Cinepopularica: Komedi
Komedi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Komedi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2021 Cuma

Azizler (2021)

5 dakika okuma süresi


Öleyazanlar derneği


Azizler_Stuck Apart_Haluk Bilginer_Engin Günaydın

Yağmur ve Durul Taylan kardeşlerin Azizler adlı projesi bir yılı aşkın zamandır konuşuluyor. Hatta pandemi sonrası sinema açlığı içine girecek izleyici için, özellikle kadrosunun zenginliğiyle, bir ziyafet vaat ediyordu. Pandemi bitmez oldu. Bizzat sinema perdesi için anamorfik lenslerle, geniş ölçek çektikleri filmlerini maalesef Netflix yoluyla izleyiciyle buluşturdular. Maalesef diyorum, çünkü dijital bir ortamda hem görüntü de hem de seste ciddi kayıplar yaşanabiliyor, kaldı ki filmin yapım sonrası aşaması fazlaca uzun sürmüş, ciddi bir emek var. Durul Taylan bu filmin başlı başına bir izleme deneyimi olduğunu söylüyor, Yağmur Taylan, iyi ve kötünün ötesinde, izlediğimiz tüm yapımlardan farklı, özgün bir film yapma gayretinde olduklarını anlatıyordu. Filmin ciddi manada görsel bir hazzı var, her ne kadar konusu anlamında bazı filmlere benzetilmeye çalışılsa da (mesela The Big Lebowski) ciddi ciddi akla ziyan yakıştırmalar bunlar. Yönetmenlerin özgünlük iddiası kesinlikle tutarlı. Ancak filmin bilinç akışına ve duruma dayalı anlatısı bu özgünlüğü boşa çıkaracak denli gevşek. Birbiriyle kopuk ve yönetmenlerin tabiriyle psychedelic (saykodelik) ilişkiler kuran sahneler ve anlamsızca var olan karakterler birer parodi ve vodvil nesnesi olmaktan öte değil bana kalırsa.

Azizler_Stuck Apart_Haluk Bilginer_Engin Günaydın

Filmin konusu : Henüz izlemeyenler bu paragrafı okumayabilirler.

Bir ajansta post prodüksiyon özel efekt uzmanı olarak çalışan Aziz (Engin Günaydın), hem sevgilisi Burcu'yla (İrem Sak) hem de kendisine evinde huzur vermeyen yeğeni Caner'le (Göktuğ Yıldırım) sorun yumağı içindedir. Tek dileği yalnız kalıp iç sesini dinlemek olan Aziz'in eski tüfek iş arkadaşı Erbil (Haluk Bilginer) ise tam tersine herkesle yalnızlığını paylaşmak ister. Yıllar önce kaybettiği eşi Kamuran'la (Binnur Kaya) buzdolabının üzerine yapıştırdığı fotoğrafı aracılığıyla iletişim kuran Erbil, onun ölümünden kendisini sorumlu tutar ve bir şekilde ölebilmenin yollarını arar. Yalnız kalmak için formül arayan Aziz, zengin iş arkadaşı Alp'in  (Öner Erkan) gösteriş zaaflarını bilmeden de olsa kullanarak bir süre onun evinde kafasını dinler, ama sonunda Alp'in kendisine kurduğu gizli kameralı tuzağa düşecektir.

Azizler_Stuck Apart_Haluk Bilginer_Engin Günaydın

Bu filmin karakter düzleminde akrabalık kurabileceği bir örnek düşünecek olsam Aki Kaurismaki'nin Pidä huivista kiinni, Tatjana (Eşarbını sıkı tut Tatiana) filmi olabirdi. Karakterin bir anda varlık krizine yenik düşüp büyük bir gezintiye çıktığı, finalde ilk noktasına dönüp her şeye bıraktığı yerden devam ettiği karanlık bir komediydi ve izlediğim hiçbir filme benzemediği gibi Azizler'de eksik bulduğum ne varsa yerli yerine koyan cinsten eşsiz bir filmdi. Ya da Jaco Van Dormael'in Bay Hiçkimse'si çoklu karakter anlatısıyla bir nevi akrabalık kurabilir diye düşünebiliriz. Bunlar başka bahisler elbette. Taylan kardeşlerin filmindeki konuşkan, her an kendilerini açık eden karakterleri bir yanda, onlarla yan yana olan daha karikatürize ve amaçsız yazılmış karakterler diğer yanda dururken benzetme yapmak garip olur aslında. Mesela Fatih Artman'ın Cevdet karakteri, mesela bir noktaya kadar filmin merkezine kadar oturan sonra basit bir denyo şakasıyla rolüne veda eden küçük oyuncunun Caner karakteri. Filmin, ana akım komedi filmlerimizle bağı yok, bunu yadırgamıyorum, hatta rezil komedi anlayışımıza yeni bir yorumsa bunu aşırı önemsiyorum. Ancak tam olarak kesitler ve parodiler bütünü olması lezzetsiz bir tercih olmuş. Planes, Trains & Automobiles filmiyle ilgili yazıda Amerikan komedisinin yıllar içinde giderek varoluşçu kara komedilere evrildiğini ve beraberinde dünyadaki komedi anlayışını da buraya götürdüğünü yazmıştım. Azizler, işte bu düşüncemin kanlı canlı kanıtı, işleyemeyen bir tezahürü.

