Cinepopularica: Hollywood sorgusuna yönelik arama sonuçları
Hollywood sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster
Hollywood sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster

20 Mayıs 2021 Perşembe

The Woman in the Window / Penceredeki Kadın (2021)


Kifayetsiz çırpınış


the woman in the window

Amerikalı Yazar A. J. Finn'in 2018 yılında yayınlanan, çok satan kitabından uyarlanan The Woman in the Window (Penceredeki Kadın), 20th Century Fox yapımı. Pandemi sonrası mecburen Netflix'e kaymış, dolayısıyla ortak yapım haline gelmiş bir film daha. Sektörün efsanevi film şirketleri birbiri ardına Netflix'le daha ciddi işbirliğine girdiğine göre sanırım klasikçilerle dijitalciler ayrımı kendisini feshetmeye başlamıştır. A.J. Finn'in The Woman in the Window romanını okumadım, fakat filmden sonra yaptığım araştırmada başta adından, sonra referanslarından ötürü henüz roman aşamasında Alfred Hitchcock'un The Rear Window (Arka Pencere) filmiyle bağdaştırıldığını sıkça gördüm. Filmde bu gönderme henüz ilk sahnelerde yer buluyor zaten. Filmlerle yaşayan kadın karakterimizin açık televizyonunda The Rear Window (Arka Pencere) filminden bir kare görüyoruz. The Rear Window'u defalarca izlemiş biri olarak evvela iki film arasında biçimsel referanslar açısından yoğun bir benzerlik bulunmdığını söylemem gerekiyor. The Woman in the Window'un ana karakteri olan Anna agorafobi yüzünden kendisini evine hapsedip daha içsel bir korkuyu simgelerken, The Rear Window'un Jeff'i, kırık bacağından ötürü daha somut bir çaresizliğin temsili oluyor. Yönetmen Joe Wright, Atonement, Darkest Hour gibi dönem filmleriyle, daha çok öne çıkan, Hollywood'un yetenekli yönetmenlerinden biri. The Woman in the Window filmi için yarattığı dünyada, Hitchcock'tan daha çok Roman Polanski'nin, özellikle The Tenant, Rosemary's Baby ve Repulsion filmlerinde kurduğu tekinsiz atmosferi ve özellikle biçimsel üslubu referans aldığını düşünüyorum. Başarıp başamadığı ayrı bir konu elbette.

The Woman in the Window / Penceredeki Kadın (2021)

Manhattan'da yaşayan çocuk psikoloğu Anna (Amy Adams), Agorafobi hastalığı yüzünden uzun yıllardır toplum içine karışmaktan ve sokağa adım atmaktan uzak durmaktadır. Sokağı uzaktan gözetlemek ve sürekli film izlemekten başka bir yaşam belirtisi göstermeyen Anna'nın hayatı, Russell ailesinin karşı daireye taşınmasıyla değişir. Önce ailenin sorunlu ergen çocuğu Ethan (Fred Hechinger), sonra da Annesi Jane Russell'la (Julianne Moore) tanışan Anna, sürekli dikizlediği karşı komşusu Jane Russell'ın, kocası (Gary Oldman) tarafından öldürüldüğü bir geceyi polise ihbar eder. Alistair Russell (Gary Oldman), Anna'nın kendisine iftira attığını söyleyerek karısının yaşadığını ileri sürer ve Jane Russell'ı Anna'ya gösterir. Anna, daha önce tanıştığı Jane'le şimdiki Jane'in (Jennifer Jason Leigh) aynı kişi olmadığında ısrar etse de psikolojik sorunları olan, evden çıkamayan ve geçmişiyle sorunları olan birine kimseyi inandıramaz. 

The Woman in the Window / Penceredeki Kadın (2021)

Yönetmen Joe Wright bir söyleşisinde filmin Covid-19 sürecinden önce tasarlandığını ve pandeminin bir bakıma, kadın karakterin evden çıkamaması üzerindeki gerekçeyi sağlamlaştırdığını söylüyordu. Buna katılırım ve durumu avantajlı bulurum. Fakat filmin agorafobiyi de karakterin geçmişiyle bugünü arasındaki bağı da yansıtamadığını düşünmekteyim. Roman belli ki çok tanıdık bir konuyu psikolojik gerilimin karasularına çekerek yenilik yaratmaya çalışmış, fakat film bu psikolojik derinliği görüntü yönetiminin olanaklarına hapsederek kolaycılık peşinde koşuyor. Manhattan'da yalnız yaşayan, evden çıkamayan, komşularına karşı aşırı meraklı, hatta röntgenci bir karakterin, komşunun ergen oğluyla ve babasıyla yaşadığı korku dolu oyun bir yerden sonra o kadar kısırlaşıyor ki saniyelik şoklarla seyircisini korkutan Scream serisine evriliyor. Filmin başlangıç dokusuyla gelişme bölümünün dokusu son derece kopuk. Dış dünya tasviri yapılamadığı için agorafobik dünya, yani güven ortamı da kıymetini yitiriyor. Finalde yakalanmaya çalışılan rahatlama, arınma sekansı bu anlamda zerre önem arz etmiyor. Filmin, haklı olarak kıyaslandığı The Rear Window'la arasında 65 yıl var. O filmdeki yenilik ve durum gerilimi bu filmde klişeler yumağından öte gidemiyor. Oysa ki hep referans verdiğim yakın tarihli Babadook mekan ve hatıralar konusunda ne büyük ders vermişti. 


Filmin fragmanı

26 Aralık 2020 Cumartesi

Marlon Brando (1924-2004)

5 dakika okuma süresi


Bir aktör hatırlanıyor



Marlon Brando (1924-2004)

İlk yıllar ve kendini arayış

Marlon Brando 1924 yılında Nebraska eyaletinin Omaha şehrinde dünyaya gelir. Çocukluk anılarına dair ilk anımsadığı, eski bir oyuncu olan annesinin alkol sorunu, sık sık evi terk edişi ve uzun süre ortadan kayboluşudur. Ailenin üzerine karabasan gibi çöken despot baba Marlon Brando Sr., Marlon Brando tarafından uzun süre affedilmez, hatta Brando onun ölümü karşısında gizli bir sevinç duyduğundan bile bahseder. Brando, babasını ''Goril gibi güçlü ve zor bir adam'' olarak tanımlar. Çocukluğunun en önemli figürü anne Dorothy Brando olmasına rağmen Brando, dadısı Ermi'ye özel bir parantez açar. Daha sonra hayatına giren tüm kadınlarda Ermi'nin sıcaklığını aradığını belirtir. Hakkında yazılmış tüm kitaplarda çocukluğuna dair güçlü bir vurgu yapması bakımından, bu girişin kaçınılmaz olduğunu düşündüm. Zira sonraki yıllarda hayata karşı takındığı tutum, erken dönemiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Hayatının büyük bölümünde psikanaliz terapileri alır ve en iyi arkadaşları psikiyatrları olur. Başarısız bir okul ve aile yaşantısından yaşantısından sonra liseyi Shattuck askeri lisesinde okumaya başlar. Bu hem ailesinden uzaklaşma hem de geleceğini inşa etme konusunda belirleyici bir karar olacaktır. Bu okulun kütüphanesindeki National Geographic dergisinde gördüğü Tahiti'deki Tetiaroa adlı adaya hayran kalır ve orta yaşlarına girdiğinde bu adayı yaşlı bir Amerikalı kadından satın alır. Askeri okuldaki varlığı uzun sürmez, disiplinsizlik nedeniyle haksız biçimde okuldan uzaklaştırılır. Kendisinden önce oyunculuk sevdasına kapılan ablası Jocelyn'in izini takip eden Brando, liseden sonra şansını oyunculukta denemek için New York'un yolunu tutar.

