4 dakika okuma süresi
İmparatorluğun öz evlâdı
Birleşik Krallık, toprakları Kanada'dan Hindistan'a oradan Avustralya'ya kadar uzanan bugünün İngiltere'si, 19. yüzyılda en görkemli dönemini yaşıyordu. 64 yıllık saltanatıyla, Avrupa tarihine adını veren Kraliçe Viktorya dönemi, sanatından siyasetine, kolonyalizminden köleciliğine tüm derinliğiyle incelenmesi gereken bir imparatorluk çağıydı. Bu gösterişli dönem elbette tartışmasız bir sosyal çatışmayı da beraberinde getirmişti. Büyük bir çalkantı, ümitsizlik ve yoksulluk dalgası söz konusuydu. 1888 yılında ortaya çıkan Karındeşen Jack isimli efsanevi seri katil işte bu şartların ürünüydü. Londra'nın yoksul semtlerinde hayat kadınlarını hedef seçti ve bilinen beş kadını korkunç şekilde öldürdü. Alamet-i farikası olarak kullandığı edebi mektuplara ve çeşitli spekülasyonlara rağmen bu korkunç katilin kimliği günümüzde bile tahmin konusu olmaktan öteye gidemiyor. Tarihte uzun bir sıçrama yapalım. 1975 yılında İngiltere'nin kuzeyinde bulunan Yorkshire bölgesinde birbiri ardına işlenen cinayetlerde tuhaf ayrıntılar göze çarpmıştı. Katil, kurbanlarını hayat kadınları arasından seçmiş, ateşli silahlar kullanmamıştı. Polise ulaşan bir mektupta Karındeşen Jack'e atıfta bulunan katil, hayat kadını olmayan genç kadınları da öldürmeye başlayınca tüm bölgeyi korku kapladı.
Hikaye genel olarak böyle ilerliyor. Beni cezbeden, kısa bir değiniyle de olsa vurgulanan tarihsel seri katil figürü değil de günümüzden baktığımızda iyice sersemletici bir hal alan tutuculuk, acemilik ve kolluk kuvvetlerinin basiretsizliği oldu. Dört bölümlük muhteşem belgeselde dillere destan ingiliz belgeciliğinin iyi bir örneğini görüyoruz. 1975'ten bu yana özenle saklanmış fotoğraflar, videolar, tutanaklar ve belgeler övgüyü gerçekten hak ediyor. Bir diğer başarılı nokta ise sonradan gözüme çarpan ve bence belgeselin temel fikrini mükemmelen işaret eden adaletsizlik vurgusu. Arşivde bu kadar başarılı olan İngilizlerin polisiye bir vakada nal toplaması, emniyetin üst kademelerinde birbiriyle aynı bakış açısına sahip onlarca adamın aynı stratejiyle yıllarca tepe mevkileri işgal etmesi ve cinayetler konusunda aptalca hatalar yapılması, kadınların canına mâl olmuş. Üçüncü bölümden sonra burayı daha fazla dert edinerek izliyoruz. 1979-1990 arası ülkeyi yöneten kadın Başbakan Margaret Thatcher bile olayın bu kısmına kafa yormayıp, kendisini erkek dünyasında erkekleşen bir kadın figürüne dönüştürürken, bu vak'anın ucundan tutan bir kadın yetkilinin bile olmaması tuhaf bir durum.
Aptalca olarak nitelediğim hatalar, dönemin teknolojik yetersizliğiyle geçiştirilemeyecek düzeyde. Bir trafik polisinin görevini ''normal'' gayretle yapması sayesinde tesadüfen yakalanan katil Peter Sutcliffe, polisin evlere yaptığı şüpheli ziyaretlerinde defalarca polisle yüz yüze görüşmüş, daha önceki yıllarda aynı katilin saldırılarından yaralı olarak kurtulmuş kadınların beyanatları ciddiye alınmamış, hatta kadınlarla alay eden polis, onları evlerine geri göndermiş. Bir diğer önemli husus da güncelliğini tüm hızıyla korumakta aslında. ''O kadının o saatte orada ne işi varmış'' cümlesini ''Ateş olmayan yerden duman çıkmaz'' atasözüyle harmanlayan ülkemizde bu durum çok daha iyi anlaşılacaktır. Belgeselde, sokağa çıkmaktan vazgeçmeyen kadınlar konuşuyor. Erkeklerin koruması altında sokağa çıkmayı reddeden, bunu fırsata çeviren sinsi bir muhafazakârlığı sezen kadınlar için ayrı bir vurgu var. Otoritenin sanki bu cinayetleri bilerek aydınlatmadığını bile düşündüren çok önemli bir belgeselle karşı kaşıyayız. Emniyette ve her yerde kadın erkek eşitliğinin sadece sembolik bir temsil olmadığını, gerçekçi bir zorunluluk olduğunu görüyoruz. The Ripper, kan dondurucu cinayet tasvirleri ve insanı yerinden oynatacak ses efektleri olmadan bir seri katil dosyası izletiyor. Dört bölümlük belgesel, asıl korkulması gerekenler konusunda insan aklına bir çengel atıyor.
Önerilen yazı : Night Stalker: The Hunt for a Serial Killer