Azizler_Stuck Apart_Haluk Bilginer_Engin Günaydın

Senaryo ekibinde Yağmur ve Durul Taylan kardeşlerin yanı sıra adına rastladığımız Berkun Oya, geçen yılın son aylarına damga vuran Bir Başkadır dizisinin yaratıcısı. Dolayısıyla Netflix, filmi pazarlarken bu isimden de faydalandı. Bütündeki kopukluk nasıl olursa olsun, durumlar üzerinden kendisini var eden başarılı bir taraf var. Zaten sanırım Berkun Oya'nın kafasında bu proje önce bir dizi olarak belirmiş. Azizler, Amerikan kara komedi yapısını, çoklu karakterleri yine de bir şekilde finale kadar taşıyabiliyor. Çok beğenenler ve zaman kaybı olarak görenler şu ana kadar gördüğüm kadarıyla ''eh işte'' diyenlerden fazla. Bu iki kutuba bölünme meselesi, bahsettiğim karakter kopukluğuna rağmen parça parça akıcılık sağlanmasında gizli. Zaten bilincimize egemen olan Youtube aklı bizi fragmanlar ve kesitler izleyeme alıştırdı, bir de kadrodan beklenti var tabii. Yine bu vesileyle başka bir eleştiri konusu da bu muhteşem kadronun, başı sonu belli olmayan, absürt bir kara komedide harcandığı yönünde. İnsan düşünmeden edemiyor elbette. Haluk Bilginer ve Engin Günaydın ikilisi başrolde olmasaydı bu film, bırakın tartışılmayı, bir şekilde görünür olabilir miydi? Bana kalırsa akıcılığı daha doğrusu finale kadar merakı sağlayan tam da onların sahne illüzyonu. Ortada yine Taylan kardeşlerin eşsiz bir film örneği olan Küçük Kıyamet var. Sanki hiç böyle bir film yapılmamış gibi davranılıyor, çünkü star bir kadro yok orada. Azizler, pazarlama ve kadronun genişliğine karşın şakayla karışık, yer yer komiklik peşinde, komik olmaya çalışan diyalogları bazen mahçubiyet yaratan bir deneme. Vermeye çalışıp beceremediği sosyal medya mesajına ise değinmek bile istemiyorum.

Filmin müzikleri


12 Ocak 2021 Salı

Planes, Trains & Automobiles / Uçaklar, Trenler ve Otomobiller (1987)

2 dakika okuma süresi



Bir şükran telâşesi



Planes, Trains & Automobiles / Uçaklar, Trenler ve Otomobiller (1987)

Kafanız iyice yorulduğunda, ya da bugünlerde olduğu gibi melankolik pandemi günlerinde sırf zihin boşaltmak için ne tür komedi filmlerine maruz kaldığınızı tahmin edebiliyorum. Yerli komediler başka bir alem, onları hiç karıştırmıyorum zaten. Yeni dönem Amerikan komedilerinde ayakları yere basmayan bir varoluşçuluk çabası, kendini arayış ve fantezi unsurları baskın geliyor artık. En azından sinemadaki son kaliteli komedi kuşağı 80'li yıllarda seri üretim filmler verdi, gişede büyük başarılar elde etti ve bizim televizyon kanallarımızda bile prime time kuşağında ciddi manada karşılık buldu. Bu kuşağın en önemli temsilcilerinden biri olan Steve Martin, taşradan kente Türkiye'nin bile aklına kazınmış bazı filmleriyle maruftur. Amerika'daki şöhretini varın siz düşünün. Steve Martin'in benim komedi anlayışımla en çok örtüşen, dramatik unsurları da ihmal etmemiş ve bence en iyi filmi olan Planes, Trains & Automobiles, temel senaryo öğüdünü uygulayan, hatta bunun dersini veren iyi bir eğlencelik. Nedir bu öğüt derseniz; karakteri öyle bir dünyanın içine bırak ki başı dertten kurtulmasın, ama finalde hep birlikte sevinelim. Filmin bu konudaki başarısı ortada olmalı ki gişenin kurdu Will Smith'in muhtemelen yapımcısı olduğu kadro bu filmin yeniden çevrimi üzerinde harıl harıl çalışmakta.

Planes, Trains & Automobiles / Uçaklar, Trenler ve Otomobiller (1987)

Şükran gününde Chicago'daki ailesinin yanında olmak isteyen Neal Page (Steve Martin), türlü aksiliklerden sonra New York'tan kalkan uçağa biner. Uçak, bir arızadan dolayı Kansas eyaletinin Wichita şehrine inmek zorunda kalır. Birkaç saat evvel New York'ta taksisini kapan Del Griffth (John Candy) adlı pazarlamacıyla aynı kaderi paylaşan Neal, ailesinin yanına gidebilmek için her yolu dener. Neredeyse bütün ulaşım araçlarını kullanarak hem bir an önce hedefine ulaşmaya hem de başlarına bela üstüne bela açan Del'le yollarını ayırmaya çalışır. Ancak ailesiyle mutlu bir şükran günü geçirmek isteyen Neal, Del Griffth'in muzır kişiliğinin arkasındaki yalnızlığa kayıtsız kalamaz. 

Planes, Trains & Automobiles / Uçaklar, Trenler ve Otomobiller (1987)

Yazan ve yöneten John Hughes, Amerikan sinemasının en üretken yönetmenlerinden biri olarak birbirinden önemli filmlere imza atmış iyi bir yönetmen ve senarist. Zorluklarla dolu bir yol ve anti-kahraman komedisi yaratıp geçmemiş, finalde hassas, duygusal temayla birlikte Amerika (ve tüm hristiyan dünyası) için çok önemli bir paylaşım ve bir arada olma ritüeli olan şükran gününü sağlam bir arka plan olan olarak kullanmış. Finalde ulaşmak istediği noktayla Frank Capra'nınkiler gibi köklü ve ulusal temaları da gözeten, aynı zamanda duygusallık barındıran bir komedi filmi yaratabilmiş. Filmdeki karakter ayrıntıları son derece derin ve anlamlı. Gerçek hayatta da müzmin bir yalnız olan John Candy'nin çizdiği karakter, filmin heyecan ve espri kaynağıyken, bir anda duygular arası geçiş yaparak filmin tonunu değiştirebiliyor. Her ne kadar başta söylediğim gibi kafa boşaltmaya yardımcı oluyorsa da Planes, Trains & Automobiles, karakter inşası ve hikayeye çizilen istikamet bakımından istisnai bir Amerikan komedisi ve eşsiz bir karakterin yolculuğu örneğidir. 

