22 Mayıs 2016 Pazar
Maps to the Stars / Yıldız Haritası 2014
26 Aralık 2020 Cumartesi
Marlon Brando (1924-2004)
5 dakika okuma süresi
Bir aktör hatırlanıyor
İlk yıllar ve kendini arayış
Marlon Brando 1924 yılında Nebraska eyaletinin Omaha şehrinde dünyaya gelir. Çocukluk anılarına dair ilk anımsadığı, eski bir oyuncu olan annesinin alkol sorunu, sık sık evi terk edişi ve uzun süre ortadan kayboluşudur. Ailenin üzerine karabasan gibi çöken despot baba Marlon Brando Sr., Marlon Brando tarafından uzun süre affedilmez, hatta Brando onun ölümü karşısında gizli bir sevinç duyduğundan bile bahseder. Brando, babasını ''Goril gibi güçlü ve zor bir adam'' olarak tanımlar. Çocukluğunun en önemli figürü anne Dorothy Brando olmasına rağmen Brando, dadısı Ermi'ye özel bir parantez açar. Daha sonra hayatına giren tüm kadınlarda Ermi'nin sıcaklığını aradığını belirtir. Hakkında yazılmış tüm kitaplarda çocukluğuna dair güçlü bir vurgu yapması bakımından, bu girişin kaçınılmaz olduğunu düşündüm. Zira sonraki yıllarda hayata karşı takındığı tutum, erken dönemiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Hayatının büyük bölümünde psikanaliz terapileri alır ve en iyi arkadaşları psikiyatrları olur. Başarısız bir okul ve aile yaşantısından yaşantısından sonra liseyi Shattuck askeri lisesinde okumaya başlar. Bu hem ailesinden uzaklaşma hem de geleceğini inşa etme konusunda belirleyici bir karar olacaktır. Bu okulun kütüphanesindeki National Geographic dergisinde gördüğü Tahiti'deki Tetiaroa adlı adaya hayran kalır ve orta yaşlarına girdiğinde bu adayı yaşlı bir Amerikalı kadından satın alır. Askeri okuldaki varlığı uzun sürmez, disiplinsizlik nedeniyle haksız biçimde okuldan uzaklaştırılır. Kendisinden önce oyunculuk sevdasına kapılan ablası Jocelyn'in izini takip eden Brando, liseden sonra şansını oyunculukta denemek için New York'un yolunu tutar.
New York, Metot Oyunculuğu ve nihayet Oscar
New York'ta ne yapacağını iyi bilmektedir, ancak bir süre şehrin içinde oradan oraya sürüklenmeyi, o günlerin modası olan bohem yaşam tarzını denemeyi seçer. Hem annesinden aldığı referanslar ve tavsiyeler hem de ablasının varlığı sayesinde emin adımlarla ilerler. New School'da büyük sahne adamı Erwin Piscator'un öğrencisi olur, ancak yine aynı okulda tanıdığı ve okulun ruhu olarak nitelediği Stella Adler, Marlon Brando'nun oyunculuk kariyerindeki en önemli isim olacaktır. Genç yaşında büyük Rus teorisyen Konstantin Stanislavski'nin doğal oyunculuk metodunu bizzat kaynağından öğrenip, Amerika'daki öğrencilerine aktaran Adler, metot oyunculuğu kavramının yaratıcısı olmuştur. Stella Adler'e hayranlık ve büyük bir ilgi duyan Marlon Brando, Adler ve onun piyasa içinde etkili olan ailesi sayesinde o sırada kültür sanat camiâsında köşe başlarını tutan yahudilerle içli dışlı olma şansını da yakalar. I Remember Mama'da ve birkaç yıl sonra kendisini New York sahnelerinde ufak çaplı bir şöhret haline getirecek olan A Streetcar Named Desire'da (Arzu Tramvayı) oynadıktan sonra 1950 yılında Fred Zinnemann'ın The Men adlı filminde başrolde yer alır. O güne kadar kullanılmamış bir yöntem izleyerek, karakterini daha iyi anlayabilmek adına tekerlekli sandalyede uzun alıştırmalar yapar ve bir savaş gazisini ustalıkla canlandırır. Bu filmden sonraki ilk başarısını 1954 yılındaki On The Waterfront (Rıhtımlar Üzerinde) filmiyle elde ederek ilk En iyi Erkek Oyuncu dalında Oscar ödülünü kazanır. Yönetmen Elia Kazan, Stella Adler'den sonraki en büyük öğretmeni olmuştur artık. Kazan'ın kurduğu Actors Studio'nun ilk öğrencilerinden biri olan Marlon Brando, İngiliz oyuncuların tekelindeki tiyatral oyunculuk yerine karakter inşasına dayanan metot oyunculuğunun o zamana kadarki en görkemli temsillerinden birini vermiştir.
