Cinepopularica: Oscar sorgusuna yönelik arama sonuçları
Oscar sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster
Oscar sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster

27 Şubat 2021 Cumartesi

The Broken Circle Breakdown / Kırık Çember (2012)


 3 dakika okuma süresi



Tepeden tırnağa yaralı



The Broken Circle Breakdown / Kırık Çember  (2012)

Felix van Groeningen'i 2009 yılında vizyona giren De helaasheid der dingen ( Çölde Kutup Ayısı) filmiyle tanımıştım. Bol karakterli, enteresan bir arka planı olan, delişmen bir filmdi. Çok değil 11 yıl evvel daha farklı bir sinema evrenindeymişiz. Her ne kadar filme çarpılmış olmasam da dünyanın farklı noktalarından yükselen farklı seslere ve isimlere daha fazla kulak kabarttığımız günlerdi. O filmden üç sene sonra çektiği The Broken Circle Breakdown 2013 yılında çok sayıda festivalde önemli ödüller kazandı, nihayetinde 2014 Oscar törenindeki Yabancı Dilde En İyi Film ödülü için en güçlü adaylardan biri oldu. Ödülü, o yılın en iyi Avrupa filmi olan La Grande Bellezza'ya (Muhteşem Güzellik) kaptırdı. O vakitler bir kez izlediğim Kırık Çember'i şu günlerde yine bitirdim. Artık, Amerika sinemasına transferi gerçekleşmiş olan Felix van Groeningen, bir aile trajedisini aktardığı filminin yan hikayesine George W. Bush döneminin kökten değişen dünya pratiğini ve köktenciliğin reddiyesini yerleştiriyor. Yani birbirini besleyen iki çelişkiyi.

The Broken Circle Breakdown / Kırık Çember  (2012)

Kısa bir karşılaşmanın ardından birbirlerine hızla aşık olan Didier (Johan Heldenbergh) ve Elise (Veerle Baetens), birbirlerinden son derece farklı iki karakterdir. Mantığına sığınan, inançsız Didier tamamen içine dönmüş, inzivaya çekilmiş bir adam, çılgın ve tutkulu Elise ise maneviyattan beslenen bir kadındır. İkisinin de beklemediği bir hamilelikten doğan kızları Maybelle (Nell Cattrysse), henüz altı yaşındayken kansere yakalanır ve tüm çabalara rağmen ölür. Didier ve Elise, sürekli geçmişle bugün arasında gidip gelen bilinçlerinde ilişkilerini sorgular ve kendileri suçlamaya başlarlar. 

The Broken Circle Breakdown / Kırık Çember  (2012)

Felix van Groeningen'in yarattığı bilinç akışı evreninde hikaye, kurgusal olarak geçmiş ve günümüz arasında mekik dokuyor. Zamanda yaşadığımız sıçramalar yoluyla da aslında hem Elise'nin maneviyata yüklediği anlama hem de Didier'in dinlere ve devletlere kustuğu nefrete tanık oluyoruz. Nesneleştirilen görüntüler 11 Eylül saldırılarına kadar ilerliyor, hatta bazı sahnelerde din ve inancın her türlüsü topa tutuluyor. Ve biz aslında Felemenkçe bir Amerikan filmi izliyoruz. Filmin formu ve yapısı, hatta karakterlerin prototipi, tamamen Amerikan taşrasından fırlamış. Duygusal bir metin, iyi bir oyunculuk ve hikaye barındırmasına karşın benim açımdan baş tacı edilecek bir film değil. Müzikal bir form ve şablon finalle sonlanıyor oluşu da meylettiği Amerikan sinemasını göz önüne aldığımızda şaşılacak şey değil. Yine de kurgusu, karakterlerini başarıyla var edebilmesi, en önemlisi de hikayenin temposu bakımından takdir edilesi bir aile draması.

Filmin Fragmanı

6 Şubat 2021 Cumartesi

Nomadland (2020)

 3 dakika okuma süresi


Rüzgardaki kökler


Nomadland (2020)

Fern (Frances McDormand), minibüsüne biner ve What Child is This? ilahisini mırıldanarak hikayesini anlatmaya başlar. Bu, tanrıya ve doğaya sığınma temalı meşhur bir yalnız çoban ilahisidir aynı zamanda. Nomadland, sinemaseverlerin uzun süredir gösterime girmesini bekledikleri bir film. Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan, Toronto Film Festivali'nde People's Choice Award (Halkın Seçimi) ödüllerini kazandıktan sonra beklenti ister istemez arttı. Birçok sinema yazarı tarafından 2020'nin en iyi filmi olarak lanse edildikten sonra filmin etrafındaki merak halkası daha da büyüdü. Vizyonu merak konusu olan film, önerilmeyen mecralarda gösterilmeye başlanınca bir şekilde hakkındaki yazılar çiziler de kendilerini göstermeye başladı. Amerika Kıtası içinde katıldığı hemen her festivalden bir şekilde ödülle dönen film, daha çok başrol oyuncusu Frances McDormand'ın eşsiz oyunculuğuna atıf yapılarak öne çıkarılmıştı. Şimdiye kadar kazanılan ödüllerin ağırlığına dayanarak bu yıl bir şekilde gerçekleştirilmeye çalışılan Oscar ödül töreninde muhtemelen en iyi kadın oyuncu ödülü Frances McDormand'a gidecek. Çinli kadın yönetmen Chloé Zhao tarafından Jessica Bruder'ın aynı adlı kitabından uyarlanan film, kahramanın yolculuğu temasına ve klasik drama çatısına kökten karşı gelen bir varoluş anlatısı. Bu anlamda klasik anlatıya ve bilhassa aksiyona meyleden seyirciyi büyük hayal kırıklığına uğratacağına şüphe yok. Ancak, varoluş anlatılarına karşı özel ilgi duyan benim gibi sinemaseverler için bile, filmin kimi yönlerden ciddi ciddi eleştirilecek, tatminsizlik yaratabilecek yanları olduğu su götürmez bir gerçek.

Nomadland (2020)

