Cinepopularica: 1983
1983 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1983 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2018 Salı

Narayama bushikô / Narayama Türküsü 1983


Coşkuyla ölmek



Shohei Imamura kariyeri boyunca iki kez Altın Palmiye kazanan birkaç yönetmenden biri. Bu ödülü ilk kez kazandığı film Narayama Türküsü 1983 yılında sinema tarihinin devleriyle yarışarak bu ödüle layık görülmüş. Andrei Tarkovski, Carlos Saura, Yılmaz Güney, Nagisa Oshima, James Ivory, Martin Scorsese, Robert Bresson gibi çok önemli yönetmenlerden bahsediyorum. Imamura'nın Avrupa sinema arenasında filmleri merakla beklenen, gözde bir yönetmen oluşu da Cannes gibi büyük bir pazar sayesinde tescillenmiş oldu bu filmle. Hem konusu hem de üslubu yönüyle diğer Imamura filmlerinden farklı bir film olan Narayama Türküsü, Japonya'da ikinci defa çekilmiş bir film. İlk olarak 1958 yılında Keisuke Kinoshita tarafından çekilen film Shichiro Fukazawa'nın romanından uyarlamadır. 


Narayama Dağı eteklerinde yaşayan toplulukların büyük yoksullukla başa çıkabilmek için istenmeyen çocukları öldürüp, elden ayaktan düşen ihtiyarları Narayama Dağı'nda ölüme terk etmelerinin anlatıldığı film yine oldukça uzun bir süreye sahip. Eşsiz finalini izledikten sonra düşündüm de, doksan dakikalık formda yoğun bir ritmle anlatılsaydı sinema tarihinin en büyük filmlerinden biri olurdu. Pastoral yaşamdan kareler ve belgesel görüntülerle kuvvetlendirilmeye çalışılan gerçeklik algısı uzun süreyle birlikte zihinde kopuşlar yaratıyor. Asıl hikaye yerine geçmeye başlayan hikayeler anlamsızlaşıyor. Süre uzun tutularak, hikaye içerisindeki acımasızlık hissi uzatılıyor ve ölümün giderek bir ihtiyaca dönüşmesi anlatılıyorsa da hikayeye odaklanma sorunu da başka bir handikap.


Yine şunu belirtmek lazım ki Shohei Imamura sinema tekniğini kullanma konusunda gerçek bir deha. filmin doğa ve insan birlikteliğini vurgulayan planları onun eşsiz kurgu ve kesme becerisini doruğa çıkarmaya olanak tanıyor. Günümüz sinema seyircisi açısından izlenmesi oldukça zor bir film olduğunu belirterek, sanat sineması seyircisiyle baş başa bırakıyorum bu yazıyı. İnsanı gerçek ve acınası iç güdüleriyle, yalın biçimde anlatan Imamura tavrı bu filmde fazlasıyla devam ediyor. Narayama Dağı eteklerinde gerçekleşen ilginç ritüeller batıda kürtaj ve huzurevi kavramlarıyla birlikte muhakkak derinlemesine okunmuştur. Ne garip adetler var diyip geçmeden önce aslında insanın temel benzerlikleri üzerine düşünmemiz gerekiyor. Bunu sağlayan önemli bir film olarak Narayama Türküsü'nü öneriyorum. 


Filmin Fragmanı

23 Aralık 2017 Cumartesi

Silkwood 1983


Tek başına



Mike Nichols'ün karakter yaratma biçimi Amerika sineması içerisinde son derece ayrıksı. Bu farklı tutumu, filmlerinin ve özellikle oyuncularının perdede özgürce salınmasıyla sonuçlanıyor her seferinde. Meryl Streep bu filme kadar 1977'de başlayan sinema oyunculuğu kariyerinin başlarında olmasına rağmen altı yılda üç Altın Küre, iki de Oscar ödülü kazanmış genç bir oyuncu. Meryl Streep, Mike Nichols'le birlikte gözüme hep daha serseri görünmüştür. Silkwood her anı ve her sözüyle mühim bir film olmasının yanında mükemmel bir Meryl Streep resitalidir. 