Film müziği



Filmin fragmanı

14 Eylül 2020 Pazartesi

Son Çıkış (2018)


Tuhaf ama tanıdık:Ramin Matin'den Son Çıkış



Son Çıkış (2018)

Ramin Matin'in 2018 tarihli filmini Mubi sayesinde izleyebilenlerdenim. Maalesef birçok farklı türdeki türk filmi tuhaf biçimde az konuşularak cılız sinema gündeminde dahi kendilerine yer bulamıyor. Hani çölde her şey mucize etkisi yapardı? Festival takipçilerinin bile adını duymadığı iyi filmlerimiz mevcut, ne hazin. Hakkında okuduğum az sayıdaki değinide kara mizah olarak tanımlanan film, zıvanadan çıkan Türkiye ve özellikle İstanbul şartlarında, en azından benim gibi, toplu taşıma kullanan, kentin çeperlerinde gün geçiren insanlar için buram buram toplumsal gerçekçilik kokuyor, biraz da akademik izahla post özalizm.

Tepemizdeki Gölge can kantarcı

Yakın zamanda Tepemizdeki Gölge adlı bir romanı yayımlanan Can Kantarcı'nın senaryosu bir noktada Alper Canıgüz'ün Gizli Ajans'ı kadar doğal ve bir o kadar tuhaf bir bilinç akışına dönüşüyor. İstisnasız tüm düşünce aleminin, tüm sanat aleminin festival odaklı konfor batağına saplandığı dönemde ayrıksı olmak, dönemin ruh haline ayna olmak neden bu kadar kıymetsiz kalıyor bunu anlayamıyorum. Tüm sözlüklerin en çok hit alan başlıklarından birinin ''Türkiye'den s.ktir olup gitmek'' olduğu bir ülkede gidememek üzerine gizli bir hazine oysa ki. Aynı haksızlık Yazı Tura'ya da Küçük Kıyamet'e de yapılmıştı bu arada, yani sadece gösterilene odaklanma huyunun mazisi yeni değil bizde. 

tepemizdeki gölge. can kantarcı

Çıplak Vatandaş gibi, Namuslu gibi, Talih Kuşu gibi müteahhitlerin birinci kuşağını anlatan filmlere akraba olduğunu ekleyeyim. Deniz Celiloğlu'nun da bu kaliteye katkısı büyük, karakterini inanılmaz içselleştirmiş. Film, Netflix ruhuna ters onu anladık da en azından BluTv gibi yerli platformlar bu tür filmlere yer vermez ise bu tür filmler şehirli yönetmenlerin steril taşra filmlerine nasıl galebe çalacak? Neyse, yeni Türk sinemasının bir an önce, tüm diğer saplantıların yanı sıra, biçimsel çeşitliliğe de kavuşması ümidiyle Son Çıkış'ı bir şekilde bulup izlemenizi tavsiye ederim. 


Filmin fragmanı

3 Şubat 2018 Cumartesi

Do the Right Thing / Doğruyu Seç 1989


Bir zamanlar Brooklyn'de



Hollywood, gündemine taciz skandallarını almadan önce, siyahi oyuncuların geri plana itilmesini tartışıyordu. Söylenen o ki, ne kadar yetenekli olursa olsun siyahi oyuncular için rol yaratılmıyor, siyahlar, beyazlar kadar kaliteli yapımlarda başrol oynayamıyordu. Irkçılığın başka bir boyutu, sıradanlaşmış ırkçılıktı bu düpedüz. Hal böyle olunca filmlerine baktığım yönetmenlere bir Spike Lee eklemenin zamanı gelmişti. Amerika'da siyahi hareketin sinemadaki öncüsü ve en önemli ismi diyebileceğimiz Spike Lee'nin ilk önemli filmi Doğruyu Seç, Brooklyn'de sıradan ırkçılığın komediyle harmanlanan eleştirisi olarak okunabilir. (Bu arada Afro-amerikan demek yerine doğrudan çeviriyle siyah diyeceğim. )


Oğulları Pino (John Turturro) ve Vito'yla (Richard Edson) birlikte Brookyln'deki siyah mahallesinde pizzacı dükkanı işleten Sal (Danny Aiello), gerçek bir İtalyan kökenli Amerikan fanatiğidir. Al Pacino'dan, Sinatra'ya bütün İtalya kökenli Amerikalı ünlülerin fotoğraflarını dükkanına asan Sal, tüm ısrarlara rağmen siyahların fotoğraflarına yer vermez. Yanında çalışan Mookie (Spike Lee) de dahil olmak üzere bütün siyahiler sonunda bu durumu boykot etmeye başlar ve protestolar sırasında Radio Raheem (Bill Nunn) , polis tarafından öldürülür. 


Spike Lee'nin başlangıç dönemini ben de henüz izleyebiliyorum. Merak edip yaptığım ön okumalarda popülist bir söylemi aşamadığını sıkça okudum. Kabul ediyorum ve anlaşılır buluyorum bu tür eleştirileri, fakat buradan bakıldığında Amerikalı siyahların protest tavırlarının sınıfsal değil de kökencilik üzerine değerlendirilmesi gerektiğini ıskalayabiliriz. Spike Lee, tabiri caizse siyahlara gaz veren filmler çekiyor bu anlamda. Ağlak ya da ezik olmama kaygısıyla kararsızlık ve tuhaf bir protest  tablo çizdiğini söylemem gerekiyor. Bu söylediklerimi elbette bu filmi baz alarak söylüyorum. Renkleri ve karakterleri kullanma biçimi mükemmele yakın olan Spike Lee sinemasında ilerledikçe bakalım neler göreceğiz. 


Filmin Fragmanı

18 Ocak 2018 Perşembe

Erogotoshi-tachi yori: Jinruigaku nyûmon / Pornocular 1966



Pornocusun dediler..