Nevada kırsalında uzun yıllardır istihdam yaratan bir alçıpan şirketinin iflasının ardından yersiz yurtsuzlaşıp minibüs ve karavanlarında yaşam mücadelesi veren bir grup insandan biri de Fern'dür. Sadece ufak ve soğuk minibüsüne değil, hayata da sığmakta zorlanan Fern (Eğrelti otu anlamına geliyor) yerleşik bir ev düzenine geçmeye ısrarla karşı gelerek boşlukta ve tek başına olmanın akışına kendisini kaptıracaktır. Chloé Zhao' nun kurduğu dünyada Fern yani Frances McDormand harici ünlü bir oyuncu bulunmuyor. Diğer oyuncular kendi adları ve çoğunlukla kendi dünyalarıyla filmin bir parçası oluyorlar. Bu anlamda filmin belgesel gerçekliğini arayan ve bir şekilde kurgunun temsil dünyasını yıkmayı hedefleyen güçlü bir tarafı olduğunu söylemeye gerek kalmıyor sanırım. İşte tam bu noktada hedeflenenle var olan arasında derin bir boşluk yaşadığımı söylemeliyim. Filmin dramadan uzaklaşma iddiası çoğu kez izleyiciyi dramaya ve yalnızlık pornosuna iten müzikal bir estetikle hasara uğratılıyor. Yani boşlukta salınan bir karakter için sürekli ''Bakın ne kadar çaresiz, ne kadar da yalnız'' diyen bir alt metin söz konusu. Ama daha da önemlisi filmin politik argümanının sakat oluşu. Yoksulluk ve çaresizlik, Zhao'nun evreninde tercih edilen bir şey gibi anlatılıyor. Tercihen yalnızlık, tercihen yoksulluk, tercihen tecrit. Son derece sorunlu ve küstah bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum. Fern, Amerikan sinemasında eşi benzeri olmayan bir karakter değil. Müthiş emsallerini sayabiliriz. Mesela 1970 yapımı Bob Rafelson şaheseri olan Five Easy Pieces filminde  boşlukta salınan işçi sınıfından Robert'in kurgusal yaşamı, Nomadland'de  Fern tarafından devralınıyor diyebiliriz. İki film arasındaki duygudaşlık bu manada Amerikan sinemasının güçlü birer reddiye örneği olarak ortaklaşıyor. Yalnız, bu noktada kadın karakterin tercih edilmiş yalnızlık ısrarı görece yeni bir fikir ve dönemin ruhuna da son derece uygun. Bunu şerh olarak düşmekte fayda var. Karakteri kadından seçerek her türlü sınıfsal çarpıklığı meşru gösterebileceğimiz yeni bir dönem var ne de olsa!

Nomadland (2020)

Fern karakterini genellikle sabit kamerayla, minimalizmin sularında izlediğimiz için bahsettiğim belgesel gerçekliği arayışı bu noktada görsel olarak da geri planda kalıyor. Fern'le ve onun hem sınıfsal hem de iradi yalnızlığıyla ortak olma biçimimiz Dardenne Kardeşler'in yaptığı gibi bizi o dünyanın içine çeken bir tavırdan yoksun. Yönetmen Chloé Zhao'nun kamera tercihleri izleyiciye bunun bir drama olduğunu gizliden gizliye telkin ediyor. Yalnızlık anlarında devreye giren duygu yüklü müzikler de cabası. Bunlar benim gibi Avrupa sinemasıyla teması güçlü olan izleyiciler için ayrıntı olarak da nitelenebilir. Kişisel bir izleme deneyiminden söz ediyoruz sonuçta. Amerikan bağımsız sinemasının Avrupa sanat sinemasının teknik kodlarıyla bire bir örtüşmesi de gerekmiyor. Sonuçta filmin, her şeye karşın sinema salonlarında, platformlarda ve yıllar sonrasında yine Amerikalı izleyiciyle temas kurabilecek yönlerinin olması elzemdir. Karaktere başka bir biçimde yaşamın imkanı sunuluyor, bir aile ortamında yaşama fikrini birkaç defa duyuyoruz. Fakat karakterimiz bunlara itibar etmeyen bir ruha sahip. Özgür irade ve yolda olma hakkını birinci ağızdan duyurması, iyiliğe ve kötülüğe dair tarafsızlığı bu filmi sınıfsallıktan koparıyor. Acıklı müzikler ve gün batımı detaylarıyla tam olarak neye içimizin parçalanmasını istedikleri ise meçhul.  Filmde yalnızlar da, aileler de, göçerler de, yerleşikler de aynı oranda mutlu ya da değil. Son yıllarda Dogman'daki Marcello Fonte'nin muhteşem performansıyla birlikte anabileceğim en iyi oyunculuk performanslarından biri Frances McDormand'a ait. Bahsettiğim her şeyin ötesine bu güzide oyuncunun hikayeyi zenginleştirme çabasını yerleştiriyorum. Oscar ödülü hem Frances McDormand'a hem de Çinli çelik milyarderinin kızı Chloé Zhao'ya hayırlı olsun. 

Filmin fragmanı

26 Aralık 2020 Cumartesi

Marlon Brando (1924-2004)

5 dakika okuma süresi


Bir aktör hatırlanıyor



Marlon Brando (1924-2004)

İlk yıllar ve kendini arayış

Marlon Brando 1924 yılında Nebraska eyaletinin Omaha şehrinde dünyaya gelir. Çocukluk anılarına dair ilk anımsadığı, eski bir oyuncu olan annesinin alkol sorunu, sık sık evi terk edişi ve uzun süre ortadan kayboluşudur. Ailenin üzerine karabasan gibi çöken despot baba Marlon Brando Sr., Marlon Brando tarafından uzun süre affedilmez, hatta Brando onun ölümü karşısında gizli bir sevinç duyduğundan bile bahseder. Brando, babasını ''Goril gibi güçlü ve zor bir adam'' olarak tanımlar. Çocukluğunun en önemli figürü anne Dorothy Brando olmasına rağmen Brando, dadısı Ermi'ye özel bir parantez açar. Daha sonra hayatına giren tüm kadınlarda Ermi'nin sıcaklığını aradığını belirtir. Hakkında yazılmış tüm kitaplarda çocukluğuna dair güçlü bir vurgu yapması bakımından, bu girişin kaçınılmaz olduğunu düşündüm. Zira sonraki yıllarda hayata karşı takındığı tutum, erken dönemiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Hayatının büyük bölümünde psikanaliz terapileri alır ve en iyi arkadaşları psikiyatrları olur. Başarısız bir okul ve aile yaşantısından yaşantısından sonra liseyi Shattuck askeri lisesinde okumaya başlar. Bu hem ailesinden uzaklaşma hem de geleceğini inşa etme konusunda belirleyici bir karar olacaktır. Bu okulun kütüphanesindeki National Geographic dergisinde gördüğü Tahiti'deki Tetiaroa adlı adaya hayran kalır ve orta yaşlarına girdiğinde bu adayı yaşlı bir Amerikalı kadından satın alır. Askeri okuldaki varlığı uzun sürmez, disiplinsizlik nedeniyle haksız biçimde okuldan uzaklaştırılır. Kendisinden önce oyunculuk sevdasına kapılan ablası Jocelyn'in izini takip eden Brando, liseden sonra şansını oyunculukta denemek için New York'un yolunu tutar.

