Cinepopularica: 1991
1991 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1991 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Şubat 2018 Pazar

Jungle Fever / Orman Ateşi 1991

Siyahın tonları



Jungle Fever, başka ten renginden biriyle birlikte olma isteğini belirten bir tanımlama. Spike Lee için her ne kadar, şimdiye kadar izlediğimiz klişeleri siyahlara uyarlıyor dense de, sinemasına göz atmakta fayda var. Aslında net bir özgünlükten bahsedemiyorsak bile, klişe senaryoların siyahları görmezden geldiği gerçeğini dile getirmemiz gerekiyor. Spike Lee, filmin itici gücünü, yeterince deşilmemiş beyaz aklın eleştirisinden alıyor. Jungle Fever, bu anlamda, Spike Lee sinemasını tanımlayan en iyi örnek dersem kendi payıma hata etmiş sayılmam. 


Bir mimarlık ofisine geçici sekreterlik işi için gelen Angie (Annabella Sciorra), tutucu bir italyan ailesinin kızıdır ve Paulie (John Turturo) adında bir İtalyan genciyle flörtleşmektedir. Çalıştığı ofisteki evli bir afro-amerikan mimar olan Flipper'la (Wesley Snipes) kısa sürede yakınlaşan Angie'nin bu sırrı kısa sürede açığa çıkar. Ailesinden ve çevresinden büyük tepki gören Angie, Flipper'la yaşamaya başlar. Eşinden (Lonette McKee) ve çocuğundan uzaklaşan Flipper, hem kendisinin hem de Angie'nin geleceği için iyi bir karar vermek zorundadır. 


Doğruyu Seç filminde olduğu gibi kapalı gruplar arasındaki kalıplaşmış yargılar üzerine bir film. Geleneklerine son derece düşkün İtalyan bir aile ile dertli bir siyah sülalenin mutlu ailesinin dağılması üzerine. Tüm Spike Lee filmlerinde olduğu gibi siyahlara yönelik bir tutam kayırma var, o kadarı da olsun diyelim. Bu iki film arasında bir de ''İki kadın arasında'' adlı filmi izlemeye başladım ve henüz yarılayamadan bıraktım. Yaratıcılıktan uzak, kapkatı ve kompleksli bir siyah güzellemesiydi. Spike Lee sınıfsal yaklaşıma sahip bir yönetmen değil, sistem içinde siyahların da ''beyazlar gibi'' ezen ve ezilen bölüşümüne ortak olmasına tav olacak bir adam. Arada sırada hikayenin siyahları tarafındaki sert tarafını görmesek katlanılır bir tekrar olmazdı açıkçası. 

Filmin Fragmanı

25 Aralık 2017 Pazartesi

Regarding Henry / Kendini Arayan Adam 1991



Her şerdeki hayır üzerine köpürtmeler



 J.J. Abrams günümüzün önemli yapımcılarından biri. Ülkemizde daha çok Lost adlı dizinin yaratıcısı olarak bilinse de portfolyosu oldukça dolu bir dizi ve film yazarıdır aynı zamanda. Kendini Arayan Adam'ın senaryosunu yirmi beş yaşındayken yazıp Mike Nichols gibi bir yönetmene ulaştırmış olması büyük bir olanak. Bazı insanları başarı merdivenlerinden yukarı doğru adeta itekleyerek çıkarıyorlar. Fikrin pek de geçer akçe olmadığı kavramsal metinlerin yanında Amerika ekolü hikaye ve olay anlatan senaryolar da söz konusu. Yani yapımcıya ilginç gelecek bir senaryonuzun olması gerekiyor. Kendini Arayan Adam'ın konusuna değineceğim, işte o zaman yeni bir numarası olmayan ikinci kalite bir senaryonun ve Hollywood'un farkına tekrar varmış olacağız. 



Başarılı ve hırslı avukat Henry (Harrison Ford) , eşi Sarah (Annette Bening) ve kızıyla (Kamian Allen) bile zaman geçiremeyecek kadar yoğun çalışan ve etrafındakilere değer vermeyen bir adamdır. Bir market soygununda kafasından vurulan Henry hafızasını kaybeder ve uzun bir tedavi sürecinin ardından evine döner. Her şeyi yavaş yavaş hatırlamaya çalışa Henry değişmiş, etrafındakilere ve ailesine değer veren bir adam haline gelmiştir. Geçmişte hem avukat hem de bir baba ve eş olarak yaptığı şeyleri telafi etmeye çalışacaktır.


Senaryo ortadayken kalkıp da Mike Nichols'ün ilişkilere bakışından bahsetmek saflık olur. Ortada kötülük ve hırsla bir yere varılamayacağını söyleyen, kariyer hırsını kötüleyen bir anlatı var. Bu anlatı kötü, hırslı, üst orta sınıf Amerikalıya veriliyorsa ne ala, biliyoruz ki öyle değil. Mesaj Çalışan Kız filminde olduğu gibi kalbi temiz tutan beyaz Amerikalılar için. Gelin iyisi mi oyuncularla bitirelim. Harrison Ford filmde dönüşüm yaşayan adam olarak son derece başarılı, Harrison Ford zaten farkındalığı olan iyi bir aktördür. Genç ve güzel Annette Bening, Amerikan sinemasının özel ve güçlü bir oyuncusudur ve bu filmin de şanslı taraflarından biri. 