Marlon Brando (1924-2004)

New York, Metot Oyunculuğu ve nihayet Oscar

New York'ta ne yapacağını iyi bilmektedir, ancak bir süre şehrin içinde oradan oraya sürüklenmeyi, o günlerin modası olan bohem yaşam tarzını denemeyi seçer. Hem annesinden aldığı referanslar ve tavsiyeler hem de ablasının varlığı sayesinde emin adımlarla ilerler. New School'da büyük sahne adamı Erwin Piscator'un öğrencisi olur, ancak yine aynı okulda tanıdığı ve okulun ruhu olarak nitelediği Stella Adler, Marlon Brando'nun oyunculuk kariyerindeki en önemli isim olacaktır. Genç yaşında büyük Rus teorisyen Konstantin Stanislavski'nin doğal oyunculuk metodunu bizzat kaynağından öğrenip, Amerika'daki öğrencilerine aktaran Adler, metot oyunculuğu kavramının yaratıcısı olmuştur. Stella Adler'e hayranlık ve büyük bir ilgi duyan Marlon Brando, Adler ve onun piyasa içinde etkili olan ailesi sayesinde o sırada kültür sanat camiâsında köşe başlarını tutan yahudilerle içli dışlı olma şansını da yakalar. I Remember Mama'da ve birkaç yıl sonra kendisini New York sahnelerinde ufak çaplı bir şöhret haline getirecek olan A Streetcar Named Desire'da (Arzu Tramvayı) oynadıktan sonra 1950 yılında Fred Zinnemann'ın The Men adlı filminde başrolde yer alır. O güne kadar kullanılmamış bir yöntem izleyerek, karakterini daha iyi anlayabilmek adına tekerlekli sandalyede uzun alıştırmalar yapar ve bir savaş gazisini ustalıkla canlandırır. Bu filmden sonraki ilk başarısını 1954 yılındaki On The Waterfront (Rıhtımlar Üzerinde) filmiyle elde ederek ilk En iyi Erkek Oyuncu dalında Oscar ödülünü kazanır. Yönetmen Elia Kazan, Stella Adler'den sonraki en büyük öğretmeni olmuştur artık. Kazan'ın kurduğu Actors Studio'nun ilk öğrencilerinden biri olan Marlon Brando, İngiliz oyuncuların tekelindeki tiyatral oyunculuk yerine karakter inşasına dayanan metot oyunculuğunun o zamana kadarki en görkemli temsillerinden birini vermiştir. 

Marlon Brando (1924-2004)

Doyum, skandal ve yeniden doğuş 

60'lı yıllarda politik konularda sesini yükseltmeye başlar ve gelen senaryoların politik yönlerini eleştirip oynayacağı karakterler hakkında söz sahibi olmayı ister. Bu tutumuyla sektörün zor adamlarından biri haline gelen Brando, 50'li yıllarındaki hızlı yükseliş ivmesini kaybeder. Yine de 1964 yılında oynadığı ve nispeten önemsiz bir film olan Bedtime Story setindeki çalışma günlerini, en fazla zevk aldığı süreç olarak tanımlar. Dünya sinema tarihinin en büyük ismi olarak nitelediği Charlie Chapman'ın yönettiği 1967 yapımı A Countess From Hong Kong adlı filme büyük bir heyecanla başlar, Chapman'ın etrafına kötülük saçtığı gerekçesiyle ondan bir insan olarak nefret ederek bu filmi zorluklarla bitirir. Çalıştığı en iyi üç yönetmeni, Elia Kazan, Bernardo Bertolucci ve 1969 yılında Burn filminde bir araya geldiği Gillo Pontecorvo olarak sıralar. Burn, ne ne kadar büyük bir gişe başarısı yakalamış olmasa da Brando'nun en iyi filmlerinden biridir. 1972 yılında yazar Mario Puzo'dan aldığı özel davet mektubuyla The Godfather (Baba) filminin kadrosuna dahil olur. Efsanevi bir karakter yaratır ve buna bizzat karar verir, hatta diyaloglarına müdahale etme şartıyla filme dahil olur. Bu film ona ikinci Oscar ödülünü kazandırır. Kızılderililerin hakları üzerine yıllardır hassasiyetle eğilmiş olan Brando, ödülü alması için Kızılderili kökenli bir kadını (Sacheen Littlefeather) sahneye çıkması için ikna eder. Bu olayla birlikte artık Oscar kazanma şansını da yitirmiş olur. Baba filminden sonra Bertolucci'yle Last Tango in Paris filminde çalışır. Anılarında ve söyleşilerinde inkar etse de Yönetmen Bertolucci'yle birlikte başroldeki kadın oyuncu Maria Schneider'a komplo kurup, tecavüz sahnesini onun haberi olmadan çekerler. Gerçekçilik uğruna yapılan bu korkunç hareket ne yazık ki onu piyasadan silmeye yetmez. Cılız da olsa bazı sesler yükselir, zaten Brando, sadece para için oyunculuk yaptığını başından beri söylemektedir. Kariyeri de yaşı da ilerlemiş, sinema dünyası değişmiştir. 1979 yılında The Godfather filminin yönetmeni Francis Ford Coppola'dan gelen teklifle kimi eleştirmenler tarafından gelmiş geçmiş en iyi oyunculuk performansı sayılan Apocalypse Now (Kıyamet) filmindeki Albay Kurtz karakterine hayat verir. 