Marlon Brando (1924-2004)

New York, Metot Oyunculuğu ve nihayet Oscar

New York'ta ne yapacağını iyi bilmektedir, ancak bir süre şehrin içinde oradan oraya sürüklenmeyi, o günlerin modası olan bohem yaşam tarzını denemeyi seçer. Hem annesinden aldığı referanslar ve tavsiyeler hem de ablasının varlığı sayesinde emin adımlarla ilerler. New School'da büyük sahne adamı Erwin Piscator'un öğrencisi olur, ancak yine aynı okulda tanıdığı ve okulun ruhu olarak nitelediği Stella Adler, Marlon Brando'nun oyunculuk kariyerindeki en önemli isim olacaktır. Genç yaşında büyük Rus teorisyen Konstantin Stanislavski'nin doğal oyunculuk metodunu bizzat kaynağından öğrenip, Amerika'daki öğrencilerine aktaran Adler, metot oyunculuğu kavramının yaratıcısı olmuştur. Stella Adler'e hayranlık ve büyük bir ilgi duyan Marlon Brando, Adler ve onun piyasa içinde etkili olan ailesi sayesinde o sırada kültür sanat camiâsında köşe başlarını tutan yahudilerle içli dışlı olma şansını da yakalar. I Remember Mama'da ve birkaç yıl sonra kendisini New York sahnelerinde ufak çaplı bir şöhret haline getirecek olan A Streetcar Named Desire'da (Arzu Tramvayı) oynadıktan sonra 1950 yılında Fred Zinnemann'ın The Men adlı filminde başrolde yer alır. O güne kadar kullanılmamış bir yöntem izleyerek, karakterini daha iyi anlayabilmek adına tekerlekli sandalyede uzun alıştırmalar yapar ve bir savaş gazisini ustalıkla canlandırır. Bu filmden sonraki ilk başarısını 1954 yılındaki On The Waterfront (Rıhtımlar Üzerinde) filmiyle elde ederek ilk En iyi Erkek Oyuncu dalında Oscar ödülünü kazanır. Yönetmen Elia Kazan, Stella Adler'den sonraki en büyük öğretmeni olmuştur artık. Kazan'ın kurduğu Actors Studio'nun ilk öğrencilerinden biri olan Marlon Brando, İngiliz oyuncuların tekelindeki tiyatral oyunculuk yerine karakter inşasına dayanan metot oyunculuğunun o zamana kadarki en görkemli temsillerinden birini vermiştir. 

Marlon Brando (1924-2004)

Doyum, skandal ve yeniden doğuş 

60'lı yıllarda politik konularda sesini yükseltmeye başlar ve gelen senaryoların politik yönlerini eleştirip oynayacağı karakterler hakkında söz sahibi olmayı ister. Bu tutumuyla sektörün zor adamlarından biri haline gelen Brando, 50'li yıllarındaki hızlı yükseliş ivmesini kaybeder. Yine de 1964 yılında oynadığı ve nispeten önemsiz bir film olan Bedtime Story setindeki çalışma günlerini, en fazla zevk aldığı süreç olarak tanımlar. Dünya sinema tarihinin en büyük ismi olarak nitelediği Charlie Chapman'ın yönettiği 1967 yapımı A Countess From Hong Kong adlı filme büyük bir heyecanla başlar, Chapman'ın etrafına kötülük saçtığı gerekçesiyle ondan bir insan olarak nefret ederek bu filmi zorluklarla bitirir. Çalıştığı en iyi üç yönetmeni, Elia Kazan, Bernardo Bertolucci ve 1969 yılında Burn filminde bir araya geldiği Gillo Pontecorvo olarak sıralar. Burn, ne ne kadar büyük bir gişe başarısı yakalamış olmasa da Brando'nun en iyi filmlerinden biridir. 1972 yılında yazar Mario Puzo'dan aldığı özel davet mektubuyla The Godfather (Baba) filminin kadrosuna dahil olur. Efsanevi bir karakter yaratır ve buna bizzat karar verir, hatta diyaloglarına müdahale etme şartıyla filme dahil olur. Bu film ona ikinci Oscar ödülünü kazandırır. Kızılderililerin hakları üzerine yıllardır hassasiyetle eğilmiş olan Brando, ödülü alması için Kızılderili kökenli bir kadını (Sacheen Littlefeather) sahneye çıkması için ikna eder. Bu olayla birlikte artık Oscar kazanma şansını da yitirmiş olur. Baba filminden sonra Bertolucci'yle Last Tango in Paris filminde çalışır. Anılarında ve söyleşilerinde inkar etse de Yönetmen Bertolucci'yle birlikte başroldeki kadın oyuncu Maria Schneider'a komplo kurup, tecavüz sahnesini onun haberi olmadan çekerler. Gerçekçilik uğruna yapılan bu korkunç hareket ne yazık ki onu piyasadan silmeye yetmez. Cılız da olsa bazı sesler yükselir, zaten Brando, sadece para için oyunculuk yaptığını başından beri söylemektedir. Kariyeri de yaşı da ilerlemiş, sinema dünyası değişmiştir. 1979 yılında The Godfather filminin yönetmeni Francis Ford Coppola'dan gelen teklifle kimi eleştirmenler tarafından gelmiş geçmiş en iyi oyunculuk performansı sayılan Apocalypse Now (Kıyamet) filmindeki Albay Kurtz karakterine hayat verir. 

Marlon Brando (1924-2004)

Anılarından izlenimlere

Marlon Brando'yu, anılar ve söyleşiler yoluyla kavrayabilmek oldukça zor. Kendi ifadesiyle gerçeği eğip bükmeyi, abartmayı ve yer yer yalan söylemeyi seviyor. Şimdiye kadar okuduğum tüm biyografi kitaplarında bazı hikayeleri farklı şekilde anlattığına bizzat tanık oldum. Zor bir çocukluk, baba baskısı ve kayıp anne figürü yüzünden incinen benliğini benliğini onarabilmek için egosunu fazlaca merkeze alıyor. James Dean için benim taklitçimdi diyebiliyor, Elvis Presley'in, siyahilerin müziğini çalarak ünlü olduğundan bahsedebiliyor, Marilyn Monroe'yla yaşadığı aşkı ballandıra ballandıra anlatabiliyor. 1953'te oynadığı The Wild One filminde canlandırdığı asi genç karakter sayesinde Amerikan toplumunu dönüştürdüğünü iddia etmekten de çekinmiyor. Hakkında iddialı açıklamalar yaptığı kimseler bu söyleşiler sırasında yaşamıyordu, bu yüzden gerçeği bilemeyeceğiz. Ancak bir şekilde aynı yıllarda popüler olduğu figürlere karşı hırs beslediği aşikâr. Büyük bir oyuncu olarak insanlara sahte hikayeler anlatmayı sevdiği inkâr etmemesi ve ilgiyi üzerinde toplamaya bayılması dışında, 1950'li ve 60'lı yıllarda müthiş bir şöhret yaşadığına hiç şüphe yok. Politik olarak Yahudilerle içli dışlı olması sayesinde sektörde hızlı bir tırmanış yaşadığını kendisi zaten ima ediyor. Siyahilerin ve Kızılderililerin hareketini samimiyete desteklediğini de biliyoruz. Yine de politik figür olmak gibi bir derdi yok. Zira cadı avı döneminde Hollywood'taki solcuları ispiyonlayan Elia Kazan'la bağını hiç koparmamış, hatta bu olaydan sonra bile onun filminde oynamış bir aktördür Marlon Brando. Daha fazlasını yazmayı isterdim, oğlunu hapse, kızını intihara sürükleyen olaylardan bahsedebilirdim. Dondurmaya bayıldığını, hatta her gün en az yarım kilo dondurma yediğini, eski eşlerinin ondan nefret ettiğini söyleyebilirdim. Onun yerine Türkçe olarak yayımlanmış tek ciddi kitap olan Brando: Annemin Öğrettiği Şarkılar'ı okumanızı önereyim.

