tarafını tutmaya yakınlaştırdı. Oysa tarafını tutmaya itildiğimiz mahkumların geçmişi oldukça karanlıktı. Bu da tuttuğumuz tarafa karşı bizi yabancılaştırıyordu. Hector Babenko işte bu büyük çelişkiyi çok başarılı bir şekilde kullanıyor filmlerinde. Karakterlerine karşı yakın ve uzak tutma biçimi onu özel kılıyor. 


Filmin dramatik yapısı Pixote'de olduğu gibi çok karakterli tasarlanmış. Orada Pixote tarafından gözlemlenen Dünya burada Doktor karakterine devredilmiş, yine konuyu özet geçmek mümkün değil yani. Carandiru adlı kötü şöhretli hapishaneye atanan bir doktorun, her biri ayrı geçmişe sahip mahkumların hikayesini dinleyip onları tedavi etmeye çalışması konu ediliyor. Finaldeki durumdan zaten bahsettim. Babenko, filmi yine uzun tutmasına rağmen çok karakterli yapı, hikayeler ve isyan bu süreyi hak ediyor. Hatta filmin destansı tavrı bunu gerektiriyor. Destansılığı tavır olarak kullanıyorum, yoksa olayın destanlıkla alakası yok. Gerçekten değerli bir film, izlemeniz dileğiyle.


Filmin Fragmanı


10 Ocak 2018 Çarşamba

Kiss of the Spider Woman / Örümcek Kadının Öpücüğü 1985



Zaten aşklar hep yalan dolan


Kiss of the Spider Woman / Örümcek Kadının Öpücüğü  1985

Arjantinli yazar Manuel Puig'in en bilinen eseri Örümcek Kadının Öpücüğü, edebiyat, tiyatro ve sinema dünyasında yer edinmiş bir kitap. İçeriği nedeniyle sol çevrelerde eleştirilere maruz kalmasının yanında yönetmeninin politik kameranın önemli bir temsilcisi oluşu büyük bir zıtlık yaratıyor. Açıkçası konusu itibariyle ortada sert bir durum göremiyorum. Tek tip sosyalist ya da tek tip eşcinsel tipi olabileceğine inanmak saçmalığın bizatihi kendisidir. Açıkçası kitabını okumadığım için filmini bağımsız olarak ele almak isterim. 

Kiss of the Spider Woman / Örümcek Kadının Öpücüğü  1985

Siyasi mahkum Valentin Arregui (Raul Julia), cezasını çekmesi için getirildiği hapishanede eşcinselliği nedeniyle hapse atılan Luis Molina'nın (William Hurt) hücresine gönderilir. Savunduklarına son derece bağlı olan Valentin, Molina'yı yadırgar ve onu hem eşcinsel hem de hayalperest olduğu için suçlar. Molina, hapishane yönetimi tarafından Valentin'e karşı bilgi toplamakla görevlendirilse de Molina Valentin'e aşık olmuştur.

Kiss of the Spider Woman / Örümcek Kadının Öpücüğü  1985

Çehov'un drama yapısıyla ilgi söylediği şuydu: Eğer birinci perdede duvarda bir silah görünüyorsa o silah patlamalıdır. Örümcek Kadının Öpücüğü'nde iki mahkumun zıtlıklarla dolu ilk teması gerçekleştiğinde o silahın patlayacağı belli olmuştu. Çekildiği dönemde izleme şansım olsaydı başka düşünürdüm muhtemelen, fakat bu şartlarda bana ne politik ne de dramatik bir yenilik sunmadı. Beni etkileyip aklımda kalan William Hurt'ün muhteşem oyunculuğuydu. Bu filmdeki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ını kazandığını söylemek lazım. Şöyle toparlayayım; roman dili fazlaca hissediliyor, kasvetli ve yorucu kısımları epey fazla, ama sonuçta bir Hector Babenco filmi.


Filmin Fragmanı

Pixote: A Lei do Mais Fraco / Pixote: En Güçsüzün Yaşam Savaşı 1981

Aşksız ve adaletsiz bir dünyada


Pixote, Yılmaz Güney'in duvar filmi söz konusu olduğunda sık sık referans verilen bir filmdir. İki film arasında ciddi bir ruh kardeşliği var ki, bu benzetme haksız değil. Duvar 1983, Pixote 1981 yapımı, ancak aradaki bağın asıl kaynağı yapım yıllarından ziyade büyük yönetmen Glauber Rocha. Brezilya Sineması'nın Latin Sineması içinde çok özel bir damar olmasının asıl sebebi o. Bu politik damar son derece önemli eserler verdi, sınıfsal yaklaştı ve en önemlisi didaktik davranmadı, perdede her şey görünür hale gelmişti. Brezilya'da ve genel olarak 80'ler politik sinemasında en önemli politik yaratılardan biri haklı olarak Pixote oldu. 