Marlon Brando (1924-2004)

Anılarından izlenimlere

Marlon Brando'yu, anılar ve söyleşiler yoluyla kavrayabilmek oldukça zor. Kendi ifadesiyle gerçeği eğip bükmeyi, abartmayı ve yer yer yalan söylemeyi seviyor. Şimdiye kadar okuduğum tüm biyografi kitaplarında bazı hikayeleri farklı şekilde anlattığına bizzat tanık oldum. Zor bir çocukluk, baba baskısı ve kayıp anne figürü yüzünden incinen benliğini benliğini onarabilmek için egosunu fazlaca merkeze alıyor. James Dean için benim taklitçimdi diyebiliyor, Elvis Presley'in, siyahilerin müziğini çalarak ünlü olduğundan bahsedebiliyor, Marilyn Monroe'yla yaşadığı aşkı ballandıra ballandıra anlatabiliyor. 1953'te oynadığı The Wild One filminde canlandırdığı asi genç karakter sayesinde Amerikan toplumunu dönüştürdüğünü iddia etmekten de çekinmiyor. Hakkında iddialı açıklamalar yaptığı kimseler bu söyleşiler sırasında yaşamıyordu, bu yüzden gerçeği bilemeyeceğiz. Ancak bir şekilde aynı yıllarda popüler olduğu figürlere karşı hırs beslediği aşikâr. Büyük bir oyuncu olarak insanlara sahte hikayeler anlatmayı sevdiği inkâr etmemesi ve ilgiyi üzerinde toplamaya bayılması dışında, 1950'li ve 60'lı yıllarda müthiş bir şöhret yaşadığına hiç şüphe yok. Politik olarak Yahudilerle içli dışlı olması sayesinde sektörde hızlı bir tırmanış yaşadığını kendisi zaten ima ediyor. Siyahilerin ve Kızılderililerin hareketini samimiyete desteklediğini de biliyoruz. Yine de politik figür olmak gibi bir derdi yok. Zira cadı avı döneminde Hollywood'taki solcuları ispiyonlayan Elia Kazan'la bağını hiç koparmamış, hatta bu olaydan sonra bile onun filminde oynamış bir aktördür Marlon Brando. Daha fazlasını yazmayı isterdim, oğlunu hapse, kızını intihara sürükleyen olaylardan bahsedebilirdim. Dondurmaya bayıldığını, hatta her gün en az yarım kilo dondurma yediğini, eski eşlerinin ondan nefret ettiğini söyleyebilirdim. Onun yerine Türkçe olarak yayımlanmış tek ciddi kitap olan Brando: Annemin Öğrettiği Şarkılar'ı okumanızı önereyim.

30 Kasım 2020 Pazartesi

Üç Maymun (2008)

 2 dakika okuma süresi



Yalnız ve güzel bir ülkede


Üç Maymun (2008)

Taşra Üçlemesi'nin ardından 2006'daki İklimler'le yine kendisine has ve yalnız bir hikaye anlatan Nuri Bilge Ceylan, bir sonraki filminin ekranlara düşen fragmanıyla sinemaseverleri epey şaşırtmıştı. Görsel olarak bambaşka bir dünya, ilk kez ailesinden olmayan oyuncular, üstelik minimalizmden uzak, görsel efekte boğulmuş bir filmdi Üç Maymun. Bu, onun sinemasında oldukça deneysel bir serüven olmasının yanı sıra başka kırılmaları da tetikledi. Cannes'da Hollywood'un efsanevi aktristi Faye Dunaway'ın elinden aldığı En İyi Yönetmen ödülü sonrası ''bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme armağan ediyorum'' diyordu. Daha önce herhangi bir konuda fikrini beyan etmemiş bir yönetmen olarak, bu masumane sözüyle bile kimilerince övüldü, kimilerince yerildi. Üstüne üstlük, köşe bucak saklanan NBC, sinema magazinine malzeme haline getirildi. Bu filmin senaryosunun aslında Zeki Demirkubuz'un fikrine dayandığı söylendi, araları bu yüzden açıldı. Tartışmalar, spekülasyonlar, kazanılamayan Altın Portakal ödülü ve saire. 2008, Nuri Bilge Ceylan için epey farklı bir yıl oldu. Şu ya da bu şekilde, Üç Maymun'un, Yılmaz Güney'in  1971 yapımı Baba filminin günümüze uyarlanmış hali olduğu konusunda hemfikiriz. 

Üç Maymun (2008)

Yaklaşan genel seçimlerde muhalefetten milletvekili adayı olan iş adamı Servet (Ercan Kesal), bir gece vakti, ıssız orman yolunda birine çarparak ölümüne sebep olur. Siyasi kariyerini öne sürerek, o sırada yanında olmayan şoförü Eyüp'ten (Yavuz Bingöl) yardım ister. Kendisinin yerine suçu üstlenmesi karşılığında maddi yardımda bulunup, sonrasında toplu para vereceğini söyler. Çaresiz kalan Eyüp, bu durumu kabul eder ve hapishaneye girer. Eyüp'ün oğlu İsmail (Ahmet Rıfat Şungar), araba alabilmek için annesini ikna eder. Anne Hacer (Hatice Aslan), Servet'in yanına gider ve durumu anlatır. Servet, durumdan yararlanıp Hacer'le birlikte olur. Durumu hem İsmail, hem de hapisten çıkan Eyüp öğrenir. Bir gün Servet'in ölüm haber gelir. Aile, bu durumu çözüp ayakta kalabilmek için bir karar vermek zorundadır.

Üç Maymun (2008)

Ercan Kesal'la Nuri Bilge Ceylan'ın senaryodaki iki filmlik birlikteliğini başlatan Üç Maymun, NBC sinemasında ayrıksı duran, bütün bir filmografiyle pek örtüşmeyen ve açıkçası sadece ''Yeni'' Nuri Bilge Ceylan'a geçişte aracı olabilecek bir film. Yenilikçi kurgu ve color correction denemesi, hikayenin soluk ve defalarca tekrarlanmış konusuna yeni bir dokunuş sağlıyor, rejide büyük bir ustalık söz konusu, ancak nafile. Yeşilçam'ın melodram ve acı sosuyla sunduğu yıllanmış bir hikayeden, maalesef NBC dokunuşuyla farklı bir film çıkmıyor. Bu hikayedeki saf arabesk çatı, tipik bir Zeki Demirkubuz filmine ait. Hacer karakterindeki aldatmaya teşne, güce tapan, körü körüne riske giren ve oğlu dahil her şeyi feda etmeye hazır kadın figürü ve Eyüp'teki iğdiş edilmiş, sineye çekmiş koca tasviri, filmin ilk yarısında gördüğümüz bu insanların varoluş biçimlerine bu kadar ters kalmamalıydı, bu karakterlerin dünyası bu kadar cevapsız bırakılmamalıydı. Reji anlamında ustalık gösterisi olan film, benim açımdan Nuri Bilge Ceylan sinemasının zayıf halkası.


Filmin fragmanı

10 Kasım 2020 Salı

25th Hour / 25. Saat 2002



Keşkelerle bir gece


25th Hour / 25. Saat  2002

Tüm dünyada 90'lı yılların ortasından 2010'lu yılların başına kadar film kalitesinde ve sayısında önemli bir artış oldu. Günümüzde gönül rahatlığıyla referans verebileceğimiz, önerebileceğimiz filmlerin birçoğu o yıllardan kalma. Oldukça kısır olan Türk sinemasında bile durum böyle açıkçası. Birçok ülkenin milenyum atağında olduğu yıllarda Amerika Sineması elbette başı çekiyordu. Hem de milenyumu 90'lardan başlatarak epik ve vurucu filmler sunarak. Bahsettiğim yılların önemli yönetmeni Spike Lee, Clockers'tan sonra yeni bir roman uyarlamasıyla karşımızda. Daha sonra Game of Thrones dizisinin yaratıcılarından biri olacak David Benioff'un 25th Hour adlı romanından bahsediyorum. 25. Saat, film tavsiyesi listelerinin gediklisi, suç ve hapishane temalı filmlerin gözdesidir. Şimdilerde platformlarda yayımlanan yeni filmler 90'lı ve 2000'li yıllarda bu filmleri taze taze izlemiş sinemaseverlerin dişinin kovuğuna bile yetmiyor, tatmin etmiyor. O sebeple 25. Saat gibi destansı ve başarılı filmlerle hafıza tazelemekten zarar gelmez.