18 Aralık 2020 Cuma

Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas (1995)

2 dakika okuma süresi


Nihâyete adım adım


Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas (1995)

Mike Figgis, 1995 yılında çektiği Leaving Las Vegas filmine kadar, yaklaşık on yıllık yönetmenlik kariyerine birkaç iyi film, dizi ve belgesel sığdırmış, yaratıcı ve üretken bir sinemacı. Leaving Las Vegas'ı önce bir televizyon filmi projesi olarak tasarlar, hatta 35 mm yerine 16 mm kamerayla çeker, fakat yapım sırasında bunun bir sinema filmi olması gerektiğine karar verilir. John O'Brien'ın aynı adlı romanından ve senaryosundan hareketle, çekimler başlar. Yazar O'Brian iki hafta sonra intihar eder, çekimler durur. Projeyi rafa kaldırma düşüncesi tartışılırken, bu filmi ona adama kararı alıp devam ederler. Belli ki bir mesaj vermiş ve kendisini ölümsüzleştirmek için böyle bir yol seçmiş, ya da yazdığı filmdeki gibi adım adım o yola ilerlemiştir. Bu olaydan sonra başroldeki Nicolas Cage, filmdeki karakterine daha sıkı sarılır, hatta koluna bizzat John O'Brien'a ait kol saatini takıp, belki de metot oyunculuğunun gereğini yerine getirir. Yazara, yönetmene ve başrol oyuncusuna dair verdiğim tüm bu bilgiler filmin içeriğiyle tamamen örtüştüğü gibi, Nicolas Cage'e de ilk ve tek En İyi Erkek Oyuncu Oscar heykelciğini kazandırır. 

Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas (1995)

Senarist Ben Sanderson (Nicolas Cage), yanına oğlunu da alıp kendisini terk eden karısının ardından büyük bir bunalıma girer, ya da zaten öteden beri bunalımın içindedir. Delicesine içen ve içerek ölmeyi tasarlayan Ben, hayatının bu döneminde maddi sıkıntılar da çekmeye başlar. Yalnız kalmamak için teselliyi hayat kadınlarında arayan Ben'in yolu, bir gün Sera (Elisabeth Shueadındaki bir hayat kadınıyla kesişir. Sera da geçmişinden gelen travmaları atlatmak için psikolojik yardım alan bir kadındır. Ben Sanderson'un bitik, çaresiz ve beş parasız halinde tanıdık bir şeyler bulan Sera'nın içinde şefkat ve aşk hisleri uyanır. İkisi de birbirine tutunacaktır. Ama Ben Sanderson delicesine içmeyi bırakamaz.

Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas (1995)

Adına dipsomani denen bir arızalı ruh hali var. Şişenin dibini görmek ve delice içmek anlamına geliyor. Filmin başından itibaren Ben Sanderson'un muzdarip olduğu hâl bu. Karısı ve oğluyla yolunun ayrılmış olduğuna dair bir sekans, sadece öfke dolu bir sahnedeki diyaloglarla -o da üstü kapalı olarak- kendisini belli ediyor. Nicolas Cage, karakteri çizerken çok iyi referanslar bulup metot oyunculuğu icabı alkolizmin sınırlarında gezinenlerle zaman geçirmiş. Bu sayede tehlikeli bir eşiği kolayca aşmış. Doğallık ile sarhoş parodisi arasındaki eşiği kastediyorum, zira senaryo buna o kadar müsait ki. Yazar O'Brian, sanki filmin başlamasını beklemiş, Nicolas Cage'i, Elisabeth Shue'yu ve yönetmeni test etmiş. Bakmış ki işler yolunda gidiyor ve film doğru istikamette ilerliyor, dünyayı terk eylemiş. Filmi başarılı kılan hemen hemen tüm faktörler yerli yerinde. Hatta 16 mm film kamerasının verdiği puslu ve bulanık doku bile filmin kirli duygusuyla bire bir örtüşüyor. Fakat filmin özellikle Amerika'da popüler olmasının iki önemli nedeni var. Biri Nicolas Cage'in Oscar ödülü, diğeri Roger Ebert'in Great Movies seçkisinde yer alması. Filmin müziklerini aşağıdan dinleyebilirsiniz.


Filmin fragmanı


Filmin Müzikleri


22 Kasım 2020 Pazar

7. Koğuştaki Mucize (2019)

2 dakika okuma süresi


Kore'den gözyaşı ithal etmek


7. Koğuştaki Mucize (2019)

Yedinci Koğuştaki Mucize, geçen yılın gişe rekortmeni, gözyaşlarını sele çeviren, en çok atıfta bulunulan yerli yapımı. İzleme listeme eklemiş olmama rağmen bir şekilde ertelemiştim. Az önce, yani bu yazıyı yazmadan evvel YouTube'da fragmanını ararken; şarkısıyla, türküsüyle, kesitleriyle,  atıflarıyla, düşündüğümden daha büyük bir kalabalığa erişmiş olduğunu fark ettim. Bir ara Imdb'de sinema tarihinin en iyi 250 filmi olarak da anılan ve asla inandırıcı olmayan listede de bir müddet yer almıştı. Yetti mi? Hayır. Kasım ayı başında, Türkiye'nin, 93. Akademi (Oscar) ödülleri için En İyi Uluslararası Film kategorisindeki adayı olduğu açıklandı. Bizim İçin Şampiyon filmiyle ilgili yazdığım yazının başlığı, Ana akım sinema öcü müdür? temel olarak bu tür yerli yapımların izleyiciyi sinema salonlarına çekip, sinema sanatında bağımsız yapımlara ve üreten insanlara katkı sunması üzerineydi. Aynı isimli bir Güney Kore filminden uyarlanıp, içine dönem renkleri katarak, hem de hazır bir senaryo taslağına karşın bu kadar karikatürize bir ajitasyon filmini kastetmemiştim.

7. Koğuştaki Mucize (2019)

Üç yıl önceki askeri darbenin hemen sonrası, 1983 yılında Ege'de bir sahil kasabası. Yedi yaşındaki kızı Ova'yla (Nisa Sofiya Aksongur) aynı zeka seviyesine sahip olan Memo (Aras Bulut İynemli), kasabada görev yapmakta olan bir Yarbay Aydın'ın  (Yurdaer Okur) minik kızını öldürmekle suçlanır. Memo'nun suçsuzluğuna inanmak istemeyen Aydın, onun idama mahkum edilmesini sağlar. Girdiği koğuşta çocuk katili olarak suçlanan Memo, zamanla koğuş arkadaşlarını suçsuzluğuna inandırarak herkesin gözdesi haline gelir. İdam cezasının yerine getirileceği gün ise büyük bir sürpriz gerçekleşir.

