Cinepopularica

20 Şubat 2021 Cumartesi

The Texas Chainsaw Massacre / Teksas Testere Katliamı (1974)

  3 dakika okuma süresi


The Texas Chainsaw Massacre



The Texas Chainsaw Massacre / Teksas Testere Katliamı (1974)

Tobe Hooper'ın oldukça düşük bir bütçeyle çektiği The Texas Chainsaw Massacre bugün korku sinemasının en önemli yapıtları arasında gösteriliyor. Kan ve katliam gösterisine dayanan gore alt türüne ait birçok göstergesi olmasına karşın, bu film açık bir slasher şaheseridir. Katilin kurbanını uzun süre takip ettiği ve izleyicinin bu takibin gerilimi altında kaldığı bir korku alt türü olan slasher için örnek verildiğinde ilk akla gelen filmlerden biri kesinlikle serinin ilk filmi olan 1974 tarihli The Texas Chainsaw Massacre'dır. Daha sonra üçleme, dörtleme derken zıvanadan çıkan seride ilk filmin yarattığı dönüştürücü etki serideki diğer hiçbir filmle kıyaslanamaz düzeydedir. Bu düşük bütçeli ve reji hatalarıyla dolu olan filmin bir diğer önemli yanı, kendisine gerçek bir katili örnek alıp onu slasher temasıyla birleştirmiş olmasıdır. 1954-1957 yılları arasında yamyamlıkla seri katillik arasında gezinen Ed Gein adlı Amerikalı, annesinin ölümünden sonra giderek ilerleyen şizofrenisini klinik bir şova dönüştürür. Ölen annesini diriltebilmek umuduyla beden parçalarını onun vücuduna nakleder ve bunun için öncelikle mezarlıklardan topladığı cesetleri kullanır. Başarısız olunca da taze beden peşinde koşup öldürmeye başlar. Tobe Hooper, filmdeki yamyamlık temasını bir grup özgür ruhlu genç ile Amerikan muhafazakarlığının jenerik eyaleti olan Teksas ikilemine dayandırıyor. 

The Texas Chainsaw Massacre / Teksas Testere Katliamı (1974)

Sally Hardesty (Marilyn Burns) ve tekerlekli sandalyeli kardeşi Franklin (Paul A. Partain), üç arkadaşlarını da yanlarına alıp bir minibüs seyahatine çıkarlar. Hem dedelerinin mezarını ziyaret edecek hem de birtakım gizemli mezar soygunculuğu olaylarını yerinde inceleleyeceklerdir. Minibüslerine aldıklar bir otostopçunun saldırganlığıyla ilk darbeyi alan kafile, dedelerinin terk edilmiş evine vardıklarında benzin sıkıntısı çekecek ve etrafı kolaçan ederek yakıt bulmaya çalışacaklardır. Gençlerin Teksas kırsalında kalmak zorunda oldukları bu terk edilmiş evde tek çareleri yakın komşularına ulaşmaktır, ama en yakındaki komşuları testereli katil ve onun yamyam ailesidir. 

The Texas Chainsaw Massacre / Teksas Testere Katliamı (1974)

The Texas Chainsaw Massacre, Amerika'nın 68 özgürlük hareketi ve sonraki yıllardaki gençlik hareketi bağlamında da yorumlanmış filmlerden biri. Mumyalanmış yaşlı bedenlerin ve yeni cesetlerin sürekli işleyen öldürme makinesine atıfta bulunduğuna dair vurgular var. Projenin yaratıcı olan Tobe Hooper'ın bu vurguyu ne denli öne çıkardığı tartışılır. Bana kalırsa böyle bir politik göndermeye meyletmiyor, ancak yıllar yılı kendisini politik olarak var eden 'yola çıkmış gençlik' klişesi filmde bir şekilde dramatik olarak önemli yer tutuyor. Filmin kötülük sembolü Leatherface (Deri surat) Ed Gein gibi, ölülerin uzuvlarından diktiği maskesi ve aksesuarlarıyla açık bir yamyam tasviri ve saf bir korku karakteridir. Her nasıl yaklaşılırsa yaklaşılsın nihayetinde ortada düşük bir bütçe, bağımsız bir yapım ve bir grup oyuncuyla yaratılmış öncü bir korku gerilim filmi var. Oradan hareketle The Texas Chainsaw Massacre, slasher filmlerinin öncüsü olmuş, korku filmlerinin kaderini değiştirmiş bir yapım. Rejinin kopuk ve özensiz oluşu, bütçeden ve hız kaygısından kaynaklanmış olsa da ortaya çıkan rahatsız edici absürt gerçeklik yine bu amatörlükten besleniyor. Rahatsızlıktan söz etmişken filmin kimi ülkelerde uzun süre yasaklı olduğunu ve gösteriminin Amerika'da bile büyük bir tartışma yarattığını eklemek gerekiyor.

