3 dakika okuma süresi
Rüzgardaki kökler
Nevada kırsalında uzun yıllardır istihdam yaratan bir alçıpan şirketinin iflasının ardından yersiz yurtsuzlaşıp minibüs ve karavanlarında yaşam mücadelesi veren bir grup insandan biri de Fern'dür. Sadece ufak ve soğuk minibüsüne değil, hayata da sığmakta zorlanan Fern (Eğrelti otu anlamına geliyor) yerleşik bir ev düzenine geçmeye ısrarla karşı gelerek boşlukta ve tek başına olmanın akışına kendisini kaptıracaktır. Chloé Zhao' nun kurduğu dünyada Fern yani Frances McDormand harici ünlü bir oyuncu bulunmuyor. Diğer oyuncular kendi adları ve çoğunlukla kendi dünyalarıyla filmin bir parçası oluyorlar. Bu anlamda filmin belgesel gerçekliğini arayan ve bir şekilde kurgunun temsil dünyasını yıkmayı hedefleyen güçlü bir tarafı olduğunu söylemeye gerek kalmıyor sanırım. İşte tam bu noktada hedeflenenle var olan arasında derin bir boşluk yaşadığımı söylemeliyim. Filmin dramadan uzaklaşma iddiası çoğu kez izleyiciyi dramaya ve yalnızlık pornosuna iten müzikal bir estetikle hasara uğratılıyor. Yani boşlukta salınan bir karakter için sürekli ''Bakın ne kadar çaresiz, ne kadar da yalnız'' diyen bir alt metin söz konusu. Ama daha da önemlisi filmin politik argümanının sakat oluşu. Yoksulluk ve çaresizlik, Zhao'nun evreninde tercih edilen bir şey gibi anlatılıyor. Tercihen yalnızlık, tercihen yoksulluk, tercihen tecrit. Son derece sorunlu ve küstah bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum. Fern, Amerikan sinemasında eşi benzeri olmayan bir karakter değil. Müthiş emsallerini sayabiliriz. Mesela 1970 yapımı Bob Rafelson şaheseri olan Five Easy Pieces filminde boşlukta salınan işçi sınıfından Robert'in kurgusal yaşamı, Nomadland'de Fern tarafından devralınıyor diyebiliriz. İki film arasındaki duygudaşlık bu manada Amerikan sinemasının güçlü birer reddiye örneği olarak ortaklaşıyor. Yalnız, bu noktada kadın karakterin tercih edilmiş yalnızlık ısrarı görece yeni bir fikir ve dönemin ruhuna da son derece uygun. Bunu şerh olarak düşmekte fayda var. Karakteri kadından seçerek her türlü sınıfsal çarpıklığı meşru gösterebileceğimiz yeni bir dönem var ne de olsa!
Fern karakterini genellikle sabit kamerayla, minimalizmin sularında izlediğimiz için bahsettiğim belgesel gerçekliği arayışı bu noktada görsel olarak da geri planda kalıyor. Fern'le ve onun hem sınıfsal hem de iradi yalnızlığıyla ortak olma biçimimiz Dardenne Kardeşler'in yaptığı gibi bizi o dünyanın içine çeken bir tavırdan yoksun. Yönetmen Chloé Zhao'nun kamera tercihleri izleyiciye bunun bir drama olduğunu gizliden gizliye telkin ediyor. Yalnızlık anlarında devreye giren duygu yüklü müzikler de cabası. Bunlar benim gibi Avrupa sinemasıyla teması güçlü olan izleyiciler için ayrıntı olarak da nitelenebilir. Kişisel bir izleme deneyiminden söz ediyoruz sonuçta. Amerikan bağımsız sinemasının Avrupa sanat sinemasının teknik kodlarıyla bire bir örtüşmesi de gerekmiyor. Sonuçta filmin, her şeye karşın sinema salonlarında, platformlarda ve yıllar sonrasında yine Amerikalı izleyiciyle temas kurabilecek yönlerinin olması elzemdir. Karaktere başka bir biçimde yaşamın imkanı sunuluyor, bir aile ortamında yaşama fikrini birkaç defa duyuyoruz. Fakat karakterimiz bunlara itibar etmeyen bir ruha sahip. Özgür irade ve yolda olma hakkını birinci ağızdan duyurması, iyiliğe ve kötülüğe dair tarafsızlığı bu filmi sınıfsallıktan koparıyor. Acıklı müzikler ve gün batımı detaylarıyla tam olarak neye içimizin parçalanmasını istedikleri ise meçhul. Filmde yalnızlar da, aileler de, göçerler de, yerleşikler de aynı oranda mutlu ya da değil. Son yıllarda Dogman'daki Marcello Fonte'nin muhteşem performansıyla birlikte anabileceğim en iyi oyunculuk performanslarından biri Frances McDormand'a ait. Bahsettiğim her şeyin ötesine bu güzide oyuncunun hikayeyi zenginleştirme çabasını yerleştiriyorum. Oscar ödülü hem Frances McDormand'a hem de Çinli çelik milyarderinin kızı Chloé Zhao'ya hayırlı olsun.