7. Koğuştaki Mucize (2019)

Başroldeki Aras Bulut İynemli'nin abartılı, coşkulu, tiyatral oyunculuğunun üzerine kurulan yapı, her an çatırdayan bir metne sahip. Şaşırtıcı derecede özensiz bir senaryo-diyalog çalışması ve sadece ağlatma stratejisi üzerine kurulmuş fikir dünyasıyla bana büyük bir hüsran yaşattı. Kaba ve sevimsiz güldürünün peşine düşen ve adına maalesef yerli komedi filmi denen filmlerin zıttı olarak ''mendillerinizi hazırlayın'' filmi izliyoruz. İlk perdesinde karakteri tanıtırken kullanılan karikatürize estetik, ''Guzuum, annen melek oldu, babamın neyi var, babam deli mi'' gibi şablonlar, finalde izleyiciye açıklanan güya ters köşe sürprizi ve tüm tiplemeler, dramatik ve trajik birer Çiçek Taksi karakteri gibi olmak zorunda değillerdi. Hapishane karakterlerinin ve yan karakterlerin dönüşümüne mi, görüntü dilindeki televizyon dizisi formuna mı üzüleceğimi bilemedim. Güney Kore'den, hem de Türkiye'ye çok benzediği iddia edilen bir ülkeden getirilen malzeme, bir televizyon dizininin gelişmiş versiyonundan öteye gidemiyor. Gişe her zaman haklıdır deniyorsa bu zaten başka mevzudur. Güney Kore'li yapım şirketlerinin akıl almaz bir lobi ve ekonomik gücü var. Parazit olayında bunu iyice anladık. Yedinci Koğuştaki Mucize'yle Oscar elemelerinde ufak bir yol ya da övgü alınırsa, Güney Kore'li yapım şirketlerinin arka bahçesi olacağımızdan korkarım. 


Filmin fragmanı

8 Kasım 2020 Pazar

Honeyland /Bal Ülkesi (2019)

2 dakika 20 saniye okuma süresi


 Ben senin bildiğin kraliçe arılardan değilim


Honeyland-Bal Ülkesi 2019 Oscar documentary
 
Makedonya Türklerinin Hunlarla birlikte 4.yüzyıla kadar uzanan bir geçmişi var. Ancak Osmanlı Devleti'nin Karamanoğlu Beyliği'ni tamamen ortadan kaldırmak istemesi ve tüm Karamanlı tebâsını Makedonya'ya doğru bir iskâna zorlaması, başka bir sürgün tarihi yazıyor. Türkçenin kalesi sayılan Karamanoğlu Beyliği'nin tebâsı bugünkü Makedon Türklerinin ta kendisi. Bir belgesel yazısı ciddiyeti içinde değilim, ama arka planı iyi çizmemiz gerekiyor. Neden? Çünkü Bal Ülkesi'nde gördüğümüz ıssızlığın, terk edilmişliğin, kenara itilmişliğin ve bilhassa unutulmamış türkçenin tarihsel bir geçmişi var. Bizim taşra filmlerimize benzemeyen, muhtarı, doktoru, terzisi, polisi olmayan gerçek anlamda mahrumiyet toprakları buralar. Yaşamdan bir kareyi ele alan belgeselcinin ilginç bulduğu konuyu define avcısı gibi vurkaç yaparak filme çekmesi vasatı besledi, izleyiciyle belgesel arasına ruhsuz bir duvar ördü. Bal Ülkesi'nin yönetmenleri Tamara Kotevska ve Ljubomir Stefanov da hikayenin ana kahramanı olan Hatice (Hatidze Muratova) gibi Kuzey Makedonya'dan. Hikayeye odaklanma ve daha önemlisi derinleşebilecek kadar zaman kullanma anlamında bu büyük bir şans. İzlediğim en başarılı belgesellerden birini çekmiş olmaları biraz da bu etkene bağlı olsa gerek.

Honeyland-Bal Ülkesi 2019 Oscar documentary

Hatice Kuzey Makedonya'nın sarp kayalıklarının ortasındaki ıssız köyünde bir gözü olmayan; diğeri de neredeyse görmeyen, bir yanına felç inmiş, kulakları zor işiten yaşlı anası Nazife'yle yaşayan orta yaşlı bir kadındır. Tek geçim kaynağı akıl almaz zorluklarla balını aldığı arıların mahsulü. Hatice yılın belli bir döneminde ne kadar şişeleyebildiyse o kadar balı şehre indirip satmaya çalışır, şanslıysa istediği fiyata satar, satamadığını da ucuza kaptırır. Zaten hepi topu iki üç hanenin bulunduğu köyde yardımlaşmanın ve dayanışmanın olmaması, üstüne üstlük kötü komşuluğun mahsüle zarar vermesi bile Hatice'nin çocuk karakterini zedeleyemez. 

Bal Ülkesi'ndeki anlatının büyüleyiciliği karakterin çevreyle, doğanın insan karakteriyle, yalnızlığın çocuklukla kurduğu bağla doğrudan alakalı. Filmi bir başyapıt seviyesine eriştiren de bu. Hangi zorluklar içerisinde olursa olsun iyi bir insanın daima çocuk kalacağı vurgusu insanın yüreğine saplanıyor. Duygunun vuruculuğu birkaç sahne sonra mülkiyet kavramının acımasızlığıyla yer değiştirip gerçekçi bir bütünlüğe karışıyor.

Honeyland-Bal Ülkesi 2019 Oscar documentary

Docufiction olarak tanımlanan bir tür var. İngilizce belgesel ve kurgu kelimelerinin bir arada kullanımıyla oluşmuş, docudrama benzeri bir sözcük. Bu film için ikisi de pekala kullanılabilir. Bal Ülkesi tam olarak Honeyland adını karşılamıyor. Çünkü Honeyland'de Bal Diyarı perisinin fantastik hikayesini yani külkedisi masalını karşılayan bir tını var. Bu da kurgusallığı çok iyi temsil ediyor. Bizde masal metaforları ne yazık ki unutturulmuş olduğu için böyle düşünüyor olabilirim.  Ama görüldüğü gibi doğunun zengin masalları çoktan batı anlatısının kaynağı oldu bile. Bahsettiğim kurgusal gerçeklik 2019 Oscar Ödülleri'nde de göz ardı edilmedi. Honeyland hem En İyi Uluslararası Film kategorisinde hem de En İyi Belgesel Film kategorisinde yarıştı. Ödülü oldukça cılız bulduğum American Factory adlı filme verdiler. Onlarca saatlik çekim, aylar süren birliktelik, mevsim geçişleri, göç takvimi, arıların yıl içindeki bal yapım süreci gibi çok fazla gerçek ayrıntı sayesinde 2019 yılının en gerçek hikayesini ve tüm türler içinde en başarılı birkaç filminden birini izlemiş oluyoruz. İzlemiş oluyoruz derken zahmetle arayanlardan bahsediyorum. Bu önemli ve iyi film, yine birçok kaliteli film gibi Netflix ve Blutv gibi platformlarda yok!


Filmin fragmanı

5 Şubat 2018 Pazartesi

Malcolm X 1992

A'dan Z'ye, upuzun bir biyografi



Malcolm X, Amerika'da siyah özgürlük hareketinin en önemli iki figüründen biridir bildiğiniz gibi. Martin Luther King Jr. hristiyan kanadı simgeleyip hümanizmi ön planda tutuyordu. Siyahlarla beyazların eşit bir düzlemde var olabileceğine inanıyordu. Malcolm X ise siyahların önceliği olması gerektiğini savunan bir müslümandı. Spike Lee, filmi çok satan bir romandan, Alex Haley'in romanından temel alarak çekti. Filmde de belirtildiği gibi babası küçük yaşta Ku klux klan denilen vahşi bir faşist beyaz çete tarafından katledilince Malcolm X beyazlara karşı yoğum bir nefretle büyüdü. Martin Luther King Jr. ile Malcolm X arasındaki temel tavır farklılığı buraya dayanıyor.