Imamura'nın bu ilginç filminin 1966 yılında Pornocular adıyla Türkiye'de vizyona girdiğini düşünmek ne büyük iyimserlik olur değil mi? Türkçe çevirisine rastlayamadığım halde bu filmi Pornocular olarak tanıtmak istiyorum. Batıda The Pornographers olarak bilinen filmin orijinal adı, yazı içerisinde geçirmek için fazla uzun ve ezberi lüzumsuz. Imamura sanırım Nagisa Oshima'yla birlikle Japonya sinemasının en marjinal yönetmeni, filmlerinde kadının toplumdaki yeri, cinsellik, aldatma ve intikam temalarını cesurca işleyerek Japon Yeni Dalga Sineması'nın (Nuberu Bagu) bayrağını taşımış isimlerdendir kendisi. Pornocular, psikolojinin derin olgularına hatta toplumsal tabulara yönelen oldukça sert bir film. Yıl 1966, Japonya sanayi hamlesini yürüten büyük oranda gelenekçi ve milliyetçi bir doğu toplumu ve Imamura'nın anlatacağı garip bir hikayesi var. 


Hayatını porno filmler çekerek kazanan Yoshimoto 'Sub' Ogata (Stoichi Ozawa), maddi durumu pek de yerinde olmadığı için Bayan Haru Masuda'nın (Sumiko Sakamoto) evinde yaşamaktadır. Kocasının ölümünden sonra başka bir erkekle birlikte olmama yemini eden kadın, Ogata'nın ısrarlarına dayanamaz. Bayan Masuda'nın oğlu (Masaomi Kondo), annesini başka bir erkekle paylaşmak istemez ve bu ilişkiyi onaylamaz. Ogata ise Bayan Masuda'nın oldukça genç olan kızını (Keiko Sagawa) da arzular. 


Film başta Japonya'da büyük yankı uyandırdıysa bunun sebebi ismindeki erotik tınlamadan kaynaklanmıyor elbette. Oedipus kompleksi, annesine aşırı bir tutkuyla bağlı erkek, üvey kızına delicesine saplantılı bir adam ve kızının, yeni kocasıyla ilişkisini onaylayan bir anne meselesiyle aşırı yoğun bir tabu seansı gibi. Imamura üç filme yetecek sansasyonu tek filme sığdırarak emin olun bugün daha fazla tepki çekerdi. Bu yoğun psikolojik açmaz, aslında filmin hızını ciddi biçimde etkiliyor, film bir türlü akmıyor, psikoloji seansına dönüşüyor. Genel kural haline dönüşen bir Nuberu Bagu kanunu işliyor mu? Pekala evet; o güne kadar es geçilmiş bir konu sere serpe anlatılıyor. Şunu bir daha vurgulamam gerekir ki, o ayıla bayıla izlediğimiz enteresan konulu Güney Kore filmlerinin özü Japon Yeni Dalga (Nuberu Bagu) filmlerinde, hem muhteşem bir sinematografiyle hem de sansürsüz bir zekayla. 


Filmin Fragmanı


28 Aralık 2017 Perşembe

Charlie Wilson's War / Charlie Wilson'ın Savaşı 2007

Üçüncü türden diplomatik ilişkiler



Mike Nichols'ün 1966 yılında Kim Korkan Hain Kurttan? filmiyle başlayan sinema serüveninin son filmine geldik çattık. 2007 yılı yapımı Charlie Wilson'ın Savaşı filminden sonra iki filme yapım desteği vermesinin dışında sinemadan uzak duran Mike Nichols 2014 yılında aramızdan ayrıldı. Hayatını kadın erkek ilişkilerini anlatamaya adamış, arada sırada sıradan filmlerle finansman tazeleyip geri dönüşler yapmaya çalışmış büyük bir kariyerin adıdır Mike Nichols. Gönül isterdi ki doğrudan politik alanın çiğ tuzağıyla kapanış yapmasındı, fakat Charlie Wilson'ın Savaşı 1980'lerde Amerikan destekli Afgan milislerinin Ruslara karşı direnişini anlatan düz bir film.


Charlie Wilson (Tom Hanks), Orta Doğu'da Amerikan politikaları konusunda lobi ve yaptırım faaliyetleri yürüten Teksaslı bir kongre üyesidir. 1980'lerde Rusların kontrol ettiği Afganistan'da milisleri ve çeteleri Amerika adına ağır silahlarla donatan Wilson, kazandığı başarıların ardından bir süre daha Afganistan'da kalıp genç nüfusu eğitmeyi önerir. Bu karar ciddiye alınmaz ve Charlie Wilson'a göre bu gelecekte tehlikeli bir yeşil kuşak yaratacaktır. 


Filmin senaryosu sürükleyicilikten uzak ve senaryo kişileri vodvil tiplemesi gibi sahneye girip amaçsızca belirip kayboluveriyorlar. Amaca hizmet eden tek karakter Charlie Wilson. Amerika'nın günah çıkarması denmiş ve yerden yere vurulmuşsa buna tamamiyle katılmıyorum. 2007 yılında Amerika hala Irak ve Afganistan'da sıcak savaş içerisindeydi. İkiz Kuleler olgusu da tazeydi. Bu durumda, yani Amerikan diplomasisi içerisinde hala haklılığını savunan çoğunluk varken, ''Biz Orta Doğu'da ortalığı karıştırıp, çekiliriz'' demek az bir iş değil. Zira bu filmleri halk izliyor, mesaj da halka. Bunları göz ardı ederek meseleyi sinemaya indirgersem, Nichols'ün büyük bir oyuncu kadrosuyla yaptığı finali başarısız bulduğumu söyleyerek Mike Nichols'e veda etmiş oluyorum.  