25th Hour / 25. Saat  2002

Uyuşturucudan hatırı sayılır bir para kazanan Monty (Edward Norton), evine baskın yapan polisin, evdeki son parti uyuşturucuyu bulmasıyla yedi yıla mahkum edilir. O sırada evde bulunan sevgilisi Naturelle'yle (Rosario Dawson) mutlu bir gelecek tasarlayan Monty'nin hayatı kararır. Hapishaneye girmeden önceki son 24 saatini arkadaşları Jacob (Philip Seymour Hoffman), Frank (Barry Pepper) ve sevgiliyle geçiren Monty, bu kısa zamanda hem kendisini polise ihbar eden kişiyi öğrenir hem de hayatın ve özgürlüğün aslında ne kadar kıymetli olduğunu anlar. Kendisini hapishaneye teslim edecek olan olan Babasıyla (Brian Cox) çıktığı uzun araba yolculuğunda hayalle gerçek iç içe yaşanırken, Monty'nin tek düşüncesi zorlu geçecek hapishane yıllarıdır.

25th Hour / 25. Saat  2002

Spike Lee'nin ilk dönem filmlerini başkaldıran ve yer yer başına buyruk filmler olarak görüyorum. Oldukça özgün, politik ve yaratıcı bulduğum bir yönetmen. Hollywood içerisinde siyahilerin hakkının yendiğini ve sektörde eşitliğin sağlanması gerektiğini öteden beri sık sık vurgulayıp br yandan da filmler üretmeye devam etmiş biri. Doğu Amerika'nın, New York'un çocuğu. 25. Saat'te başrol ve yan karakterler için siyahi aktörler düşünüp sonrasında Edward Norton'da karar kıldıklarını okumuştum. Hikayenin anlattığı dünya her iki seçim için de uygun. Her ne kadar günümüz iletişim imkanları sayesinde daha küresel bir ağ varmış gibi görünse de o yıllarda izleyicinin talep hakkı daha çok göz önüne alınırdı. Edward Norton, bir Afrika ya da Orta Doğu ülkesinde de alıcısı bulunan revaçta bir oyuncuydu sonuçta. Filmin gerçek ve hayal dozunu, ağır travma ve kayıp yaşayan insanlar daha iyi anlayacaktır. Uykuyla uyanıklık arasında keşkelerle dolu zamanlar tasviri bu anlamda müthiş yaratılıyor. Ancak roman uyarlamalarının başına gelen sarkma ve uzama mevzusu 25.Saat'e de yansımış. Biraz uzadığı bölümler var. Spike Lee'nin hızlı temposu burada farklı ilerlemek zorunda kalıyor haliyle. Philip Seymour Hoffman, Brian Cox ve Edward Norton kusursuz. Hikayenin işlenişi bakımından izlememiş olan herkese gönül rahatlığıyla önerebileceğim sağlam bir film.


Filmin Fragmanı

9 Kasım 2020 Pazartesi

Journeyman (2017)

 

Son dövüş


Journeyman  (2017) Paddy Considine

Paddy Considine adını ilk kez Shane Meadows adlı müthiş yönetmenin mütevazı şaheseri Dead Man's Shoes'la duymuştum. Bu filme kadar önemli yönetmenlerle çalışmış bir oyuncu olsa da ilk oyunculuk deneyimi yine başka bir Shane Meadows filmi olan A Room for Romeo Brass'la başlar. Yakında Meadows filmlerine yer vereceğim burada. Considine, tuhaf gelebilecek derecede içe dönük ve aşırı tevazu sahibi bir aktör, bir insan. Dolayısıyla, olanca yeteneğine karşın hırslı bir Hollywood kariyerinin peşine düşmedi. Aksine giderek daha İngiliz olmayı sürdürdü. Bağımsız ve düşük bütçeli film yapımı konusunda önemli ustalarla çalışırken, film setinin tüm elementlerini kavrayarak, alaylı bir yönetmen haline geldi. Hem 2011 yılında çektiği Tyrannosaur'un hem de son filmi Journeyman'in senaryosunu kendisi yazdı. Teknik ayrıntılarla pek ilgilenmeyen, sadece kısa sinema yazıları okumak isteyen arkadaşlarım kusura bakmasınlar. Sadede geliyorum. Considine, oldukça sade ama görkemli bir film olan Tyrannosaur'da gücün arkasına sakladığı çaresizliği Journeyman'de de sürdürerek hikaye anlatıcılığında tavır sahibi bir tutum sergiliyor. 

Journeyman  (2017) Paddy Considine

Dünya orta siklet boks şampiyonu ünvanı bulunan Matty Burton (Paddy Considine), büyük bir para karşılığında son maçına çıkmayı kabul eder. Tek amacı yeni doğmuş olan kızı Mia (Lainie Duffy) ve eşi Emma (Jodie Whittaker) için daha huzurlu bir hayat standardı sağlamaktır. Kendisinden daha genç ve oldukça hırslı olan rakibi Andre Bryte (Anthony Welsh) ile çıktığı maçta başına aldığı bir darbe sonucu yere yığılır. Daha önce defalarca aldığı darbelerin üstüne eklenen bu son yumrukla kısa bir komaya giren Burton, komadan sonra beyin ve beden fonksiyonlarını yitirmiş bir adam olarak büyük bir sınav verir. Öfke patlamaları ve bebeğiyle olan iletişimdeki tuhaflıklar sebebiyle eşi tarafından terk edilen Burton, kendisini iyileştirmek için çabalamaya başlar.

Journeyman  (2017) Paddy Considine

Matty Burton, hikayenin başında karizmatik bir erkek, kibar bir eş ve aynı zamanda hırçın rakibine karşı bilge bir ağabey olarak tasvir edilirken filmin kırılma anından itibaren tüm bu özellikler aynı sırayla tersyüz ediliyor. Altı bezlenen, eşine şiddet uygulayan, öfke nöbetlerine kapılan yeni Burton, Rocky filmlerinde rastlayamayacağımız bir anti-kahraman olarak devam etmenin yollarını arıyor. Bir daha asla eskisi gibi olamayacağıyla yüzleşip beynini iyileştirmenin peşine düştüğü süre boyunca film akıcılığını yitirmiyor, ama açıkçası seyircinin tahmin sınırlarını da aşamıyor. Karakter dönüşümü için bir yazarla ortak çalışması, bu filmi epey yükseklere taşırdı sanıyorum. Çünkü unutulan ve zamanı geldiğinde bir anda etkisizce beliren vodvil karakterler var. Boksörün dünyasından hiç kopamadığımız anda diğer karakterler işlemiyor. En önemlisi devrik bir iktidar meselesi söz konusu. Tam bu noktada eş karakteri çok yüzeysel kalmış durumda. Paddy Considine, için ise işler yolunda. Karakterini ve hikayeyi kendisi yaratığı için kendi konfor alanını yaratıp başarılı bir performans sergiliyor. Gişede büyük bir hüsrana uğradığı için bir daha film çekmeyeceğini söylemiş olsa da kararını değiştirebileceği ümidiyle bekliyoruz.