Film üç buçuk saat sürünce yazıyı kısa tutaya karar verdim. Spike Lee, filmi yeniden montajlayıp bir buçuk saatlik yeni ve hızlı bir film haline getirmezse ne yazık ki bu filmin izlenme oranları günden güne azalacaktır. Biyografide hiçbir anı ıskalamama kaygısı seyirciyi ıskalıyor ne yazık ki. Malcolm X'in çocukluğundan başlayıp, onu siyasi ve dini fikirlerle buluşturan süreci izlemek isteyenler için önemli bir film. Hikayenin ötesinde bu uzun sürede filmi taşıyan en önemli unsur büyük aktör Denzel Washington, 1993 yılında Oscar ödülünü Kadın Kokusu'yla efsaneleşen Al Pacino'ya kaptırmıştı. Spike Lee sinemasının misyon filmi diyebileceğimiz Malcolm X, aynı zamanda yönetmenin, dünya çapında en fazla izlenen ve gişe başarısı kazanan filmidir. 


Filmin Fragmanı

10 Ocak 2018 Çarşamba

Kiss of the Spider Woman / Örümcek Kadının Öpücüğü 1985



Zaten aşklar hep yalan dolan


Kiss of the Spider Woman / Örümcek Kadının Öpücüğü  1985

Arjantinli yazar Manuel Puig'in en bilinen eseri Örümcek Kadının Öpücüğü, edebiyat, tiyatro ve sinema dünyasında yer edinmiş bir kitap. İçeriği nedeniyle sol çevrelerde eleştirilere maruz kalmasının yanında yönetmeninin politik kameranın önemli bir temsilcisi oluşu büyük bir zıtlık yaratıyor. Açıkçası konusu itibariyle ortada sert bir durum göremiyorum. Tek tip sosyalist ya da tek tip eşcinsel tipi olabileceğine inanmak saçmalığın bizatihi kendisidir. Açıkçası kitabını okumadığım için filmini bağımsız olarak ele almak isterim. 

Kiss of the Spider Woman / Örümcek Kadının Öpücüğü  1985

Siyasi mahkum Valentin Arregui (Raul Julia), cezasını çekmesi için getirildiği hapishanede eşcinselliği nedeniyle hapse atılan Luis Molina'nın (William Hurt) hücresine gönderilir. Savunduklarına son derece bağlı olan Valentin, Molina'yı yadırgar ve onu hem eşcinsel hem de hayalperest olduğu için suçlar. Molina, hapishane yönetimi tarafından Valentin'e karşı bilgi toplamakla görevlendirilse de Molina Valentin'e aşık olmuştur.

Kiss of the Spider Woman / Örümcek Kadının Öpücüğü  1985

Çehov'un drama yapısıyla ilgi söylediği şuydu: Eğer birinci perdede duvarda bir silah görünüyorsa o silah patlamalıdır. Örümcek Kadının Öpücüğü'nde iki mahkumun zıtlıklarla dolu ilk teması gerçekleştiğinde o silahın patlayacağı belli olmuştu. Çekildiği dönemde izleme şansım olsaydı başka düşünürdüm muhtemelen, fakat bu şartlarda bana ne politik ne de dramatik bir yenilik sunmadı. Beni etkileyip aklımda kalan William Hurt'ün muhteşem oyunculuğuydu. Bu filmdeki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ını kazandığını söylemek lazım. Şöyle toparlayayım; roman dili fazlaca hissediliyor, kasvetli ve yorucu kısımları epey fazla, ama sonuçta bir Hector Babenco filmi.


Filmin Fragmanı

7 Ocak 2018 Pazar

Suna no onna / Kumların Kadını 1964



Alışmak zindandır




Görünmez Tehlike'yi yorumlarken Japonya sinemasında 1950'lerin  başından 1970'lerin sonuna kadar devam eden Nuberu Bagu akımından bahsetmiştim. Akımın, kamerayı sokağa çıkarıp soyut ve varoluşçu çizgiyi kalınlaştırdığını, fakat geleneksel sinemayı da görmezden gelmediğini söylemiştim. Japon Yeni Dalga (Nuberu Bagu) sinemasını tek filmle açıklamam istense şu ana kadar izlediklerim içerisinde Kumların Kadını'nı seçerdim. Hem güçlü bir bağlantısızlık metni hem de varoluşçu edebiyatın sinemada ve Hiroshi Teshigahara filmleri arasındaki zirvelerinden biridir bu film.


Böcek türlerini incelemek için kırsala giden öğretmen Niki Jumpei (Eiji Okada), son otobüsü kaçırdığını fark eder.  Jumpei, köylülerin ısrarıyla bir kum vadisi evinde kalmaya karar verir. Evde yaşayan kadının (Kyoko Kishida) misafirperverliği onu mutlu etse de akşam eve inerken kullandığı ip merdiveni sabah uyandığında göremez. Bir kum vadisinde aylar süren tutsaklıktan sonra kaçış ümitlerini bir bir tüketen Jumpei artık sadece kaçmayı düşünmemektedir.


Kumların Kadını'nı izlemeden önce kitabını okumanızı tavsiye ederim. Şu sıralar yeniden basılmaya başlandı. Önce şu ön kabulümü dillendireyim. Hiçbir film uyarlandığı edebiyat eserini aşamaz bana kalırsa. Hem edebiyatın hem de hayal gücünün baskın geldiği gerçeğine sonsuz inanırım. Kumların Kadını metin olarak zihinde boşluklar bırakıyor, bu tür edebiyata alışkın değilseniz akıcı olmasına rağmen Camus'nün Yabancı'sını, Kafka'nın Dönüşüm'ünü ya da Beckett'in Murphy'sini okurken olduğu gibi boşluk hissi yaratabilir. Filmi anlamsız bulanların temel argümanı da bu vurgusuzluk durumu. Karakterin aylar süren saçma tutsaklığını kabullenmesi anlamsız gelebilir, bu noktada bana anlamlı gelenin bu olduğunu söylemem lazım. 


Kobo Abe'nin romanı ve dolayısıyla Teshigahara'nın eşsiz filmi, kadın tutsaklığı ve öğrenilmiş çaresizlik hakkında beynin derinine işliyor. Amerikan usulü akıcılık arayıp hüsrana gark olacaksanız uzak durun. Görünmez Tehlike ile ilgili yazıda Fransız Yeni Dalga fimlerinin Japon Yeni Dalga sinemasını etkilediğini söylemiştim. Aksi zaten mümkün olamaz, bir entelektüel rüzgar estiğinde Dünyanın her yerinde karşılık bulur. Kumların Kadını ön jeneriği Japonca, İngilizce ve Fransızca'dır. Bilmem Fransız etkisine bu ufak örnek yeterli olacak mı? Teshigahara'ya asıl ününü getiren Kumların Kadını, 1964 yılında Cannes Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü kazanıp 1965 yılında Japonya'nın Oscar adayı olmuştu. Film ayrıca sinemanın ozanı olarak bilinen Andrey Tarkovski'nin on favori filminden biri olarak da dikkat çekmişti.