Filmin konusu aslına bakarsanız bir grup çocuğun ıslah evleriyle sokak arasında sıkışmış hayatlarına odaklanıyor. Büyük oranda o hayatın gerçek mağdurlarına rol verilmiş, arada oyunu domine eden gerçek oyuncular müthiş bir uyumla gerçeğe adapte olmuş. Hector Babenko- Marilia Pera uyumu Yılmaz Güney, Tuncel Kurtiz uyumunu hatırlatacak bir örnektir mesela. Yaklaşık iki saat süren film yönetmenin ağzından belgesel sunumuyla başlıyor, ıslah evinden çocuk istismarı, yetimlik, garibanlık hikayeleri ardı ardına ve sürekli devam ediyor. Mesele konu anlatmak ve klasik dram metodunu kullanmak olmadığından bir yaşama tanıklık etmeye koyuluyoruz.


Brezilya sinemasının önemli filmlerinden olan 2002 yapımı Tanrıkent'te açık bir Pixote etkisi görürüz. Konu takip etmektense olay takip ederiz. Babenco, politik mesajlar vermeden, yani doğrudan politik amaç gütmeden de ezilen sınıfların anlatılabileceğini iyi bilen bir yönetmendir, bu bakımdan Tanrıkent'e bakanlar Pixote'yi daha çarpıcı bulacaklardır. Filme ismini veren Pixote aynı zamanda bir karakterin adı, her olayın içinde ama iyi bir gözlemci olmakla yetiniyor finale kadar. Yolunun kesiştiği Fahişe Sueli (Marilia Pera) gerçek bir oyuncu ve şimdiye kadar izlediğim en gerçekçi oyunculardan biri. Pixote'yi izlemelisiniz. 


Filmin Fragmanı


19 Aralık 2017 Salı

La Isla Minima / Bataklık 2014


İklim değişir, Akdeniz olur



La İsla Minima / Bataklık  2014

Daha önce El Cuerpo ile ilgili yazımın girişi mahiyetinde İspanya Sineması ve korku-gerilim-polisiye türlerinin başarılı birlikteliğine değinmiştim. Bataklık bu anlamda türler arası iç içe geçişin son yıllardaki başarılı örneklerinden biri. Tür okumalarıyla birlikte çeşitliliği daha anlaşılır hale gelen yeni dönem İspanya filmlerine bakarken, seçtikleri konular ve yakın tarihle hesaplaşma üzerine bolca eser vermeleri bakımından, Güney Kore sineması üzerinden de benzerlikler kuruyorum. La Isla Minima (Bataklık), İspanya'yı yaklaşık kırk yıl boyuna yönetmiş olan General Franco döneminin hemen sonrasını kendisine dönem olarak seçmiş. Diktatörlük dönemleri sonrası bataklık kuruduğunda ortaya çıkan şeylerin pek de iç açıcı olmadığını görüyoruz. 1980'lerin hemen başındaki yeniden demokrasiye geçiş yıllarında esrarengiz cinayetlerin peşine düşen iki polis memurunun kahverengi tonlu kostüm tasarımından tutun, görüntü yönetimine ve senaryosundaki zekice ayrıntılara kadar her anlamda son dönem İspanya  filmlerinin en iyi birkaç örneğinden birini izlemeye hazır olun.

La İsla Minima / Bataklık  2014

1980 İspanya'sı. Güney İspanya'da cinayete kurban giden iki kızın ardından Juan (Javier Gutierrez) ve Pedro (Raul Arevalo) adlı iki komiser bölgeye gönderilir. Pedro, Franco döneminde de etkili görevlerde bulunmuş deneyimli ve devletin karanlık işlerinde kullandığı bir polis, Juan ise görevinde yeni, idealist ve daha kuralcıdır. İkisi de, genç kızların katilini ya da katillerini ararken kendilerini tuhaf bir dünyanın ve geçmişten gelen zincirleme suçların içinde bulacaktır. Bir yandan birbirlerine alışmayı ve birlikte çalışmayı öğrenen ikili, diğer yandan ise yeni cinayetleri önlemeye çalışacaktır. 


Franco'lu yıllar ve sonraki demokrasiye geçiş dönemi  arasındaki fark, karakterlerin olaylara yaklaşım tarzları ve geçmişlerinden getirdikleri farklılıklar üzerinden temsil ediliyor. Filmin özgün fikri burada zaten. La Isla Minima bir karakter draması. Bataklıkta gerçekleşen cinayetler, faşizm yılları sırasında iyiden iyiye yerleşmiş derebeylik kültürü, kabullenilmiş yerel otoriteler, içselleştirilmiş çaresizlik ve daha fazlası, kirli yılların tortusunu yeterince iyi anlatıyor. Başarılı bir politik gerilim filmi, başarılı metaforlar kullanıp dramatik yapıyı da bu kadar diri tutabilir mi derseniz, Bataklık'ı bir kez daha övmeye başlar, saatlerce övebilirim. Genç görüntü yönetmeni Alex Catalan, dönemin görsel kodlarını ve atmosferini yakalayıp olağanüstü bir iş çıkarmış. Özellikle Franco döneminin kötü polisi rolündeki Javier Gutierrez, ve elbette Raul Arevalo çok güçlü oyuncular. True Detective ve Mindhunter gibi dizileri takip eden izleyici için de cazibesi olan, politik gerilim tansiyonunu izleyicisiyle paylaşıp, üzerine düşündürebilen bir film Bataklık.


Filmin Fragmanı