Doyum, skandal ve yeniden doğuş
60'lı yıllarda politik konularda sesini yükseltmeye başlar ve gelen senaryoların politik yönlerini eleştirip oynayacağı karakterler hakkında söz sahibi olmayı ister. Bu tutumuyla sektörün zor adamlarından biri haline gelen Brando, 50'li yıllarındaki hızlı yükseliş ivmesini kaybeder. Yine de 1964 yılında oynadığı ve nispeten önemsiz bir film olan Bedtime Story setindeki çalışma günlerini, en fazla zevk aldığı süreç olarak tanımlar. Dünya sinema tarihinin en büyük ismi olarak nitelediği Charlie Chapman'ın yönettiği 1967 yapımı A Countess From Hong Kong adlı filme büyük bir heyecanla başlar, Chapman'ın etrafına kötülük saçtığı gerekçesiyle ondan bir insan olarak nefret ederek bu filmi zorluklarla bitirir. Çalıştığı en iyi üç yönetmeni, Elia Kazan, Bernardo Bertolucci ve 1969 yılında Burn filminde bir araya geldiği Gillo Pontecorvo olarak sıralar. Burn, ne ne kadar büyük bir gişe başarısı yakalamış olmasa da Brando'nun en iyi filmlerinden biridir. 1972 yılında yazar Mario Puzo'dan aldığı özel davet mektubuyla The Godfather (Baba) filminin kadrosuna dahil olur. Efsanevi bir karakter yaratır ve buna bizzat karar verir, hatta diyaloglarına müdahale etme şartıyla filme dahil olur. Bu film ona ikinci Oscar ödülünü kazandırır. Kızılderililerin hakları üzerine yıllardır hassasiyetle eğilmiş olan Brando, ödülü alması için Kızılderili kökenli bir kadını (Sacheen Littlefeather) sahneye çıkması için ikna eder. Bu olayla birlikte artık Oscar kazanma şansını da yitirmiş olur. Baba filminden sonra Bertolucci'yle Last Tango in Paris filminde çalışır. Anılarında ve söyleşilerinde inkar etse de Yönetmen Bertolucci'yle birlikte başroldeki kadın oyuncu Maria Schneider'a komplo kurup, tecavüz sahnesini onun haberi olmadan çekerler. Gerçekçilik uğruna yapılan bu korkunç hareket ne yazık ki onu piyasadan silmeye yetmez. Cılız da olsa bazı sesler yükselir, zaten Brando, sadece para için oyunculuk yaptığını başından beri söylemektedir. Kariyeri de yaşı da ilerlemiş, sinema dünyası değişmiştir. 1979 yılında The Godfather filminin yönetmeni Francis Ford Coppola'dan gelen teklifle kimi eleştirmenler tarafından gelmiş geçmiş en iyi oyunculuk performansı sayılan Apocalypse Now (Kıyamet) filmindeki Albay Kurtz karakterine hayat verir.