Filmin Fragmanı


5 Ocak 2018 Cuma

Wonder Wheel / Dönme Dolap 2017



Uçurumdaki kadınlık




Eski blogumda Woody Allen'ın tüm filmlerini bir aya yakın süre içerisinde sindire sindire yazmıştım. Kendisi, sinemaya tat veren, nev-i şahsına mühnasır bir adamdır. İlişkilerin doğasını, alavere dalaveresini, mizahını ve acısını çok iyi anlatır. Woody Allen, olgunluk dönemi olarak tabir edeceğimiz son on beş yıl içerisinde Avrupa'nın önemli başkentlerinde filmler çekti ve bu başkentleri filmin dekoru değil de oyuncusu, filmin ruhu olarak gösterdi. Bu Avrupa gezisi bir hevesti, zira Woody Allen New York takıntılıdır, New York'un ta kendisidir.  Dönme Dolap bu bağlamda bir film ve 1950'lerin Coney Island'ını kendisine mesken ediyor, Woody Allen doğduğu yere, Brooklyn'e dönüyor. 


İlk kocasını aldatıp, terkedildikten sonra Humpty (Jim Belushi) ile mutsuz bir evlilik yapan Ginny (Kate Winslet), Coney Island'a yaşamaktadır. cankurtaran olarak çalışan Mickey'in (Justin Timberlake) kendisine gösterdiği yakınlığa karşılık veren Ginny bir süre sonra saplantılı bir aşığa dönüşür. Humpty'nin mafyanın elinden kaçan kızı Carolina (Juno Temple) da onlara sığınır ve yetmezmiş gibi Mickey'e aşık olur. Mickey ve Carolina'nın arasında filizlenen aşk Ginny'yi delirtecektir.


Başkasına gönül veren kadın ya da erkek hikayesi yüzlerce. Sadece Woody Allen'ın bu temayı işleyen  filmleri bile epey fazla. Kate Winslet'in haddinden fazla iyi oyunculuğu, bambaşka bir kadın portresi çiziyor. Pişmanlığın daha fazla pişman olmaya sürüklediği bir kadın portresi çiziyor Woody Allen, aslında iki kadın da aynı pişmanlığı yaşıyor. Bile isteye aynı tuzaklara sürüklenen karakterler yaratma konusundaki ustalığı bu filmde zirve yapıyor. Karakterler duygularının dramatik zenginliğini film yapmacıklığıyla kusmuyor, Woody Allen hepimizin kınadığı ve yine hepimizin yaptığı hataları yüzümüze trajikomik biçimde vuruyor.


Filmi zenginleştiren Kate Winslet'in oyunculuğunun yanında Görüntü Yönetmeni Vittorio Storaro'yu es geçmek istemem. Kate Winslet'in gelgitli tiratlarında ışığın tonlarındaki değişim lunapark'ı aşıyor. Lunapark metaforundaki oyunlu tavır böylece ışıklara da yansımış oluyor. Film herhangi bir mekanda geçebilecekken Lunapark'ı seçip oyunları insanın tutkularıyla oynamak Woody Allen'ın aklına gelebilirdi zaten. Kate Winslet bu filmdeki performansıyla Oscar ödülü kazanır gibi. Kazanamasa bile şimdiden daha büyük ödüller takdim ettim kendi inisiyatifimle. Woody Allen'ın bu muhteşem filmini izleyin derim. 


Filmin Fragmanı

29 Aralık 2017 Cuma

Nuovo Cinema Paradiso / Cennet Sineması 1988



Sinema hayata benzer, fena halde



Cennet Sineması, hakkında en fazla yazı yazılan filmlerden biri olmasının yanında sinema sanatına bir saygı duruşudur. Henüz ikinci filmiyle adını sağlamlaştıran Giuseppe Tornatore Dünyanın saygın festivallerini dolaşır, En İyi Yabancı Film Oscar ödülünün yanı sıra Cannes Film Festivali'nde Büyük Jürü Ödülü'nü ve birçok festivalde önemli dereceler kazanır. Daha önemlisi kendisinden sonra çekilen birçok filmi etkiler. Tornatore için ödüllerin ve bu büyük prestijin her şeyden önemli yanı ise artık finansman ve oyuncu zorluğu yaşamayacak olmasıdır. Film zihinlerimizde o denli klasikleşmiştir ki filmin çekim tarihinin 1988 olduğu sık sık unutulur ve sanki 1950'lere 1960'lara ait bir film gibi anımsanır Cennet Sineması.


Salvatore 'Toto'' (Salvatore Cascio, Marco Leonardi, Jacques Perrin) için kasabanın tek eğlencesi Alfredo'nun (Philippe Noiret) makinisti olduğu sinema salonudur. Elena'ya (Agnese Nano, Brigitte Fossey) olan aşkına karşılık bulamayınca diğer aşkı olan sinemaya sarılan Salvatore büyük bir yönetmen olur. Bir türlü kasabasına ve annesine dönmeyen Salvatore Alfredo'nun ölümünü duyar duymaz çocukluğuna ve köyüne geri döner. 



Tornatore uzun filmleri, destansı anlatımları seviyor. Açıkçası Cennet Sineması da kısa bir film olmayı hak etmezdi sanırım. Il Camorista'dan iki yıl sonra çekilmiş olmasına rağmen oldukça büyük bir seyir zevkiyle, teknik sorunlardan sıyrılmış bambaşka bir yönetmen karşımızda. Salvatore'nin çocukluğu, gençliği bir tarafa olgunluğu filmin ana meselesi ve kilit noktası. Koca bir filmin bütününü akıllara adeta çivileyen eşsiz bir sonuç bölümü. Hayatın bakiyesi Tornatore tarafından öyle bir sorgulanıyor ki filmi, kendi hayatınızı sorgulayarak tamamlıyorsunuz. Bir film başka ne yapsın ki?


Filmin Fragmanı


25 Aralık 2017 Pazartesi

Postcards from the Edge / Yaşamın Kıyısından Kartpostallar 1990



Üşüdüm üstümü örtsene anne






Daha önce birkaç yönetmenin filmografisine yakından bakmıştık. 1960'lı yıllardan bu yana film yöneten yönetmenlerin hepsinde gözle görülür bir gerileme söz konusuydu. Mike Nichols için de bu böyle maalesef. Dönemden kaynaklanan genel bir rahatsızlık, sinema sektörünün katı, muhafazakar ve idealizmden yoksun hale gelmesi gibi etkenler de söz konusu. Çalışan Kız, Baş Belası'na göre iyi bir film demiş ve geçmişin bu büyük yönetmenine karşı ümidimi iyiden iyiye yitirmeye başlamıştım ki imdada Yaşamın Kıyısından Kartpostallar yetişti. Filmi izlemeden konusuna göz gezdirmek ve oyuncu kadrosunun yerleşimine bakmak bile bilinçli bir izleyiciyi heyecanlandıracaktır. 