Filmin Fragmanı

26 Aralık 2017 Salı

The Birdcage / Kuş Kafesi 1996


Tutmuş bir parodinin parodisinin parodisi



Jean Poiret'nin aynı adlı oyunundan sinemaya uyarlanan Kuş Kafesi, Mike Nichols filmografisi içerisinde sadece komedi ya da saf komedi olarak tanımlayabileceğimiz tek film. Filmi daha önce izlememiştim, bir şey kaybetmemişim. Elbette ülkemizdeki kaba saba özensiz komedi filmlerine oranla her anlamda kaliteli bir yapım olduğunu eklemekle birlikte, Mike Nichols'ün serüvenine yakıştıramadığım yeni bir film Kuş Kafesi. Sinema için değilse de tiyatro sahnesinde cazip bir seyirlik olabileceğini eklemek isterim.  


Evlenmeye karar veren Barbara (Calista Flockhart) ve Val (Dan Futterman) önlerindeki en büyük engeli aşmaya çalışmaktadır. Val'un eşcinsel kabare işleten ve bunu yaşam tarzı haline getirmiş olan babası Armand Goldman (Robin Williams) toplumsal ahlakı sorgulayan yeni oyununa çalışırken, Barbara'nın senatör babası Kevin Keeley'in (Gene Hackman)başı katı ahlaki değerleri savunması yüzünden büyük beladadır. Bu iki ucu bir araya getirip evliliğe adım atmak oldukça zor olacaktır. 


Bildiğiniz gibi anne kılığına bürünmüş adamlar, yolunda gitmeyen tanışmalar, telaşla saklanan sırlar sinema ve özellikle dizi seyircisi için fazla sıradan, hatta 1950'lerden beri Amerikan mizahının temel taşı bile diyebiliriz. Robin Williams kabarenin her şeyi rolünde yere göğe sığdırılamayacak bir oyunculuk sergiliyor. Sevgilisi rolünde Nathan Lane ve Hank Azaria da öyle. Kabare tarafında oyunculuklar oldukça renkli. Belki de filmi izlenir hale getiren de sadece bu. 


Filmin Fragmanı

25 Aralık 2017 Pazartesi

Postcards from the Edge / Yaşamın Kıyısından Kartpostallar 1990



Üşüdüm üstümü örtsene anne






Daha önce birkaç yönetmenin filmografisine yakından bakmıştık. 1960'lı yıllardan bu yana film yöneten yönetmenlerin hepsinde gözle görülür bir gerileme söz konusuydu. Mike Nichols için de bu böyle maalesef. Dönemden kaynaklanan genel bir rahatsızlık, sinema sektörünün katı, muhafazakar ve idealizmden yoksun hale gelmesi gibi etkenler de söz konusu. Çalışan Kız, Baş Belası'na göre iyi bir film demiş ve geçmişin bu büyük yönetmenine karşı ümidimi iyiden iyiye yitirmeye başlamıştım ki imdada Yaşamın Kıyısından Kartpostallar yetişti. Filmi izlemeden konusuna göz gezdirmek ve oyuncu kadrosunun yerleşimine bakmak bile bilinçli bir izleyiciyi heyecanlandıracaktır. 


İlişkiler olgusuna yeniden ve başka bir biçimde geri dönülmüş olması sevindirici. Filmin bu anlamda sağlam bir anne kız çatışmasına ve iletişimsizliğine gelip çatması iki büyük oyuncunun bol gerilimli sahnelerine fırsat tanıyor. Sabun köpüğü filmlerde film tiplerinin sahte meslekleri olur. Nichols de buna meyletmiştir. Bu filmde iki karakterin de mesleğiyle ilgili arka plan mükemmel anlatılmış. Yan karakterler filmin dışında bırakılmamış ve ana karakterlerle nedensellik bağı bulunmayan kimse kuru kalabalık etmiyor. Nichols bu filmde anne kız arasındaki psikolojik krizi ortak şöhret kavramıyla anlatıyor. Şöhretle ilgisi olmayan anneannenin kaygısızlığının yanında, birbirlerine uzak hisseden anne ve kızın aslında ne denli benzer bir krizin içinde olduğuna ufak farklarla (biri uyuşturucu diğeri alkol) tanık oluyoruz.



Ünlü bir oyuncu olan Suzanne Vale (Meryl Streep), uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle setlerde zor günler geçirmektedir. Ağır bir krizden sonra hayata döndürülmesinin ardından annesiyle (Shirley MacLaine) birlikte yaşaması şartıyla tekrar çalışmasına izin verilir. Annesiyle geçmişten getirdiği sorunları hortlayan Suzanne, birlikte geçirdikleri zamanla birlikte eski ve ünlü bir oyuncu olan annesini anlamaya başlayacaktır. 



Meryl Streep, Mike Nichols'ün bir döneminin vazgeçilmez oyuncusu ve birlikte özellikle Silkwood gibi muhteşem bir performansları var. Oradaki serseri halleri burada baskı altında ve her an patlamaya hazır bir kadına dönüşmüş, gözlerinde sakladığı serserilik saklı kalmak kaydıyla tabii ki. Muhteşem bir oyuncu olduğuyla ilgili şüphe duyan varsa özellikle bu iki performansa bakmalı. Gelelim Shirley MacLain'e. İzlediğim en iyi yardımcı kadın oyuncu performanslarından biri bu filmde ve ona ait. Gel gör ki şahane Oscar adaylığı bile yok o sene! Emin olun Shirley MacLain'i izlerken gözünüz ne konuyu ne de Meryl Streep'i görecek.



