Cinepopularica: 2006
2006 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2006 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Eylül 2020 Salı

İklimler (2006)

 

Kaygısı aşkından büyüktür Bozkırkurdu'nun



Nuri Bilge Ceylan'ı var eden Taşra Üçlemesi'nden sonra İklimler filminin vizyonunu merakla beklediğimi anımsıyorum, filmin post prodüksiyonunda ve kamera arkasında çalışan bazı arkadaşlarımdan filmle ilgili tüyolar almaya çalıştığı mı da. Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak sonrası verilen yaklaşık dört yıllık bir aradan sonra Ceylan, bu filminde hem kendisi oynuyor, belki de kendisini oynuyor hem de kendisine atfedilen fotoğraf gibi kadrajları ilk kez görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki'ye emanet ediyordu. Gökhan Tiryaki önce steadicam adı verilen sabitleyici bir kamera düzeneğinin operatörü olarak sete çıkıp sonrasında sette görüntü yönetmenliği vazifesini devralıyor, sonrasında ise yolu NBC ile kesişen hemen herkes gibi film piyasasının önemli isimleri arasında yer alacağı günlere ilerliyordu.


Bahsettiğim Taşra Üçlemesi, yerli sinema çevrelerine minimalist anlatıyı, beraberinde Ozu, Bresson, Tarkovski gibi saygın ve sade anlatı ustalarını yeniden hatırlatması bakımından da azımsanmayacak taşıyordu. İklimler ise bu minimalist anlatım tarzını sembolizme ve dijitale taşıyan filmdir. Daha önce kimyasal film makineleri kullanan Nuri Bilge Ceylan, İklimlerle birlikte ilk kez dijital kameraya ve fotoğrafçılıktan kalan bir dijital müdahale olanağına kavuşmuş oldu. Fotoğraflarında da bulutların ve gölgelerin kontrast seviyelerinde sert seviyeler kullanmayı sevdiğini biliyoruz. Filmde köprü üzerinde tek başına durduğu o jenerik sahne (aşağıdaki fotoğraf) daha sonra sürekli hale getireceği bir yöntemin de başlangıcı ve etkili bir uygulama örneğidir. Aslına bakılırsa bu filmin görsel sembolizminin de göstergesidir. İklimler, diğer tüm filmlerine kıyasla NBC'in teknik anlamda en deneysel filmidir. 2000'lerin başında tüm festivallerin gözdesi olan Uzak Doğu filmlerinde (Özellikle Tayvan, Tayland, Hong Kong filmleri) görmeye alıştığımız donan kareler, atlayan kurgu ve ses geçişleri (Jump cut) dikkat çekici. Nuri Bilge Ceylan, döneminin estetiğini yakından takip eden iyi bir sinema izleyicisi olarak da ele alınması gereken biridir bu anlamda. 

Bir şekilde ayakta kalmaya çalışan, ite kaka yürüyen bir ilişkinin üç mevsimini izliyoruz. 30 dakikalık bir yaz mevsimi, 30 dakikalık bir sonbahar ve 40 dakikalık bir kışın ardından gelmeyen bir ilkbahar. İlkbahar, İsa'nın umudunda, Bahar'ın İsa'ya anlattığı rüyada ve en çok da adında gizli. Anlatının sembolizmi ve bu metaforların doğrudanlığına karşın Nuri Bilge Ceylan sinemasını özel kılan sahicilik duygusu yine filmin hamurunu oluşturuyor. Ceylan'ın sinemasını erkek dünyası sineması olarak değerlendiren bir görüş aslında bunu olumsuz bir eleştiri olarak ele alıyor, fakat şimdilik İklimler özelinde değerlendirdiğimde, kendisini ele veren, tutarsız ve zayıf karakterini gözler önüne seren, kendi yalanlarını ihbar bir erkek dünyası, aynı zamanda ciddi bir özeleştiriyi de içinde barındırıyor. 