Anılarından izlenimlere
Marlon Brando'yu, anılar ve söyleşiler yoluyla kavrayabilmek oldukça zor. Kendi ifadesiyle gerçeği eğip bükmeyi, abartmayı ve yer yer yalan söylemeyi seviyor. Şimdiye kadar okuduğum tüm biyografi kitaplarında bazı hikayeleri farklı şekilde anlattığına bizzat tanık oldum. Zor bir çocukluk, baba baskısı ve kayıp anne figürü yüzünden incinen benliğini benliğini onarabilmek için egosunu fazlaca merkeze alıyor. James Dean için benim taklitçimdi diyebiliyor, Elvis Presley'in, siyahilerin müziğini çalarak ünlü olduğundan bahsedebiliyor, Marilyn Monroe'yla yaşadığı aşkı ballandıra ballandıra anlatabiliyor. 1953'te oynadığı The Wild One filminde canlandırdığı asi genç karakter sayesinde Amerikan toplumunu dönüştürdüğünü iddia etmekten de çekinmiyor. Hakkında iddialı açıklamalar yaptığı kimseler bu söyleşiler sırasında yaşamıyordu, bu yüzden gerçeği bilemeyeceğiz. Ancak bir şekilde aynı yıllarda popüler olduğu figürlere karşı hırs beslediği aşikâr. Büyük bir oyuncu olarak insanlara sahte hikayeler anlatmayı sevdiği inkâr etmemesi ve ilgiyi üzerinde toplamaya bayılması dışında, 1950'li ve 60'lı yıllarda müthiş bir şöhret yaşadığına hiç şüphe yok. Politik olarak Yahudilerle içli dışlı olması sayesinde sektörde hızlı bir tırmanış yaşadığını kendisi zaten ima ediyor. Siyahilerin ve Kızılderililerin hareketini samimiyete desteklediğini de biliyoruz. Yine de politik figür olmak gibi bir derdi yok. Zira cadı avı döneminde Hollywood'taki solcuları ispiyonlayan Elia Kazan'la bağını hiç koparmamış, hatta bu olaydan sonra bile onun filminde oynamış bir aktördür Marlon Brando. Daha fazlasını yazmayı isterdim, oğlunu hapse, kızını intihara sürükleyen olaylardan bahsedebilirdim. Dondurmaya bayıldığını, hatta her gün en az yarım kilo dondurma yediğini, eski eşlerinin ondan nefret ettiğini söyleyebilirdim. Onun yerine Türkçe olarak yayımlanmış tek ciddi kitap olan Brando: Annemin Öğrettiği Şarkılar'ı okumanızı önereyim.
30 Kasım 2020 Pazartesi
Üç Maymun (2008)
2 dakika okuma süresi
Yalnız ve güzel bir ülkede
Taşra Üçlemesi'nin ardından 2006'daki İklimler'le yine kendisine has ve yalnız bir hikaye anlatan Nuri Bilge Ceylan, bir sonraki filminin ekranlara düşen fragmanıyla sinemaseverleri epey şaşırtmıştı. Görsel olarak bambaşka bir dünya, ilk kez ailesinden olmayan oyuncular, üstelik minimalizmden uzak, görsel efekte boğulmuş bir filmdi Üç Maymun. Bu, onun sinemasında oldukça deneysel bir serüven olmasının yanı sıra başka kırılmaları da tetikledi. Cannes'da Hollywood'un efsanevi aktristi Faye Dunaway'ın elinden aldığı En İyi Yönetmen ödülü sonrası ''bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme armağan ediyorum'' diyordu. Daha önce herhangi bir konuda fikrini beyan etmemiş bir yönetmen olarak, bu masumane sözüyle bile kimilerince övüldü, kimilerince yerildi. Üstüne üstlük, köşe bucak saklanan NBC, sinema magazinine malzeme haline getirildi. Bu filmin senaryosunun aslında Zeki Demirkubuz'un fikrine dayandığı söylendi, araları bu yüzden açıldı. Tartışmalar, spekülasyonlar, kazanılamayan Altın Portakal ödülü ve saire. 2008, Nuri Bilge Ceylan için epey farklı bir yıl oldu. Şu ya da bu şekilde, Üç Maymun'un, Yılmaz Güney'in 1971 yapımı Baba filminin günümüze uyarlanmış hali olduğu konusunda hemfikiriz.