Texas'ta bir plütonyum işleme tesisinde üretim görevlisi olarak çalışan Karen Silkwood (Meryl Streep) diğer çalışanlar gibi büyük bir radyasyon riski altında çalışmaktadır. Birbiri ardına görülen vakaların ardından Karen de defalarca radyasyon yanıklarına maruz kalır. Bu süreci basına yansıtmaya karar verdikten sonra istenmeyen kişiye dönüşür ve diğerlerinin ciddi tepkileriyle karşılaşır. Karen bu süreçte kararlıdır ama işler istediği gibi gitmeyecektir. 


İlişkileri büyük ciddiyetle anlatan ve onları toplumsal bir olgu olarak sinemanın konusu haline getiren önemli yönetmen Mike Nichols bu kez de yaşanmış bir olayı olgusallaştırıyor. Bir yönetmen her seferinde aynı konuyu değişik açılardan incelemekle yükümlü değildir elbette, fakat tutarlı olmasını beklediğim bir şey varsa o da anlatım tutkusunun konu seçmemesidir. Bu tutkunun Mike Nichols'e ait olduğunu karakterlerin gerçekliğinden anlayabiliyorsam benim için bu gerçek bir Nichols filmidir. Filmin temelde iki mekanı var. Bir Plütonyum işleme tesisi ve ana karakterin yaşadığı ev. Evi işyerinden soyutlamadan ayrı kılabilmek büyük bir başarı. Kurt Russell ve Cher ev kısmında başka bir anlatım zenginliğinin zeminini oluşturmada Meryl Streep'le birlikteler. 


Silkwood, Mike Nichols filmlerinde karşılaştığımız gibi zemininde sınıfsal bakış bulunan bir film. Karakterlerini zengin kılan şey bu.  Bu film özelinde senaryoya konu olan radyoaktif tehlikeyi konuşturması başlı başına kıymetli. Radyasyon meselesine dair gündem hep taptaze. Basın da hükümet de bu sahtekarlığın bir parçası. Silkwood bu konuda gerçeğin acı bir tablosunu çiziyor. Ajite etmeden, dimdik durarak, gerçekçi bir biçimde hangi tarafta olmamız gerektiğini bir kez daha gösteriyor. 


Filmin Fragmanı

30 Nisan 2016 Cumartesi

The Dead Zone / Ölüm Bölgesi 1983




Seni görmem imkansız, rüyalarım olmasa



Son birkaç filmiyle Cronenberg için telepatinin kıdemli yönetmeni diyecekken o bir sürpriz yaparak olaya dokunma fantezisini de eklemiş görünüyor. The Dead Zone temas ve titreme dolu bir film. Oldukça iyi bir film olup dilden dile gezebilecek potansiyelini yine cömert dokunuşlarla kendine saklayan bir film. Finalini ve hikayesini aceleye getirmiş olsa da siyasiler üzerinden verdiği mesajla kimilerini fethetme potansiyelini hala barındırıyor diyelim. 


İzleyip beğenenlerden biliyordum The Dead Zone’u. Övenler övmeye doyamıyordu. Aslında filmin başlangıcı, olayı işleyişindeki doğallığı ve ritmi için yine mükemmel diyebilirim ama Cronenberg’in bir basamak yukarıya çıkamamasının sebebi olarak gördüğüm bir geçiştirme mevzusu var ki ona değinmeden geçemeyeceğim. Büyük trajediler karşısında kimsenin gerektiği kadar şaşırmaması beni epey şaşırtıyor, üstüne büyük mucizeler karşısında epey cool bir grup kasabalı görmek indirici darbe oluyor sayın okurlar. Mekan gerçekliği epey beğendiğim bir yönetmenin durum gerçekliği sağlayamaması büyük bir hüsran.


Geçirdiği trafik kazası sonucu ağır bir komaya giren Johnny Smith (Christopher Walken) beş yıl sonra büyük bir yetenekle uyanır. Bu sırada eşi Sarah (Brooke Adams) da bir başkasıyla evlenmiştir. Johnny, büyük yeteneğiyle dokunduğu herkesin kaderini görebilmekte ve daha da önemlisi olumsuz gelişmeler konusunda uyarılarda bulunup bu durumun değişmesini sağlayabilmektedir. Bir cinayeti aydınlatıp, çocukları olası bir ölümden kurtardıktan sonra hedef değişir. Başkanlığa aday olan bir senatörün (Martin Sheen) kirli oyununu gören Johnny bu yolda her şeyini feda edecektir.