İklimler'in baş karakteri İsa'nın Bahar'la olan meselesi ve aşkı her mevsim ayrı bir kavramın gölgesinde. Bu karakterin ilkbahar geldiğinde Bahar'ı arzulayıp özleyeceğine inanmak saflık olur. Bahar'ın adını duyar duymaz İsa'yı Ağrı'ya götüren aşk değil başka bir erkeğin, başka bir rakibin olup olmadığının doğurduğu meraktır. İsa Bahar'ı hızlıca bulup onu hızlıca ama gönülsüzce ikna etmeye çalışır. Bahar'ın yalnız olduğunu öğrenip huzura erdiğindeyse tek derdi belki iki gün daha müsait olan Serap'la zaman geçirmektir. Filmin, tüm yan karakterleriyle birlikte müthiş bir insani zenginliği var. Aynı odayı paylaştığı akademisyen, Ağrı'daki taksici, hâlâ muhtaç olduğu için uğradığı anne babası ve hatta uçak bileti aldığı esnafın bile. İsa, herkese bambaşka taraflarını göstermekte usta bir yalnız olarak sinemamızın özenle yaratılmış karakterlerindendir. 


Filmin Fragmanı



3 Ocak 2018 Çarşamba

La sconosciuta / Esrarengiz Kadın 2006



Kızım olmadan asla



Giuseppe Tornatore, çağının kültür sanat eğilime ayak uydurmayı başarabilmiş bir yönetmen. Dönemin gerektirdiklerini harfiyen uyguladığını veya konformist olduğunu söylemiyorum. Filmlerine baktığımızda politik 80'ler, dönem destanlarına dümen kıran 90'lar ve kentli-global kriz karakterleri içeren 2000'ler görürüz. Bu aynı zamanda genel eğilimlerle örtüşür. Mesele şudur ki Tornatore bu dönemlere yön verebilmiş yönetmenlerden biridir. Vitrindedir, takip ettiklerini özgün bir şekilde devam ettirir, takdir görür. Esrarengiz Kadın, önceki Tornatore filmlerinden Şüpheli ile yapısal benzerlikler taşıyor. Bu benzerliği açıklayacağım fakat kurgusu ve sosyal mesajıyla gerçek bir 2000'ler klasiği olan Esrarengiz Kadın'a bakalım öncelikle.


Ukrayna'da hayat kadını olarak çalışan Irena (Kseniya Rappoport), doğumdan sonra kendisinden alınan kızının (Clara Dossena) peşine düşer. Kızını sahiplenen ailenin temizlikçisi olan Irena, onu geri alabilmek için her şeyi göze alır. Ukrayda'da kendisini seks kölesi olarak çalıştıran Muffa (Michele Placido) da bu sırada Irena'nın peşine düşer. Irena hem Muffa'dan hem de kızını sahiplenen aileden kurtularak kızına kavuşmaya çalışacaktır.


İzlemeyenler için konudan bahsetmem gerekiyor. Bu yüzden genellikle ikinci paragrafta anlatıyorum. Film, gizem dolu başlıyor ve Irena'nın neyin peşinde olduğunu uzun müddet anlamıyoruz. İlginç olan şu ki filmin sonunda da kızın kendisine ait olup olmadığını bilmiyoruz. Güçlü bir tahminle onun kızı olduğunu hissediyoruz, zira büyüdükçe ona benziyor. Film bu anlamda bir bulmacayı tamamlama üzerinden değil de hayat kadını olup yaşamı elinden alınan bir kadının dramı üzerinden okunduğunda anlamlı oluyor. Şüpheli ile bağlantısı işte tam bu noktada başlıyor. Biz Şüpheli'de suçluyu değil çözülmeyi izledik, birtakım şüphelerimiz vardı ama suçluluğa emin olamadık. Bu bakımdan izleyiciyi filmin finalinden sonrasına da dahil eden başka bir Giuseppe Tornatore filmi olarak görüyorum Esrarengiz Kadın'ı.