Yaklaşan genel seçimlerde muhalefetten milletvekili adayı olan iş adamı Servet (Ercan Kesal), bir gece vakti, ıssız orman yolunda birine çarparak ölümüne sebep olur. Siyasi kariyerini öne sürerek, o sırada yanında olmayan şoförü Eyüp'ten (Yavuz Bingöl) yardım ister. Kendisinin yerine suçu üstlenmesi karşılığında maddi yardımda bulunup, sonrasında toplu para vereceğini söyler. Çaresiz kalan Eyüp, bu durumu kabul eder ve hapishaneye girer. Eyüp'ün oğlu İsmail (Ahmet Rıfat Şungar), araba alabilmek için annesini ikna eder. Anne Hacer (Hatice Aslan), Servet'in yanına gider ve durumu anlatır. Servet, durumdan yararlanıp Hacer'le birlikte olur. Durumu hem İsmail, hem de hapisten çıkan Eyüp öğrenir. Bir gün Servet'in ölüm haber gelir. Aile, bu durumu çözüp ayakta kalabilmek için bir karar vermek zorundadır.
Ercan Kesal'la Nuri Bilge Ceylan'ın senaryodaki iki filmlik birlikteliğini başlatan Üç Maymun, NBC sinemasında ayrıksı duran, bütün bir filmografiyle pek örtüşmeyen ve açıkçası sadece ''Yeni'' Nuri Bilge Ceylan'a geçişte aracı olabilecek bir film. Yenilikçi kurgu ve color correction denemesi, hikayenin soluk ve defalarca tekrarlanmış konusuna yeni bir dokunuş sağlıyor, rejide büyük bir ustalık söz konusu, ancak nafile. Yeşilçam'ın melodram ve acı sosuyla sunduğu yıllanmış bir hikayeden, maalesef NBC dokunuşuyla farklı bir film çıkmıyor. Bu hikayedeki saf arabesk çatı, tipik bir Zeki Demirkubuz filmine ait. Hacer karakterindeki aldatmaya teşne, güce tapan, körü körüne riske giren ve oğlu dahil her şeyi feda etmeye hazır kadın figürü ve Eyüp'teki iğdiş edilmiş, sineye çekmiş koca tasviri, filmin ilk yarısında gördüğümüz bu insanların varoluş biçimlerine bu kadar ters kalmamalıydı, bu karakterlerin dünyası bu kadar cevapsız bırakılmamalıydı. Reji anlamında ustalık gösterisi olan film, benim açımdan Nuri Bilge Ceylan sinemasının zayıf halkası.
Filmin fragmanı
28 Haziran 2016 Salı
Bonnie and Clyde 1967
İşte biz o gün tükeneceğiz
28 Aralık 2017 Perşembe
Last Cab to Darwin / Darwin'e Son Taksi 2015
Ölüme rezervasyon
Avustralya sinemasını özel bir kategoride değerlendirebilecek kadar yakından tanımıyorum. Majör ülke sinemaları gibi ardı ardına iyi örnekler vermiş, özgün, en önemlisi belirli dönemleriyle farklılıklar yaratmış bir sinema olmadığını biliyorum en azından. Özellikle Hollywood'a kazandırdığı yıldızlar ve yönetmenlerle, bir de ara sıra gözümüze ilişen kaliteli filmlerle adını hatırladığımız Avustralya'dan yeni bir iyi örnekle karşınızdayım: Darwin'e Son Taksi. Kimi sinefil arkadaşlarımın yoğun ısrarıyla izlediğim Darwin'e Son Taksi açıkçası beklentimin epey üzerinde sağlam bir film.