İlişkiler olgusuna yeniden ve başka bir biçimde geri dönülmüş olması sevindirici. Filmin bu anlamda sağlam bir anne kız çatışmasına ve iletişimsizliğine gelip çatması iki büyük oyuncunun bol gerilimli sahnelerine fırsat tanıyor. Sabun köpüğü filmlerde film tiplerinin sahte meslekleri olur. Nichols de buna meyletmiştir. Bu filmde iki karakterin de mesleğiyle ilgili arka plan mükemmel anlatılmış. Yan karakterler filmin dışında bırakılmamış ve ana karakterlerle nedensellik bağı bulunmayan kimse kuru kalabalık etmiyor. Nichols bu filmde anne kız arasındaki psikolojik krizi ortak şöhret kavramıyla anlatıyor. Şöhretle ilgisi olmayan anneannenin kaygısızlığının yanında, birbirlerine uzak hisseden anne ve kızın aslında ne denli benzer bir krizin içinde olduğuna ufak farklarla (biri uyuşturucu diğeri alkol) tanık oluyoruz.



Ünlü bir oyuncu olan Suzanne Vale (Meryl Streep), uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle setlerde zor günler geçirmektedir. Ağır bir krizden sonra hayata döndürülmesinin ardından annesiyle (Shirley MacLaine) birlikte yaşaması şartıyla tekrar çalışmasına izin verilir. Annesiyle geçmişten getirdiği sorunları hortlayan Suzanne, birlikte geçirdikleri zamanla birlikte eski ve ünlü bir oyuncu olan annesini anlamaya başlayacaktır. 



Meryl Streep, Mike Nichols'ün bir döneminin vazgeçilmez oyuncusu ve birlikte özellikle Silkwood gibi muhteşem bir performansları var. Oradaki serseri halleri burada baskı altında ve her an patlamaya hazır bir kadına dönüşmüş, gözlerinde sakladığı serserilik saklı kalmak kaydıyla tabii ki. Muhteşem bir oyuncu olduğuyla ilgili şüphe duyan varsa özellikle bu iki performansa bakmalı. Gelelim Shirley MacLain'e. İzlediğim en iyi yardımcı kadın oyuncu performanslarından biri bu filmde ve ona ait. Gel gör ki şahane Oscar adaylığı bile yok o sene! Emin olun Shirley MacLain'i izlerken gözünüz ne konuyu ne de Meryl Streep'i görecek.



Filmin Fragmanı

23 Aralık 2017 Cumartesi

Silkwood 1983


Tek başına



Mike Nichols'ün karakter yaratma biçimi Amerika sineması içerisinde son derece ayrıksı. Bu farklı tutumu, filmlerinin ve özellikle oyuncularının perdede özgürce salınmasıyla sonuçlanıyor her seferinde. Meryl Streep bu filme kadar 1977'de başlayan sinema oyunculuğu kariyerinin başlarında olmasına rağmen altı yılda üç Altın Küre, iki de Oscar ödülü kazanmış genç bir oyuncu. Meryl Streep, Mike Nichols'le birlikte gözüme hep daha serseri görünmüştür. Silkwood her anı ve her sözüyle mühim bir film olmasının yanında mükemmel bir Meryl Streep resitalidir. 


Texas'ta bir plütonyum işleme tesisinde üretim görevlisi olarak çalışan Karen Silkwood (Meryl Streep) diğer çalışanlar gibi büyük bir radyasyon riski altında çalışmaktadır. Birbiri ardına görülen vakaların ardından Karen de defalarca radyasyon yanıklarına maruz kalır. Bu süreci basına yansıtmaya karar verdikten sonra istenmeyen kişiye dönüşür ve diğerlerinin ciddi tepkileriyle karşılaşır. Karen bu süreçte kararlıdır ama işler istediği gibi gitmeyecektir. 


İlişkileri büyük ciddiyetle anlatan ve onları toplumsal bir olgu olarak sinemanın konusu haline getiren önemli yönetmen Mike Nichols bu kez de yaşanmış bir olayı olgusallaştırıyor. Bir yönetmen her seferinde aynı konuyu değişik açılardan incelemekle yükümlü değildir elbette, fakat tutarlı olmasını beklediğim bir şey varsa o da anlatım tutkusunun konu seçmemesidir. Bu tutkunun Mike Nichols'e ait olduğunu karakterlerin gerçekliğinden anlayabiliyorsam benim için bu gerçek bir Nichols filmidir. Filmin temelde iki mekanı var. Bir Plütonyum işleme tesisi ve ana karakterin yaşadığı ev. Evi işyerinden soyutlamadan ayrı kılabilmek büyük bir başarı. Kurt Russell ve Cher ev kısmında başka bir anlatım zenginliğinin zeminini oluşturmada Meryl Streep'le birlikteler. 


Silkwood, Mike Nichols filmlerinde karşılaştığımız gibi zemininde sınıfsal bakış bulunan bir film. Karakterlerini zengin kılan şey bu.  Bu film özelinde senaryoya konu olan radyoaktif tehlikeyi konuşturması başlı başına kıymetli. Radyasyon meselesine dair gündem hep taptaze. Basın da hükümet de bu sahtekarlığın bir parçası. Silkwood bu konuda gerçeğin acı bir tablosunu çiziyor. Ajite etmeden, dimdik durarak, gerçekçi bir biçimde hangi tarafta olmamız gerektiğini bir kez daha gösteriyor. 


Filmin Fragmanı

2 Şubat 2017 Perşembe

Hacksaw Ridge / Savaş Vadisi 2016

Tanıdık hikaye


Adet edindiğim üzere Oscar adayları açıklanır açıklanmaz listedeki tüm filmleri bir çırpıda izleyip yorumlarımı paylaşıyorum. Kimi zaman yazmak için geç kalsam da çevremdekilere filmlerle ilgili tavsiyelerimi aktarıyorum. Sinema sevdalısı ve 30 yaş üstü bir insansanız Mel Gibson gibi önemli bir ismin filmine Oscar listesinde rastlamak güzel bir sürprize dönüşüyor.  Açıklamalarıyla birçok çevrenin hedefi haline gelen Gibson, oldukça uzun bir aradan sonra yeni bir filmle, yine bir dönem filmiyle karşımızda.


Girişte, Mel Gibson’ı filmin bir adım ötesinde değerlendirmiş olmamdan da anlaşılacağı gibi, filmin pek elle tutulur bir tarafı yok. Savaş ve aksiyon filmi sevenler için taze bir kan olsa da klişe hikayesiyle, yenilik peşindeki sinemaseverleri hayal kırıklığına uğratabilir. Savaş Vadisi, Mel Gibson’ın savaşla inancı aynı bağlamda değerlendirdiği, Trump kafasındaki amerikalıların pek seveceği, ama iki sene sonra kimsenin adını bile hatırlayamayacağı bir hristiyanlık propagandası olmaktan öte değil.



Belirli bir noktaya kadar karakteri tanıtmak, karakterin sivil hayatına ufak bir aşk hikayesi eklemek, bunu idealizmle süslemek ve karakteri savaş alanına yollamak.. Bütün bunlar Pearl Harbour’la birlikte bitmesi gereken klişeler yumağı değil de nedir? Mesele sadece bu da değil. Senaryo, geçmişi zorluklarla geçmiş baba figürü, kardeşlik miti ve diğer her şey havada. Savaş Vadisi her anlamda plastik bir film diyebilirim. Savaş filmlerine karşı özel bir ilgisi ve iki saati aşkın boş zamanı olan herkese izleyebilir.

Filmin Fragmanı