Shephen King uyarlaması olan film bir tarafından kasaba kültürü, bürokrasi ve gizemle benzemiş olacak elbette. Senaryo ve akıcılık konusunda buradan bakınca bir problem yok. Gel gör ki Cronenberg’in oyuncu kadrosunu yönetme biçimi beni bir türlü tatmin edemiyor. Birçok alan üzerinde derin bir bilgisi olan yönetmen, her seferinde ayrıntıları bir şekilde ıskalamasıyla beni hayrete düşürüyor.  Mükemmel bir Christopher Walken ve kısa bir rolde harikalar yaratan Martin Sheen de olmasa güzel bir film üçüncü mevkiye yollanabilirdi. Önceki filmlerde yan oyuncu kadrosunun istenilen performansı sunamadığını belirtmiştik, Martin Sheen tercihi bu bakımdan da son derece önemli. 


Filmin Fragmanı

29 Nisan 2016 Cuma

Videodrome 1983



Ekran çarpar!


Cronenberg sinemasının başlangıcı her ne kadar günün korku geleneğine göz kırpıyor idiyse de Tarayıcılar sonrası sineması onu başka bir yere konumlandırdı. Ancak Videodrome, onun sinemasına göz atıldığında bir adım öne çıkan film olması sebebiyle bu konumu daha da güçlendirdi. Cronenberg bundan böyle ona atfedilen ‘’Kanlı Baron’’ lakabının yanına başka bir lakap daha eklemiş oluyordu. Cinsellik algımızla oynamaya henüz başladığı Videodrome’la birlikte Cronenberg lakap tazeliyor ve ‘’Zührevi Korkunun Kralı’’ olarak anılmaya başlanıyordu.


Videodrome özel bir film, öncelikle böyle başlayalım. David Cronenberg sinemasını tek film temsil edecek olsa bu film büyük ihtimalle Videodrome olurdu. Fakat filmin önemi sadece bu popülariteden kaynaklanmıyor.  Gerilim türünün tanımını değiştiren ve aslında çapını geliştiren filmlerden biri olması sebebiyle ya da bilim kurgu-gizem gibi başka bir türe göz kırpması sebebiyle ilgiyi hak eden garip ve çarpıcı bir film Videodrome. 


Civic Tv kanalının sahibi Max Renn (James Woods), yayınladığı filmlerde sınır tanımayan bir yapımcıdır. Sürekli daha yeni, daha seksi ve daha orijinal filmler arayan Max Renn’in yardımına en az onun kadar çatlak yardımcısı yetişir. Pittsburg’tan yakaladığı bir sinyali kaydetmeye başlayan ikili bir süre sonra bu videodaki fetiş görüntülerin esiri haline dönüşür. Max giderek gerçekle hayal arasındaki çizgiyi kaybeder.


Cronenberg, ruhun sapıttığı ve uzuvların nesneleştiği bir dünya tasvirini derli toplu olarak ilk kez bu filmle yapıyor. Beden ve ruh arassındaki temas durumu bu filmde de bir imza gibi sapasağlam duruyor. Max’in karnına yerleşen vajina ve oraya yerleşen silah ya da kaset, o sırada yaygın olarak kullanılan teknolojinin silaha dönüştüğünü gösteren bir sembol. Burada kilit bir nokta var ki söz etmeden geçmek olmaz. Özellikle video kaset imgesi üzerinden yaratılan hayal ve gerçek arası geçişler konusunda tatmin olamadığımı söylemeliyim. Filmin bir süre sonra açık kapı bırakma klişelerine fazlaca saplandığı bir nokta var, imgeler başıboş mermiler gibi sağa sola sekip hedefini bulamıyor. Cronenberg, izleyiciyi Max'in yerine koymak gibi bir düşünceyle bu yolu seçmiş olabilir ama hikayenin bütünlüğü ve mesajın alınmasına fırsat tanınması sağlanmalıydı sanırım.


Son olarak teknik anlamında birkaç şey söylemek doğru olur, zira film bu konuda epey önemli bir yerde duruyor. Özellikle bedenin makinelerle bütünleştiği planlar görsel olarak bambaşka bir tatta. Görsel atmosfer açısından bu kadar sağlam filmlere sıkça rastlanmıyor. James Woods gibi önemli bir aktörün yanı sıra görüntü ekibini özellikle tebrik etmek gerekiyor.


Filmin Fragmanı