Filmin fragmanı

2 Kasım 2020 Pazartesi

Never Rarely Sometimes Always (2020)


Akvaryumdan Denize 


Eliza Hittman'ın üçüncü uzun metraj filmi olan Never Rarely Sometimes Always (NRSA) yönetmenin diğer filmlerinde de başarıyla gerçekleştirdiği genç kahramanın bedbaht yolculuğu şemasını kullanıyor. Amerikan bağımsızlarının bizdeki gibi tutan bir formülü gelenekselleştirdiği artık gün gibi ortada. Taşra-büyük şehir, aile-yalnızlık gibi iki büyük tema etrafında dönüp duruşumuz bakımından oldukça ortak bir bağımsız sinema kaderini paylaşıyoruz. Eliza Hittman NRSA'da yaptıklarıyla elbette formül ve şema sinemasının epey dışında güncel, evrensel ve özgün bir hikaye ortaya koyuyor. Senaryosunu da yazdığı film, 2020 yılında seyirciyle bir şekilde buluşabilen filmler içinde istisnai derecede başarılı.


Hollywood'un büyüme hikayeleri ana caddedeki dükkan gibi, cazibeli ve ağız sulandıran bir Amerika gösterirken özellikle doksanlar sonu ve iki binler sinemasında işte gerçek Amerika! bu diyen filmler türedi. Her ne kadar ayrıksı sözler sarf ediyor olsalar da büyük güç Amerika'nın kültürel unsurları olduklarından mütevellit hepsinden haberdar oluverdik. Amerikan bağımsızları bile bizde ana akım etkisi yaratmayı başardı yani. Eliza Hittman bir önceki filmi ola Beach Rats'te yine gençliği merkeze alıyordu. Gençliğin güncel başlıkları olan eşcinsellik, erken hamilelik, asosyallik, madde bağımlılığı, zorlu aile ilişkileri Hittman'ın yumuşak fırça darbeleriyle belge gerçekçi bir anlatıya bürünüyor. Ne kadar tarafsız olduğu su kaldırır, ama Hittman belli ki doğruyu yanlışı parmağıyla işaret etmeden gösterebilme konusunda örnek teşkil edecek duru sinemasını sürdürecek. Belki kadın hakları konusunda çekeceği yüksek bütçeli bir gişe filminde, bir süper kahraman filminde, bir platform dizisinde bu tılsımı bozar diye kaygılanmıyor değilim yine de. Çünkü sinemanın kadın auteur'lere hiç olmadığı kadar ihtiyacı var. 


Yeni ve keşfe açık bir film olduğu için açıkçası filmin konusundan bahsetmek istemedim. Özetle, Pennsylvania'nın bir kasabasında yaşayan lise öğrencisi Autumn (Sidney Flanigan) hamile kaldığını öğrenir. Yaşadığı muhafazakâr kasabada kürtaj olması imkansız olduğu için en yakındaki büyük şehrin yolunu tutar. Arkadaşı Skylar'la (Talia Ryder) birlikte New York City'ye yaptıkları yolculuğu izleriz. Filmin adı bilindiği gibi kalıplaşmış anket cevaplarına dayanıyor. Filmin duygusal doruk noktasında bunu görüyoruz, çok da şık bir düşünce ve ince bir işçilikle görüyoruz. Ondan önce aslında taşradan ve baskıdan kurtularak bir an olsun başka bir dünyanın havasını soluyabilme fırsatı bulan Autumn karakterinin değişimi eşsiz bir duygusal kurgu eseri, ana mesele bu; biz ve başkaları, cehennem başkalarıdır anlatısı. Yolculuğu arka plana alan filmlerde yolda karşılaşılan gariplikler silsilesi filmle kurduğumuz bağın temposunu o kadar zedeliyor ki, maharetin aslında sessizlik ve boşluk anlarını zenginleştirmek olduğunu anlayabilmek için bu tür başarılı filmler izlemek gerekiyor. 

Filmin fragmanı

3 Şubat 2018 Cumartesi

Do the Right Thing / Doğruyu Seç 1989


Bir zamanlar Brooklyn'de



Hollywood, gündemine taciz skandallarını almadan önce, siyahi oyuncuların geri plana itilmesini tartışıyordu. Söylenen o ki, ne kadar yetenekli olursa olsun siyahi oyuncular için rol yaratılmıyor, siyahlar, beyazlar kadar kaliteli yapımlarda başrol oynayamıyordu. Irkçılığın başka bir boyutu, sıradanlaşmış ırkçılıktı bu düpedüz. Hal böyle olunca filmlerine baktığım yönetmenlere bir Spike Lee eklemenin zamanı gelmişti. Amerika'da siyahi hareketin sinemadaki öncüsü ve en önemli ismi diyebileceğimiz Spike Lee'nin ilk önemli filmi Doğruyu Seç, Brooklyn'de sıradan ırkçılığın komediyle harmanlanan eleştirisi olarak okunabilir. (Bu arada Afro-amerikan demek yerine doğrudan çeviriyle siyah diyeceğim. )


Oğulları Pino (John Turturro) ve Vito'yla (Richard Edson) birlikte Brookyln'deki siyah mahallesinde pizzacı dükkanı işleten Sal (Danny Aiello), gerçek bir İtalyan kökenli Amerikan fanatiğidir. Al Pacino'dan, Sinatra'ya bütün İtalya kökenli Amerikalı ünlülerin fotoğraflarını dükkanına asan Sal, tüm ısrarlara rağmen siyahların fotoğraflarına yer vermez. Yanında çalışan Mookie (Spike Lee) de dahil olmak üzere bütün siyahiler sonunda bu durumu boykot etmeye başlar ve protestolar sırasında Radio Raheem (Bill Nunn) , polis tarafından öldürülür. 


Spike Lee'nin başlangıç dönemini ben de henüz izleyebiliyorum. Merak edip yaptığım ön okumalarda popülist bir söylemi aşamadığını sıkça okudum. Kabul ediyorum ve anlaşılır buluyorum bu tür eleştirileri, fakat buradan bakıldığında Amerikalı siyahların protest tavırlarının sınıfsal değil de kökencilik üzerine değerlendirilmesi gerektiğini ıskalayabiliriz. Spike Lee, tabiri caizse siyahlara gaz veren filmler çekiyor bu anlamda. Ağlak ya da ezik olmama kaygısıyla kararsızlık ve tuhaf bir protest  tablo çizdiğini söylemem gerekiyor. Bu söylediklerimi elbette bu filmi baz alarak söylüyorum. Renkleri ve karakterleri kullanma biçimi mükemmele yakın olan Spike Lee sinemasında ilerledikçe bakalım neler göreceğiz. 