12 Aralık 2017 Salı
El Cuerpo / Ceset 2012
İyi bir başlangıç
9 Kasım 2020 Pazartesi
Journeyman (2017)
Son dövüş
Dünya orta siklet boks şampiyonu ünvanı bulunan Matty Burton (Paddy Considine), büyük bir para karşılığında son maçına çıkmayı kabul eder. Tek amacı yeni doğmuş olan kızı Mia (Lainie Duffy) ve eşi Emma (Jodie Whittaker) için daha huzurlu bir hayat standardı sağlamaktır. Kendisinden daha genç ve oldukça hırslı olan rakibi Andre Bryte (Anthony Welsh) ile çıktığı maçta başına aldığı bir darbe sonucu yere yığılır. Daha önce defalarca aldığı darbelerin üstüne eklenen bu son yumrukla kısa bir komaya giren Burton, komadan sonra beyin ve beden fonksiyonlarını yitirmiş bir adam olarak büyük bir sınav verir. Öfke patlamaları ve bebeğiyle olan iletişimdeki tuhaflıklar sebebiyle eşi tarafından terk edilen Burton, kendisini iyileştirmek için çabalamaya başlar.
Matty Burton, hikayenin başında karizmatik bir erkek, kibar bir eş ve aynı zamanda hırçın rakibine karşı bilge bir ağabey olarak tasvir edilirken filmin kırılma anından itibaren tüm bu özellikler aynı sırayla tersyüz ediliyor. Altı bezlenen, eşine şiddet uygulayan, öfke nöbetlerine kapılan yeni Burton, Rocky filmlerinde rastlayamayacağımız bir anti-kahraman olarak devam etmenin yollarını arıyor. Bir daha asla eskisi gibi olamayacağıyla yüzleşip beynini iyileştirmenin peşine düştüğü süre boyunca film akıcılığını yitirmiyor, ama açıkçası seyircinin tahmin sınırlarını da aşamıyor. Karakter dönüşümü için bir yazarla ortak çalışması, bu filmi epey yükseklere taşırdı sanıyorum. Çünkü unutulan ve zamanı geldiğinde bir anda etkisizce beliren vodvil karakterler var. Boksörün dünyasından hiç kopamadığımız anda diğer karakterler işlemiyor. En önemlisi devrik bir iktidar meselesi söz konusu. Tam bu noktada eş karakteri çok yüzeysel kalmış durumda. Paddy Considine, için ise işler yolunda. Karakterini ve hikayeyi kendisi yaratığı için kendi konfor alanını yaratıp başarılı bir performans sergiliyor. Gişede büyük bir hüsrana uğradığı için bir daha film çekmeyeceğini söylemiş olsa da kararını değiştirebileceği ümidiyle bekliyoruz.
Filmin fragmanı
25 Aralık 2017 Pazartesi
Regarding Henry / Kendini Arayan Adam 1991
Her şerdeki hayır üzerine köpürtmeler
J.J. Abrams günümüzün önemli yapımcılarından biri. Ülkemizde daha çok Lost adlı dizinin yaratıcısı olarak bilinse de portfolyosu oldukça dolu bir dizi ve film yazarıdır aynı zamanda. Kendini Arayan Adam'ın senaryosunu yirmi beş yaşındayken yazıp Mike Nichols gibi bir yönetmene ulaştırmış olması büyük bir olanak. Bazı insanları başarı merdivenlerinden yukarı doğru adeta itekleyerek çıkarıyorlar. Fikrin pek de geçer akçe olmadığı kavramsal metinlerin yanında Amerika ekolü hikaye ve olay anlatan senaryolar da söz konusu. Yani yapımcıya ilginç gelecek bir senaryonuzun olması gerekiyor. Kendini Arayan Adam'ın konusuna değineceğim, işte o zaman yeni bir numarası olmayan ikinci kalite bir senaryonun ve Hollywood'un farkına tekrar varmış olacağız.