Filmin Fragmanı

24 Aralık 2017 Pazar

Working Girl / Çalışan Kız 1988



Ye, dua et, çalış




https://cinepopularica.blogspot.com/2017/12/working-girl-calsan-kz-1988.html

Mike Nichols'ün bir önceki filmi Heartburn için düşündüklerimi onaylayan Yeni bir Mike Nichols filmiyle karşınızdayım. Herhangi bir vasfı olmadığı için tek çözüm yolunu iyi ve sevimli olmakta bulan ve başarısızlığının sebebini iyiliğini bağlayan tembel bir insan düşünelim. İyiliği yapay, planlı ve gösterişe dayalıdır. Baş Belası'nı izlerken böyle düşünmüştüm işte. Enikonu kötü bir filmdi, Working Girl ise seyri daha mümkün olan, bir olay örgüsü etrafında ilerleyebilen, asgari de olsa cazibeye sahip bir ''Feel good movie''. Mike Nichols gibi özel bir sinemacının Amerika film endüstrisi içerisinde sadece inandığı işleri çekerek finansman yaratması imkansız. Onun filmografisine dahil etmekle beraber başka türden bir parantez açarak izlediğim filmler için yazdığım yazılarda görece eleştirel bakıyorum bu yüzden. Stüdyolar Mike Nichols gibi kariyeri ve hikaye inşa etme becerisi yüksek, birinci sınıf yönetmenlere film çektirirken bazı star oyuncuları projeye inandırmakta daha az zorlanıp onlardan daha yüksek verim alabiliyorlar. Bu, gişe başarısının çalışan formüllerinden biri. Working Girl'ü, döneminin romantik komedi geleneğine yeni bir şey katmadığı için geçiştirebilirim belki ama günümüz romantik komedilerinin en azından reji anlamında fersah fersah ilerisindedir.

https://cinepopularica.blogspot.com/2017/12/working-girl-calsan-kz-1988.html

Uzun yıllardır sektererlik yapan Tess McGill (Melanie Griffith), işe yeni başlayan, hırslı ve genç patronu Katharine Parker'a (Sigourney Weaver) kendi fikri olan bir satın alma projesinden bahseder. Patronu, hem fikrini çalar hem de sevgilisi Mick'le (Alec Baldwin) ilişki yaşamaya başlar. Tüm bunların üzerine Tess, değişmeye ve intikam almaya karar verir. Patronunun hastalığını fırsat bilerek projesini üstlenen Tess, firma sahibi Jack Trainer'e (Harrison Fordkendisini patron olarak tanıtıp onunla aşk yaşamaya başlar. Jack, Tess için hem bir sevgili hem de intikam fırsatına dönüşür. 

https://cinepopularica.blogspot.com/2017/12/working-girl-calsan-kz-1988.html

İlişkilerin kimyası söz konusu olduğunda derinlemesine irdeleyip özel bir hikaye sunan Mike Nichols'ün sınıfsal ve sosyo-politik bir tabanı da var. Alman sinema ekolünden yetiştiği ve 50'lerin, 60'ların sinemasıyla kendisini var ettiği için yöntemsel yaklaşımı budur. Nora Ephron romantik komedi olarak tanımlanabilecek olan türün belki de en bilinen birkaç filminin yazarı. Senarist olarak fikirleri bana pek cazip gelmese de Mike Nichols'ün senaryo üzerinde hiçbir değişim talebi olmaksızın filmi çekip stüdyoya teslim ettiğine eminim. Kalbini ferah tutup biraz çabalarsan hak ettiğini alırsın gibi basite indirgenmiş bir fikir Nichols'ün harcı değil. Nora Ephron'un seri üretim romanları ve senaryoları yönetmen ve yapımcı tarafından dokunulmamak kaydıyla sonraki yıllarda da çekilmeye devam etmiş. You've Got Mail ve When Haryy Met Sally epey başarılı olurken onlarcası hüsranla dolu. Finali izleyiciye kaderci bir iyilik hazzı tattıran Working Girl, iyi bir yönetmenin vasat işi. Önem atfettiğim durum şu ki; Bu filmle Mike Nichols'ü keşfeden biri yönetmenin diğer filmlerine yönelme hevesini bulabilir mi acaba?

Filmin Fragmanı

23 Aralık 2017 Cumartesi

Heartburn / Baş Belası 1986



Yol kazası




Kimi filmler sırf oyuncu kadrosu için bile olsa izlenmeyi hak eder. Jack Nicholson ve Meryl Streep gibi iki önemli isim bir araya geldiğinde bu film yapımcı için gişede güçlü bir koza dönüşür. Benim için Mike Nichols sinemasında erişebildiğim filmlerden biri Heartburn. Bu filmin Nichols'ün filmografisinde zayıf bir halka olduğunu bilerek izledim. Nichols, yine o meşhur durum tutarlılığını ve sınıfsal bakışını hissettirsin istedim. Üzülerek söylemem gerekiyor ki Jack Nicholson ya da Meryl Streep'in ciddi bir hayranı değilseniz bu filmi izlemiş olmak sizi üzecektir. 


New York's romantik filmler senaristi Nora Ephron'un otobiyografik izler taşıyan senaryosu, Orta yaşlı muhabir Mark (Jack Nicholson) ile yemek yazarı Rachel'ın (Meryl Streep) ikinci evliliklerini, çocuk sahibi olup mutlu evliliğe inanma ve evliliğin yıpranma süreçlerini anlatıyor. Film bir şekilde lezzetsiz ilerliyor. Bu tür piyasa filmleri sevilmek için sevimli olmak zorundadır, ama ne yazık ki Meryl Streep haricinde filmin farkında olan kimse yok. Jack Nicholson beğendim bir aktör değildir ama birkaç iyi yönetmenle çalıştığı bir iki iyi filmi vardır. En hafif ifadeyle Jack Nicholson bu filme hiç yakışmamış diyip geçmek isterim.

Filmin Fragmanı

21 Aralık 2017 Perşembe

Catch-22 / Barışa giden yol 1970



Bol yıldızlı cephe güldürüsü




1970'li yıllar Amerika Sinemasında antimilitarist filmler çağıdır. Özellikle cepheyi anlatan filmlerle cephe bürokrasisi mizahi bir dille aktarılır. Cephe gerisinde, geride kalanların ön planda olduğu savaş karşıtı pek az Amerikan filmine rastlıyoruz. Barışa giden Yol, aynı yıl Robert Altman'ın çektiği M.A.S.H filminin bir başka versiyonu gibi, fazla sayıda karakteri takip etmemizi bekleyip senaryoyu geri planda tutan bir film. Klasik bir Amerikan filminin anlatıcılığa dayalı yapısına alışkın izleyiciler için bu film oldukça zor bir yapıda ilerliyor. Mike Nichols yine de bir kara komedi olarak tasarladığı filmini zevksizliğe boğmadan ve en önemlisi makul bir sürede tutup filme imzasını atmış bulunuyor. 