Filmin Fragmanı

28 Aralık 2017 Perşembe

Last Cab to Darwin / Darwin'e Son Taksi 2015


Ölüme rezervasyon




 Avustralya sinemasını özel bir kategoride değerlendirebilecek kadar yakından tanımıyorum. Majör ülke sinemaları gibi ardı ardına iyi örnekler vermiş, özgün, en önemlisi belirli dönemleriyle farklılıklar yaratmış bir sinema olmadığını biliyorum en azından. Özellikle Hollywood'a kazandırdığı yıldızlar ve yönetmenlerle, bir de ara sıra gözümüze ilişen kaliteli filmlerle adını hatırladığımız Avustralya'dan yeni bir iyi örnekle karşınızdayım: Darwin'e Son Taksi. Kimi sinefil arkadaşlarımın yoğun ısrarıyla izlediğim Darwin'e Son Taksi açıkçası beklentimin epey üzerinde sağlam bir film.


Broken Hill / Avustralya'da taksicilik yapan Rex (Michael Caton), daha önce geçirdiği operasyondan sonra bu kez vücudunu kanserin tamamen sardığını öğrenir. Darwin City'de bir kliniğin ötanazi için gönüllü aradığını duyan Rex, karşı komşusu ve sevdiği kadın olan Polly'yi (Ningali Lawford) bırakarak bir haftalık taksi yolculuğuna başlar. Yolda araba camını tamir eden Tilly'i de (Mark Coles Smith) yanına alan Rex, yol üstünde karşılarına çıkan Julie (Emma Hamilton) ile birlikte Darwin'e varır. Bazı prosedürler için Darwin'de beklemek zorunda kalan Rex, hayatının son günlerini sorgulamaya başlar.


Filmin konu itibariyle sağlam olan dramatik çatısı beyazlar ve siyahlar (Aborjinler) arası meseleyi gayet sıradan bir faşizm nesnesi olarak filme dahil ederek sağlam bir sosyal zemin de kazanıyor. Darwin'e Son Taksi, ne ağlak bir ölüm yolculuğu ne de sosyo-politik doğruculuk peşinde. Klasik dramanın ihtiyaç duyduğu bazı klişeleri yoğun biçimde barındırıyor olsa da Darwin'e Son Taksi iyi bir yol filmi benim nazarımda. 

Filmin Fragmanı

25 Aralık 2017 Pazartesi

Regarding Henry / Kendini Arayan Adam 1991



Her şerdeki hayır üzerine köpürtmeler



 J.J. Abrams günümüzün önemli yapımcılarından biri. Ülkemizde daha çok Lost adlı dizinin yaratıcısı olarak bilinse de portfolyosu oldukça dolu bir dizi ve film yazarıdır aynı zamanda. Kendini Arayan Adam'ın senaryosunu yirmi beş yaşındayken yazıp Mike Nichols gibi bir yönetmene ulaştırmış olması büyük bir olanak. Bazı insanları başarı merdivenlerinden yukarı doğru adeta itekleyerek çıkarıyorlar. Fikrin pek de geçer akçe olmadığı kavramsal metinlerin yanında Amerika ekolü hikaye ve olay anlatan senaryolar da söz konusu. Yani yapımcıya ilginç gelecek bir senaryonuzun olması gerekiyor. Kendini Arayan Adam'ın konusuna değineceğim, işte o zaman yeni bir numarası olmayan ikinci kalite bir senaryonun ve Hollywood'un farkına tekrar varmış olacağız. 



Başarılı ve hırslı avukat Henry (Harrison Ford) , eşi Sarah (Annette Bening) ve kızıyla (Kamian Allen) bile zaman geçiremeyecek kadar yoğun çalışan ve etrafındakilere değer vermeyen bir adamdır. Bir market soygununda kafasından vurulan Henry hafızasını kaybeder ve uzun bir tedavi sürecinin ardından evine döner. Her şeyi yavaş yavaş hatırlamaya çalışa Henry değişmiş, etrafındakilere ve ailesine değer veren bir adam haline gelmiştir. Geçmişte hem avukat hem de bir baba ve eş olarak yaptığı şeyleri telafi etmeye çalışacaktır.


Senaryo ortadayken kalkıp da Mike Nichols'ün ilişkilere bakışından bahsetmek saflık olur. Ortada kötülük ve hırsla bir yere varılamayacağını söyleyen, kariyer hırsını kötüleyen bir anlatı var. Bu anlatı kötü, hırslı, üst orta sınıf Amerikalıya veriliyorsa ne ala, biliyoruz ki öyle değil. Mesaj Çalışan Kız filminde olduğu gibi kalbi temiz tutan beyaz Amerikalılar için. Gelin iyisi mi oyuncularla bitirelim. Harrison Ford filmde dönüşüm yaşayan adam olarak son derece başarılı, Harrison Ford zaten farkındalığı olan iyi bir aktördür. Genç ve güzel Annette Bening, Amerikan sinemasının özel ve güçlü bir oyuncusudur ve bu filmin de şanslı taraflarından biri. 


Filmin Fragmanı

12 Aralık 2017 Salı

El Cuerpo / Ceset 2012

İyi bir başlangıç



Bu yazıda bahsedeceğim filmle ilgili gözüme çarpan yorumlar genellikle İspanya sineması ve gerilim janrı (türü) çelişkisi üzerineydi. İspanya Sinemasında korku ve gerilim türüne ait böyle bir filmin şaşırtıcılığı üzerine rastladığım yorumları şaşkınlıkla okudum. Bu yorumlar 2000'ler İspanyol sinemasını biraz görmezden geliyor açıkçası. Zira bu tür filmlerin Avrupa şubesi -özellikle 2000'lerde- İspanya'ydı. Burada bir tutarlılık vurgusu yaparak başlamış oluyorum böylece. İlgilenenler özellikle Alejandro Amenabar, J.A Bayona, Guillem Morales gibi yönetmenlerin filmlerini izleyebilir. 