Filmin Fragmanı

11 Haziran 2016 Cumartesi

Toto le heros / Kahraman Toto 1991

Mutlu intikam


Güzel filmlere rastlayıp birbirimize öneriyoruz, fakat kulaktan kulağa yayılan bu tür filmlerin pek kıymetli yönetmenlerinin geçmişte yaptığı işlere dönüp bakma zahmetine giren pek az sayıda izleyici var. Halbuki geride hazine bulma ihtimali o kadar sık bir biçimde gerçeğe dönüşüyor ki, şaşar kalırsınız. Yeni Ahit, 2015'in önemli filmlerinden biriydi, çok beğenmiştim. Geçmişe dönüp bir bakmak istedim.  Jaco Van Dormael neler çekmiş diye bakarken Kahraman Toto’ya rastladım.



Jaco Van Dormael’in ilk uzun metrajlı filmi Kahraman Toto, oldukça özgün bir film. Yönetmenin çok sayıda kısa film çekmiş olmasından mıdır bilinmez, filmde teknik anlamda bir acemiliğe rastlamadım. Teknik olarak zaaf içerisinde olsa bile içine çeken muhteşem konusuyla bunu görmezden gelirdim zaten. Kahraman Toto kesinlikle son zamanlarda izlediğim enteresan filmlerden biri oldu. İnsanın tuhaf hislerine yıllar geçse de içinde kalan hasrete bakış oldukça etkileyiciydi.


Zor bir çocukluk geçiren Toto’nun (Michael Bouquet, Jo De Backer, Thomas Godet) Alfred’le (Peter Böhlke, Didier Ferney, Hugo Harold-Harrison) olan çekişmesi doğdukları güne rastlamaktadır. Aynı gün ve aynı saatte doğan çocuklar arasındaki sınıf farkına rağmen Evelyn’in  (Sandrine Blancke, Gisela Uhlen, Mireille Perrier) Toto’yu tercih etmiş olması Toto’yu kahraman gibi hissettirmektedir. Evelyn’in bir yangınla birlikte ortadan kaybolması  Toto’yu yıksa da yıllar sonra karşısına çıkan kadının Evelyn olduğuna emindir. Aşkının yanı sıra hayatını Alfred’den intikam almaya adayan Toto, hem çocuk hem genç bir adam hem de bir ihtiyar olarak hep aynı şeyleri arzular.



Kişi yedisinde ne ise yetmişinde de odur deriz. Jaco Van Dormael’in film hikayesi buna dayanıyor işte. Fakat nasıl naif, nasıl zekice anlatılmış bir film olduğuna siz de tanık olacaksınız. Tuhaf komedi anlayışıyla insanı sarsmak gibi bir alışkanlığı olan Dormal’in bu ilk filmini izlemek güzel bir günün sebebidir. Ona göre iyi seyirler.

Filmin Fragmanı

The Silence of the Lambs / Kuzuların Sessizliği 1991

Çek bir Big Five



Amerikan sinemasının başka türlü bir üretkenlikle sinema salonlarında rekor üstüne rekor kırdığı yıllardı 90’lar.  1991 yapımı Kuzuların Sessizliği  ise bu yılların sembol filmlerinden biri. Oscar Ödülleri’nde Big Five olarak nitelendirilen en büyük beş ödülü alan üç filmden biri olarak da sinema tarihine başka bir damga vurmuş bir başyapıttır Kuzuların Sessizliği. Bu tür filmleri ara ara izlemeyi, belleğimde eksik kalmış noktaları tamamlamayı seviyorum. Defalarca izlemiş olmama rağmen bir gece vakti, beni ürkütmesine yeniden izin verdiğim bu filmi sizlere de hatırlatmak istedim.


Gerilim dozu yüksek filmlerde seyirciyle sürekli olarak oyun oynamaya dayalı bir reji göze çarpar. Özellikle gerilimin zirve noktasında sese dayalı bir korkutma eğilimi vardır. Yönetmen Jonathan Demme bu bakımdan övgüyü hak ediyor.  Filmin, romandan uyarlanmış olması elbette bir anlamda kılavuz vazifesi görmüştür ama yönetmenin filmi güçlü dramatik bütünlük içinde tutabilmesi ve gerilimi bu alana yedirmesi gerçekten film üzerinde mucizevi bir etki yaratmış, zira romandan uyarlanan nice filmin heba oluşuna tanık olmuşuzdur.


Başarılı bir öğrenim geçmişine sahip FBI stajyeri Clarice Starling (Jodie Foster), FBI şefi Jack Crawford’un (Scott Glenn) isteğiyle yamyam katil olarak nam salmış olan Hannibal Lecter’ı (Anthony Hopkins) yüksek güvenlikli hücresinde görmeye gider. Genç kadınların derisini yüzüp kendisine kusursuz bir kadın bedeni yaratmaya çalışan Jame Gumb (Ted Levine) hakkında Hannibal’dan bilgi almaya çalışan dedektifler, Hannibal’ı ellerinden kaçırır, ancak Gubm, Clarice’in çabasıyla yakalanacaktır.