Amerika sinemasının çok önemli figürlerini kadroda barındıran Barışa giden yol oldukça açık bir biçimde iki bölüme ayrılıyor. Baş karakter diyebileceğimiz Yossarian'ın (Alan Arkin) cephedeki deliliğini Amerikan tarafından veren güldürüye dayalı ilk bölüm ve filmin üçte birini oluşturan kara komediye dayalı İtalya bölümü. Zira filmdeki Amerikan askeri İtalya'da görev alıyor. Catch-22 film için uydurulmuş bir hava kuvvetleri uçuş mutabakat maddesi. Uçuş için akli melekelerin yerinde olduğunu ispat maddesi. Filmin baş karakteri Yossarian bu maddeye dayanarak Amerika'ya dönmeye çalışan asker rolünde. Filmin kadrosunda Alan Arkin'in yanı sıra, Orson Welles, Martin Sheen, Jon Voight ve Art Garfunkel gibi ünlü isimler yer alıyor. Filmin büyük bir kısmında Amerika'nın elinde bulunan teknik imkanlara hayıflandım, bu imkanlarla muhteşem bir savaş karşıtı drama çekilebilirmiş diye düşündüm. İtalya sokaklarını gördüğünüzde pek de tatlı olmayan Amerikan mizahı yerine ister istemez böyle düşüncelere kapılabilirsiniz.


Filmin Fragmanı

26 Kasım 2016 Cumartesi

Swiss Army Man / İsviçre Askeri 2016


Delirenler masal anlatmaz


 Böyle senaryolara denk gelince tarif edilemez bir mutlulukla doluyorum. Hakkında tuhaf yorumlar yapılmış, tam olarak ne anlatmak istediğine vakıf olunamamış bir filmi, zaman kaybı pahasına izleyip, define bulmuşçasına sevinmenin verdiği keyiften bahsediyorum. Sinemada gerçekçilik, gerçeklik, yalınlık, işte adını her nasıl koyarsak koyalım onun peşinde olsak da bu tarz soyut anlatımlara yüz çevirmememiz gerekiyor. Soyutlama yoluya gerçekliği yakalamanın, gerçeğe bir biçimde derinden katkıda bulunduğunu gösteren bir film İsviçre Askeri. Dramanın olanaklarını sonuna kadar kullanmaya çalıştığı için bu sene izlediğim filmler arasında epey öne çıktı ve sanırım kulaktan kulağa, geç de olsa, yayılacak türden bir yapım.



İsviçre Askeri’nin yönetmenlerini, Dan Kwan ve Daniel Scheinert’i, daha önce duymamıştım, fakat başroldeki Paul Dano, son yılların en başarılı genç oyuncularından biri. Adını söylediğinizde akıllara gelmese de bir biçimde tanınan oyunculardan biri aslında. Sinema tarihinde kendisine büyük bir yer edineceğinden hiç şüphem yok. Bir diğer başrol oyuncusu olan Daniel Radcliffe ise nam-ı diğer Harry Potter. Bu film için bu ikiliden daha iyisi bulunabilir miydi emin değilim. Oyuncular üzerinden yürüyen bir film olduğu için bu paragrafı açmayı uygun gördüm. Reji, efektler elbette oldukça etkili, ama filmin bitimiyle birlikte bu senaryonun bir tiyatro oyunundan mı uyarlandığını merak ettim öncelikle. 


Kıyıya vuran ölü bir adam ve ıssız bir adada hapis, yalnız bir adam arasında geçen, finaliyle daha da tuhaflaşan bir film. Issız adayla ilgili gerçeğin de kent ve yalnızlık gibi bir noktaya gelip dayandığını söyleyeyim. Filmlerin, sürprizli finalleriyle koca bir bütün hakkında kararımı değiştirmeleri mümkün değildir, bu filmin finali de emin olun bu mantıkla hareket ediyor. Finalin sürpriz olmadığını, hayallere inanmamız gerektiğini öyle sağlam vurguluyor ki.  Eminim, hakkında dolaşan yazıları okumadan filmi izlerseniz yorumların ne kadar boş olduğunu sonraki okumalarınızla idrak edeceksinizdir. Meselesini kavramsallaştıran bir filmin türü hakkında düşünmeyi geçeli çok oluyor. İsviçre Askeri de böyle güzel bir film ve referans olarak sıkça duyacağımızı düşünüyorum.


Filmin Fragmanı




28 Haziran 2016 Salı

Little Big Man / Küçük Dev Adam 1970



Vahşi Batı'da bertaraf


Little Big Man / Küçük Dev Adam 1970

Arthur Penn sinemasında, Amerika tarihindeki meseleleri esnek bir dille aktaran ve olaylara bakış açımızı genişletmemizi sağlayan kaliteli bir mizah gizli. Little Big Man filminde ise bu komedinin hacmini genişletip, mizahi söylemi iyiden iyiye kuvvetlendiren ironi göze çarpıyor. Anlatım tarzındaki benzeşme açısından, nispeten modern bir klasik sayabileceğimiz Robert Zemeckis'in  1994 tarihli Forrest Gump filmini örnek göstermek isterim. Yer yer hüzünlü komedi, absürd mizah, ama hiçbir anda kenara itilmeyen bir ironik yaklaşım söz konusuydu. Little Big Man, işte hem o tavrın öncü filmlerinden biridir, hem de bu vasıflarından dolayı eskimeyen bir yapımdır. Yine klasikleşmiş bir Arthur Penn filmi olan Bonnie and Clyde’ı da işin içine katarak Little Big Man'i, Arthur Penn sinemasının mihenk taşı olarak anabilirim.