Oriol Paulo İspanya sineması'nın yeni bir temsilcisi. Halihazırda iki filmiyle yönetmenlik karakterine iyi bir başlangıç yapmış durumda. Daha önce senaryolarıyla çeşitli filmlere katkıda bulunmuş 1975 doğumlu bu genç yönetmeni son zamanlarda birkaç film tutkunu arkadaşımın yoğun ısrarlarıyla keşfetmiş bulunmaktayım. Filmlerin sunuluş şekli bazen beni o filme karşı izlemeden önyargı sahibi yapıyor. Sürpriz son, ters köşe, tahmin edilemez final gibi takdim biçimlerine aldırış etmeden izlediğim El Cuerpo'nun konuşu şöyle:


Oldukça varlıklı bir kadın patron olan Mayka (Belen Rueda) ani ölümünün ardından kaldırıldığı morgda kaybolur. Kendisinden oldukça genç olan eşi Alex'e (Hugo Silva) bu durum bildirilir ve kendisi ifadeye çağırılır. Alex bu olayın basit bir kayıp vakası olduğuna inanmaz ve eşinin yaşadığına emin olur. Büyük mirastan pay almanın ve yasak aşkı Carla'yla (Aura Garrido) birlikte olmanın planlarını yapmış olan Alex, bir an önce bu garip olaydan sıyrılmak istemektedir. Alex finalde büyük bir intikamın kurbanı olduğunu anlar. 


Bahsedilen sürprizli final, kabul etmeliyim ki, bu arayışta olan izleyiciyi oldukça memnun edecek cinsten. Filmin gerilimden dramaya evrilmesi bile bu 10 dakikalık final sayesinde oluyor. Birkaç yıl içerisinde Hollywood bu filmin bir yeniden çevrimini yaparsa şaşırmamak lazım. Filmin bütün iddiası senaryoda, tempoda ve sürprizinde. Ancak finaldeki intikam fikri seyirciyle ciddi bir bağ yakalayamayıp sönük kalmış. Güzel bir seyirlik ama ötesini aramamak lazım. Yönetmenin ilk uzun metraj filmi olması oldukça önemli bu noktada. Birtakım önemli eksiklikleri gidermiş ve senaryoda olgunlaşmış bir Oriol Paulo uzun vadede Dünya sineması için bir kazanç olacaktır. 


Filmin Fragmanı

28 Haziran 2016 Salı

Bonnie and Clyde 1967


İşte biz o gün tükeneceğiz


Bonnie and Clyde 1967

Yönetmeninden daha meşhur olmuş filmlerden biriyle devam ediyorum, Suç filmleri türünün zirve örneklerinden biriyle. Sinemayla ne düzeyde ilgileniyor olursanız olun bu filmin afişi bir yerlerden gözünüze çarpmıştır. Hadi diyelim bir şekilde belleğiniz silindi ve film izlemeye yeniden başladınız. Bonnie ve Clyde’a bir şekilde rast gelmemiş bir izleyici olarak mutlaka ondan ilham alarak çekilmiş en az beş filmi çok severek izlemişsinizdir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'dan Hollywood'a zorunlu transfer olup kara film türünü 50'ler 60'lar sinemasının merkezine koyan büyük yönetmenler çağını biliyoruz. Arthur Penn, kara film türüne saplanmış Amerika sinemasını bir şekilde kendi kodlarıyla çeşitlendirmiş yönetmenlerin başında geliyor. Elia Kazan'ın, tiyatral oyunculuk kalıplarını yıkıp Amerikan sinemasının kaderini değiştirmesinden bir kuşak sonra sinemaya başlayanlardan biri de Arthur Penn'dir.  Bonnie ve Clyde ise bizim sinemamızda Yeşilçam'da epey yerelleştirilmiş! iç edilmiş, hattaYılmaz Güney’le bile temas kurmuş klasiklerden biridir. Bizdeki örneği aşarak Dünya sinemasında da azımsanmayacak etkiler yaratmış gerçek bir öncüdür.

Bonnie and Clyde 1967

Silahlı banka soyguncusu olarak tüm Amerika'da büyük nam salmış olan Clyde (Warren Beatty), garson olarak çalışan ve hayatından memnun olmayan Bonnie’yi (Faye Dunaway) oldukça etkiler. Suç dünyasının orta yerine bir anda giriveren Bonnie de bundan böyle bir banka soyguncusu olarak anılmaya başlar. Birlikte gerçekleştirdikleri birkaç soygundan sonra ekibe katılan ufaklık C.W.Moss da (Michael J. Pollard) onların güvenliğine yardımcı olma görevini üstlenir. Clyde’ın abisi Buck (Gene Hackman) ve onun eşi Blanche’ı (Estelle Parsons) da planlarına dahil eden Bonnie ve Clyde, polisin arananlar listesinin zirvesine oturur ve artık büyük şöhreti birlikte paylaşırlar. 
Filmin kahramanları, 1930’lu yıllarda gerçekten yaşamış, büyük ekonomik buhran döneminde Robin Hoodvari soygunlar gerçekleştirerek halkın gözünde kahraman olmuş. Arthur Penn, filmde ülke çapına yayılan kahramanlıktan söz etmeyi epey geri planda tutmuş. Bir film gerçekliği içinde sadece kahramanların kendi dünyalarına odaklanıp suçun özüne inmeye çalışmış. Amerika'da reklamcılığın ve daha geniş ölçekte kapitalizmin o yıllardaki varlığını işaret etmek için filmde sık sık marka amblemlerinin sloganlarının olduğu tabelalar gösteriliyor. Bunun ayrıca filmin sponsorluk anlaşmalarıyla ilgili olup olmadığıyla ilgili bilgi bulamadım. 

Bonnie and Clyde 1967

Gerçek hikayeden esinlenip, gerçek isimlerle karakter odaklı dünya yaratmış bir film olarak tanımlayalım Bonnie ve Clyde'ı. Arthur Penn de dönemin ruhuna kısaca değinip riskli alanın kenarından yürümüş bu anlamda. Amerika'da 60'lı yılların sonunda bankadan soyup halka dağıtan, ufak da olsa solu, sosyalizmi, komünizmi çağrıştırmakla nitelenebilecek bir film çekmek epey zor. Yönetmenin arka planda olup bitenleri göz ardı etmesinin sebebi bu. Üstü kapalı verebileceği en büyük mesaj solcu kimliğini saklamayan Warren Beatty'yi başrolde oynatmış olmasıdır muhtemelen. Arthur Penn sineması yıldız oyuncu kavramıyla pek barışık bir sinema olmasa da Faye Dunaway filmde arzu nesnesi olarak da önemli bir yerde, ve çok güzel. Takip'te olduğu gibi Bonnie ve Clyde'ta da dar alanlara sıkışıp kalan bir grup insanın hikayesi anlatılıyor, bu anlamda tutarlı bir dizgede yol alıyoruz. Arthur Penn'in mekana ve insanın kaçınılmaz mağlubiyetine bakışını saf hali bu filmde saklı. Görmek isteyenler, sinema tarihinin en unutulmaz finallerinden biriyle de karşılacaklar. 