Filmin Fragmanı

20 Aralık 2017 Çarşamba

Ne le dis a personne / Kimseye söyleme 2006


Fransız işi Amerikan



Bu aralar etrafımdaki herkeste bir odaklanma sorunu, bir dikkat dağınıklığı, mutsuzluk hakim. Hâl böyle olunca önerdiğim diziler ve filmler konusunda bu günlerde eşiği yükseltmeye başladım. Telefonu kurcalarken de izlenebilecek, ama çöp kategorisine de girmeyecek filmler hakkında düşünüyordum. Finalde keyif alınacak, zaman kaybı hissi yaratmayacak ve hatta film izlemiş olmanın saadetini de sunacak olan filmimiz Kimseye Söyleme'ye hoşgeldiniz. Yazdığım gibi uzun dillendirilmese de aynı taleple hepimiz sıkça karşılaşıyoruz. Guillaume Canet'nin yönettiği film Amerikalı yazar Harlan Coben'in ''Tell No One'' isimli romanından uyarlama. Açıkçası filmden evvel bu bilgiye sahip değildim, sonrasında buram buram seksenler ve doksanlar Amerika sineması kokan bu filmin yine bir Amerikan işi olduğunu öğrenmek şaşırtmadı. 


Mutlu Alexandre (François Cluzet) ve Margot (Marie-Josee Croze) çifti şehirden uzak bir tabiat parkında yüzerken Margot kaçırılır ve bir cinayete kurban gider. Aradan geçen sekiz yıl boyunca eşini unutamayan Alexandre günün birinde ilginç bir mail alır. Gelen videoyu izlediğinde eşinin aslında ölmemiş olduğunu düşünür ve onunla buluşmayı dener. Alexandre bu sırada başka bir cinayet nedeniyle aranmaya başlar ama ne pahasına olursa olsun eşini tekrar göreceğine inanmaktadır.


Filmin Amerika esintisine vurgu yaptım yapmasına ama Fransız dokunuşu sayesinde hikaye daha esnek ve deyim yerindeyse sansürsüz olarak perdeye yansıyor. Amerika sinema dünyasının sanıldığı kadar esnek ve geniş bir bakış açıları olduğundan şüpheliyim, ama daha mutaassıp oldukları konusunda şüphem yok. Fransızların çok sevdiği François Cluzet tek kişilik gösteriye dönüşen filmi yine muhteşem biçimde sırtlıyor. Sanat sinemasından uzakta, gişede büyük başarı yakalamış olan 2011 yapımı Can Dostum filminde olduğu gibi bu film de fena bir izlenme sayısına ulaşmamış zamanında. 

Filmin Fragmanı

5 Haziran 2016 Pazar

Ssa-i-bo-geu-ji-man-gwen-chan-a / Ben Bir Robotum ama Sorun Değil (2006)


Yarı insan yarı aşık bir garip mahlukat


 Aşkın ve aşkta mağlubiyetin bir delilik hali olduğunu biliriz. İnsanın kendisini ikna etmeye çalışıp edemediği ve kendi akıl tımarhanesine mahkum olduğu zamanlar hakkında bir film yapmak o kadar zor ki. İnsanın en tanıdık hissiyatına yolculuk edebilmesini sağlayacak, o halin garip kapılarını aralayacak bir film yapma fikri ancak Chan-wook Park gibilerinin elinden gelirdi. Bu filmin anlattıklarını bir kenara itenler ya hiç aşk acısı çekmemiştir ya da kaybetmenin ne demek olduğunu hissedememiştir.


Chan-wook Park’ın İntikam Üçlemesi’nin ardından böyle oyuncaklı bir film çekmesinin sebebini anlattığı bir yazı okumuştum. O yazıda, küçük kızının da izleyebileceği bir film çekmek istediğinden bahsediyordu. Yine dayanamayıp şiddeti bir yerlere sağlam bir biçimde yerleştirmiş olsa da kızının da izleyebileceği bir film çekmiş sayılır Chan-wook Park. Gerçi çaresizlik anlarında en masum kalbin nasıl bir kitle imhasına giriştiğini ve bunu  altında yatan metaforu kızına anlatmak zorunda kalmayacağına eminim.



Annesi tarafından terk edilen ve sevgiye küsen  Cha Young-goon’un hikayesi, kendisinin de aşkı tatmasıyla birlikte sakinleşmesi etrafında dönüyor. Bir tımarhanenin mekan seçilmesi ve deli delinin dermanıdır gibi bir alt metne yaslanması bana göre şahane bir fikir. Eğlenceli ve derin bir film olduğu kadar garip bir biçimde diğer Chan-wook Park filmleriyle de örtüştürdüğüm bir yanı var bu filmin.

Filmin Fragmanı