Little Big Man / Küçük Dev Adam 1970

Jack Crabb (Dustin Hoffman), henüz küçük yaşında, bir  kızılderili baskınında kaçırılıp tarafından kaçırılıp, kızılderili olarak büyütülmüş beyaz bir Amerikalıdır. Kısa boyundan dolayı Little Big Man (Küçük Dev Adam) lakabını alan Jack, büyük bir baskında beyazlara esir düşünce bu kez hayatına onların arasında 'normal' bir beyaz Amerikalı olarak devam eder. Karısının kızılderililer tarafından kaçırılmasıyla yeniden yollara düşer ve tekrar kızılderili yaşantısına döner. Bu yer ve kimlik değiştirme yıllarca ve defalarca tekrarlanır. Başarılı bir insanı diplomasi yürüten Jack, iki grup arasında da barınabilmeyi başarır. Bazen Büyük Şef’in (Chief Dan George) bazen de General George’un (Richard Mulligan) koruması altına giren Jack, son ve gerçek bir savaşın ardından ait olduğu yerde kalacaktır.

Little Big Man / Küçük Dev Adam 1970

Arthur Penn, Kızılderililerle, onların topraklarına kara bulut gibi çöken beyaz Amerikalılar arasındaki çatışmayı, ne İsa'ya ne Musa'ya yaranabilmiş bir karakterle anlatmayı seçmiş. İtiraf etmeliyim ki, komedi filmi de olsa kızılderililere karşı hep pozitif ayrımcılık bekliyorum. Filmde bazı yönleriyle şapşallık atfedilen kızılderili imgesi bu anlamda beni rahatsız etti. Beyazların saldırgan ve fetihçi tavrı zaten yerden yere vuruluyor, ama ikisini tarihsel olarak aynı kefede göremiyorum. Karakterlere bakış açısından olumsuz bulduğum bu yaklaşıma karşın, film dili yönünden eksiksiz. Forrest Gump'la kurduğum bağa şöyle bir ekleme yapayım. Tek adam, ana karakter filmi olması bakımından da oldukça benziyorlar. Orada Tom Hanks faktörü vardı, Little Big Man'de ise Dustin Hoffman efsanesi. Kendileri, hafızalardan silinmeyecek, efsanevi bir aktörlük gösterisi sunuyor.


Filmin Fragmanı

23 Haziran 2016 Perşembe

Les valseuses / Taşaklar 1974

2 dakika okuma süresi


Aylaklığa yersiz övgü


Les valseuses / Taşaklar  1974

Henüz 20’li yaşlarında önemli yönetmenlerin asistanlığını yaparak sinemaya  adım atan Bertrand Blier, oyuncu olan babasının da katkılarıyla sinemayı bizzat setlerde, uygulamalı olarak öğrenen bir yönetmen. Aslında kendisinden önceki kuşakla, yani o efsanevi Yeni Dalga ekolüyle kurmaya çalıştığı bağlantının sebebi bu olsa gerek. Blier, 1967 yılında çektiği Eğer bir casus olsaydım adlı filmin ardından yönetmenliğe yedi yıl ara verip kendisini sadece senaryo ve roman yazmaya adar. Les valseuses (Le valsöz diye okunuyor), işte bu içe dönüş yıllarında roman olarak yazıp, sonra bizzat senaryolaştırdığı filmlerden biri. Uzun bir aradan sonra çektiği bu filmle, o sıralar sinemada var olmaya çalışan 26 yaşındaki Gerard Depardieu ile yollarının kesişmesi, ikisi için de bambaşka bir kapı aralamış olsa gerek, zira Depardieu’nün oyunculuğunun ilk döneminde oynadığı filmler içinde en bilineni bu. Blier yazar bir yönetmen yani auteur olduğu için sinema ve edebiyat ilişkisine ve sinema sanatının anlamına dair ettiği özlü sözlerle de pek mühim bir şahsiyettir. Bir söyleşisinde sinemayı fast food olarak gördüğünü söyleyip, filmlerini ciddiye bile almadığından bahseder. Sanırım Les valseuses'ü ciddiye almamak için yeterli bir bahanedir bu söz.

Les valseuses / Taşaklar  1974

Bütün işleri serserilik ve aylaklık olan Jean Claude (GerardDepardieu) ve Pierrot (Patrick Dewaere) sıradan bir araba hırsızlığı sonrası yakalanırlar. Arabanın sahibi, Pierrrot’yu testisterinden vurur. İkili, kaçmayı ve tedavi olmayı başarır. O günden sonra rastladıkları her kadın artık Pierrot’nun kalkmayan penisi için bir deneme tahtasına dönüşür. Araba olayından sonra yanlarına katılan Marie-Ange (Miou-Miou) de bir türlü cinsel tatmine ulaşamayan bir fahişe olarak ikiliye eşlik eder.

Les valseuses / Taşaklar  1974

Blier sinemasında kadının toplumdaki yeri ve mülkiyet ilişkilerine dair belirgin bir vurgu vardır. Bu filmin uyarlandığı romanın da novella olarak gayet tadında bir eser olduğuna, bu mülkiyet vurgusuna değinmek hususunda oldukça başarılı olduğuna inanmak isterim. Fakat filmdeki aylaklığa övgü, amaçsızlığa dönüşüyor. Yapmaya çalıştığı ironi her ne ise bu kez kadın karakterleri dışarıda bıraktığı için gerçekleştiremiyor. Marie-Ange'nin doyumsuz ve tatminsiz kadın karakteriyle meseleye bir kadın dahil edip, onu da cinsel hazzın peşinde koşan, eşit ve özgür insan kalıbına sokmak isteyen yönetmen, bu noktada hem kadını hem erkeği, eril bir kabalıkla ve argoyla eşitlemeye çalışıyor. Dolayısıyla sağlam bir alt metin ve hiciv barındırıyorsa da pek başarılı olduğu söylenemez. 


Filmin Fragmanı