Filmin Fragmanı

20 Haziran 2016 Pazartesi

The Chase / Kovalamaca (1966)

2 dakika okuma süresi


Kusurlu bir klasik


The Chase / Kaçaklar  (1966)

Marlon Brando, 1954 yılında çekilen On The Waterfront filminin bir yerinde sevgilisiyle konuşurken aniden eğilir ve yerden kopardığı çiçeği sevgilisine uzatır. Senaryoda yer almayan hareket, Brando'nun kadrajdan çıkışı, yönetmeni de teknik ekibi de şaşırtmıştır. Bu plan, metot oyunculuğunun ilk büyük örneği olarak anılır. Annemin Öğrettiği Şarkılar adlı biyografi kitabında Marlon Brando, bu sahneyi ve planı iştahla anlatır. Anlattığı filmlerden birisi de The Chase'dir. Filmdeki rolünü beğenmediğini, sadece ortalıkta dolaşan bir Hollywood figürü gibi hissettiğini söyler. Arthur Penn'le daha sonra The Missouri Breaks filmini çekmesine rağmen The Chase filmine karşı özel bir sempatisi olmadığını biliyoruz. Fakat, setin sonlarında çekilen bir sahne bu olumsuz fikri -en azından yönetmene karşı- oldukça yumuşatır. Marlon Brando-Arthur Penn ortaklığı filmin kırılma anında efsane bir sahne yaratmıştır. Şerif Calder rolündeki Brando'nun dayak yediği sahne ağır çekim oynanır ve böylece tüm yumrukların gerçekçi biçimde isabet etmesi sağlanır. Daha sonra kurgu masasında hızlandırılan bu planlar müthiş bir gerçekçilik yaratır. Marlon Brando, bu sahnedeki oyunculuğu, metot oyunculuğunun zirvelerinden biri olarak yorumlar.

The Chase / Kaçaklar  (1966)

Kanun kaçağı Bubber (Robert Redford), saklanacak çok fazla yer olmasına rağmen kasabasına geri döner. Petrol zengini biri olan Val Rogers (E.G Marshall), kasabanın Şerifi Calder'i (Marlon Brando) parmağında oynatmaktadır ve ondan Bubber'i öldürmesini ister. Çünkü Rogers'ın oğlu Jason (James Fox), kanun kaçağı Bubber'ın karısının (Jane Fonda) peşindedir. Şerif Calder, Bubber'i öldürmeden adalete teslim edip ideallerinden taviz vermek istememektedir. 

The Chase / Kaçaklar  (1966)

Adaletin ideaize edildiği filmler içinde, bir klasik olarak anılması biraz da kadrosuyla mümkün olabilmiş The Chase, bazı temel sorunlara sahip bir film. Senaryoda, kasabaya gelen kötü adam temasının gerisinde kalan ikinci bir katman var. Kasabanın güçlü adamı, siyahilere karşı büyük bir nefret besliyor, cinayetler işliyor. Siyahilere uygulanan ayrım, cinayet, kutuplaşma meselesi ne yazık ki filmde birkaç sahneye hapsediliyor, film bu alana pek fazla yüz vermeyip tekrardan ana hikayeye dönüyor. Gücün kuklası haline gelmiş olan Şerif Calder, karakter derinliğine sahip olamadığı için filmin sonundaki değişimi bir türlü iz bırakamıyor. Filmin akıcılığı, ve konunun anlaşılırlığı, yönetmenin ustalığı sayesinde sekteye uğramıyor. Ancak senaryonun ciddi zaaflarını da yenemiyor. The Chase, derinlikli bir senaryo ve karakter dönüşümüyle birlikte, aynı dönem çekilmiş olan To Kill a Mockingbird (Bülbülü Öldürmek) gibi bir sinema klasiğine dönüşebilirdi.


Filmin Fragmanı

11 Haziran 2016 Cumartesi

The Silence of the Lambs / Kuzuların Sessizliği 1991

Çek bir Big Five



Amerikan sinemasının başka türlü bir üretkenlikle sinema salonlarında rekor üstüne rekor kırdığı yıllardı 90’lar.  1991 yapımı Kuzuların Sessizliği  ise bu yılların sembol filmlerinden biri. Oscar Ödülleri’nde Big Five olarak nitelendirilen en büyük beş ödülü alan üç filmden biri olarak da sinema tarihine başka bir damga vurmuş bir başyapıttır Kuzuların Sessizliği. Bu tür filmleri ara ara izlemeyi, belleğimde eksik kalmış noktaları tamamlamayı seviyorum. Defalarca izlemiş olmama rağmen bir gece vakti, beni ürkütmesine yeniden izin verdiğim bu filmi sizlere de hatırlatmak istedim.


Gerilim dozu yüksek filmlerde seyirciyle sürekli olarak oyun oynamaya dayalı bir reji göze çarpar. Özellikle gerilimin zirve noktasında sese dayalı bir korkutma eğilimi vardır. Yönetmen Jonathan Demme bu bakımdan övgüyü hak ediyor.  Filmin, romandan uyarlanmış olması elbette bir anlamda kılavuz vazifesi görmüştür ama yönetmenin filmi güçlü dramatik bütünlük içinde tutabilmesi ve gerilimi bu alana yedirmesi gerçekten film üzerinde mucizevi bir etki yaratmış, zira romandan uyarlanan nice filmin heba oluşuna tanık olmuşuzdur.


Başarılı bir öğrenim geçmişine sahip FBI stajyeri Clarice Starling (Jodie Foster), FBI şefi Jack Crawford’un (Scott Glenn) isteğiyle yamyam katil olarak nam salmış olan Hannibal Lecter’ı (Anthony Hopkins) yüksek güvenlikli hücresinde görmeye gider. Genç kadınların derisini yüzüp kendisine kusursuz bir kadın bedeni yaratmaya çalışan Jame Gumb (Ted Levine) hakkında Hannibal’dan bilgi almaya çalışan dedektifler, Hannibal’ı ellerinden kaçırır, ancak Gubm, Clarice’in çabasıyla yakalanacaktır.


Hikayenin işlenişinde hiçbir karmaşa yok. Her şey olanca titizliğiyle kurgulanmış ve çekilmiş. Hollywood filmlerinde teknik olarak bir kusur bulmak zaten oldukça güçtür, zira teknik yetkinliklerinin alt eşikleri bile dünyada standart haline gelmiş bir ülke sinemasından bahsediyoruz. Kuzuların Sessizlini özel kılan şey ise bu noktada içeriğin mükemmelliği ve olayı kavrayış biçimi. Kusursuz bir zekaya sahip bir seri katili daha fazla abartmak yerine psikolojik dramayı anlaşılır kılma çabası, bu filmin en özel yanı bana kalırsa. 



Bilindiği gibi Anthony Hopkins bu filmle en iyi erkek oyuncu dalında Oscar kazanmıştı. Herhalde son otuz yılın en tartışmasız oyuncu ödülü bu olmuştur. Aslında filmde toplasan 15 dakikalık bir rolü olsa da kendisini her ana yayan, üstün bir oyunculuk sergiliyor. Jodie Foster için de benzer şeyler söylemek lazım. Hem güzelliği hem muhteşem bir oyunculuğu söz konusu. İzleyici tercihleri ilginçtir. Nice sinema sevdalısının ne filmleri henüz izlemediğini bilirim. Kuzuların Sessizliğini duyup da izlememiş olanlara tavsiyemdir.

Filmin Fragmanı