Hikayenin işlenişinde hiçbir karmaşa yok. Her şey olanca titizliğiyle kurgulanmış ve çekilmiş. Hollywood filmlerinde teknik olarak bir kusur bulmak zaten oldukça güçtür, zira teknik yetkinliklerinin alt eşikleri bile dünyada standart haline gelmiş bir ülke sinemasından bahsediyoruz. Kuzuların Sessizlini özel kılan şey ise bu noktada içeriğin mükemmelliği ve olayı kavrayış biçimi. Kusursuz bir zekaya sahip bir seri katili daha fazla abartmak yerine psikolojik dramayı anlaşılır kılma çabası, bu filmin en özel yanı bana kalırsa. 



Bilindiği gibi Anthony Hopkins bu filmle en iyi erkek oyuncu dalında Oscar kazanmıştı. Herhalde son otuz yılın en tartışmasız oyuncu ödülü bu olmuştur. Aslında filmde toplasan 15 dakikalık bir rolü olsa da kendisini her ana yayan, üstün bir oyunculuk sergiliyor. Jodie Foster için de benzer şeyler söylemek lazım. Hem güzelliği hem muhteşem bir oyunculuğu söz konusu. İzleyici tercihleri ilginçtir. Nice sinema sevdalısının ne filmleri henüz izlemediğini bilirim. Kuzuların Sessizliğini duyup da izlememiş olanlara tavsiyemdir.

Filmin Fragmanı

6 Mayıs 2016 Cuma

Naked Lunch / Çıplak Yemek 1991



Böceklerin dünya yönettiği yıllar


Beat Kuşağı’nın önemli yazarlarından William S. Burroughs’ un aynı adlı romanını filme çekebilecek birkaç yönetmen içerisinde onun adı üst sıralarda gelirdi. Fakat Cronenberg, kitapla arasına kalın çizgiler çizip yazarı küstürecek kadar farklı bir senaryo yaratmış. Filmi, Burroughs’un kitabından tanıdık simalarla dolu ve oradan izler taşıyan bir Cronenberg işi olarak görüp öyle değerlendiriyorum. Böceklerle soğuk savaş, böceklerle bürokrasi, böceklerle cadı avı bu ikilinin düş gücünü bir araya getiriyor, meseleye bir de buradan bakmak lazım.


Öncelikle filmin 1953 New York’uyla başlaması önemli. Cadı Avı döneminin zirvesinde sürrealizmin de zirve yapmış olması şaşırtıcı değil. Bu siyasi referanslar bilenler için filmi daha anlaşılır hale getiriyor fakat ortamın gerginliğini değerlendirebileceğimiz ayrıntılara fazla yer verilmemiş. Bilinçdışının bu kadar baskın olduğu ve aslında bir bilindışı akışı filmi dememiz gereken bir filmi izlemek had safhada dikkat istiyor, böyleyken baskıcı atmosferin geriden seyretmesi biraz yorucu olabilir.

Bir böcek ilaçlama şirketinde çalışan Bill’in (Peter Weller) tek arzusu  yazar olmaktır. Ancak Bill için  başka bir öncelikli sorun vardır. Oldukça kıymetli olan böcek tozu günden güne azalan Bill, karısından (Judy Davis) şüphelenmeye başlar. Şüphesinde haklı çıkan Bill, Karısı Joan’ın tozu kendisine enjekte edip kafayı bulduğunu öğrenir.  Karısını kurtarmak için Doktor Benway’a (Roy Scheider) danışan Bill de halüsinasyonlar dünyasına bulaşır ve önce Fas’ta inzivaya çekilir sonra da bir böcek daktiloyla iletişime geçer. Karısına ikizi kadar benzeyen başka bir Joan’ı (yine Judy Davis) bu gezisinde bulan Bill, yeni bir yolculuğa çıkmaya verir ve Annexia Ülkesi’ne yol alır.



Cronenberg ve görsellik üzerine her filmde ayrı bir parantez açmak gerektiğini düşünüyorum. Çıplak Yemek’te de bir adım öteye taşıyor bu görselliği. Özellikle yaratık modelleme ve bunları gerçekle bütünleştirme konusunda eşsiz bir filmle karşı karşıyayız. İlk paragrafta belirttiğim şeyle bitirmek istiyorum. Yazarla yönetmen arasında kırgınlık yaratan farklara değinmeyi yani. Çıplak Şölen olarak okuduğumuz kitap, kendisinden sapmadan sinemaya aktarılabilir miydi? Bunu pek mümkün görmüyorum. Ancak Cronenberg’in  hem Amerikan siyasetini hem de finaldeki Annexia ülkesi zorbalığıyla Sovyetleri eleştirmiş olması onun da bu sağlam metne minnet selamıdır diye düşünüyorum.

Filmin Fragmanı