Filmin Fragmanı

6 Şubat 2021 Cumartesi

Nomadland (2020)

 3 dakika okuma süresi


Rüzgardaki kökler


Nomadland (2020)

Fern (Frances McDormand), minibüsüne biner ve What Child is This? ilahisini mırıldanarak hikayesini anlatmaya başlar. Bu, tanrıya ve doğaya sığınma temalı meşhur bir yalnız çoban ilahisidir aynı zamanda. Nomadland, sinemaseverlerin uzun süredir gösterime girmesini bekledikleri bir film. Venedik Film Festivali'nde Altın Aslan, Toronto Film Festivali'nde People's Choice Award (Halkın Seçimi) ödüllerini kazandıktan sonra beklenti ister istemez arttı. Birçok sinema yazarı tarafından 2020'nin en iyi filmi olarak lanse edildikten sonra filmin etrafındaki merak halkası daha da büyüdü. Vizyonu merak konusu olan film, önerilmeyen mecralarda gösterilmeye başlanınca bir şekilde hakkındaki yazılar çiziler de kendilerini göstermeye başladı. Amerika Kıtası içinde katıldığı hemen her festivalden bir şekilde ödülle dönen film, daha çok başrol oyuncusu Frances McDormand'ın eşsiz oyunculuğuna atıf yapılarak öne çıkarılmıştı. Şimdiye kadar kazanılan ödüllerin ağırlığına dayanarak bu yıl bir şekilde gerçekleştirilmeye çalışılan Oscar ödül töreninde muhtemelen en iyi kadın oyuncu ödülü Frances McDormand'a gidecek. Çinli kadın yönetmen Chloé Zhao tarafından Jessica Bruder'ın aynı adlı kitabından uyarlanan film, kahramanın yolculuğu temasına ve klasik drama çatısına kökten karşı gelen bir varoluş anlatısı. Bu anlamda klasik anlatıya ve bilhassa aksiyona meyleden seyirciyi büyük hayal kırıklığına uğratacağına şüphe yok. Ancak, varoluş anlatılarına karşı özel ilgi duyan benim gibi sinemaseverler için bile, filmin kimi yönlerden ciddi ciddi eleştirilecek, tatminsizlik yaratabilecek yanları olduğu su götürmez bir gerçek.

Nomadland (2020)

Nevada kırsalında uzun yıllardır istihdam yaratan bir alçıpan şirketinin iflasının ardından yersiz yurtsuzlaşıp minibüs ve karavanlarında yaşam mücadelesi veren bir grup insandan biri de Fern'dür. Sadece ufak ve soğuk minibüsüne değil, hayata da sığmakta zorlanan Fern (Eğrelti otu anlamına geliyor) yerleşik bir ev düzenine geçmeye ısrarla karşı gelerek boşlukta ve tek başına olmanın akışına kendisini kaptıracaktır. Chloé Zhao' nun kurduğu dünyada Fern yani Frances McDormand harici ünlü bir oyuncu bulunmuyor. Diğer oyuncular kendi adları ve çoğunlukla kendi dünyalarıyla filmin bir parçası oluyorlar. Bu anlamda filmin belgesel gerçekliğini arayan ve bir şekilde kurgunun temsil dünyasını yıkmayı hedefleyen güçlü bir tarafı olduğunu söylemeye gerek kalmıyor sanırım. İşte tam bu noktada hedeflenenle var olan arasında derin bir boşluk yaşadığımı söylemeliyim. Filmin dramadan uzaklaşma iddiası çoğu kez izleyiciyi dramaya ve yalnızlık pornosuna iten müzikal bir estetikle hasara uğratılıyor. Yani boşlukta salınan bir karakter için sürekli ''Bakın ne kadar çaresiz, ne kadar da yalnız'' diyen bir alt metin söz konusu. Ama daha da önemlisi filmin politik argümanının sakat oluşu. Yoksulluk ve çaresizlik, Zhao'nun evreninde tercih edilen bir şey gibi anlatılıyor. Tercihen yalnızlık, tercihen yoksulluk, tercihen tecrit. Son derece sorunlu ve küstah bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum. Fern, Amerikan sinemasında eşi benzeri olmayan bir karakter değil. Müthiş emsallerini sayabiliriz. Mesela 1970 yapımı Bob Rafelson şaheseri olan Five Easy Pieces filminde  boşlukta salınan işçi sınıfından Robert'in kurgusal yaşamı, Nomadland'de  Fern tarafından devralınıyor diyebiliriz. İki film arasındaki duygudaşlık bu manada Amerikan sinemasının güçlü birer reddiye örneği olarak ortaklaşıyor. Yalnız, bu noktada kadın karakterin tercih edilmiş yalnızlık ısrarı görece yeni bir fikir ve dönemin ruhuna da son derece uygun. Bunu şerh olarak düşmekte fayda var. Karakteri kadından seçerek her türlü sınıfsal çarpıklığı meşru gösterebileceğimiz yeni bir dönem var ne de olsa!

Nomadland (2020)

Fern karakterini genellikle sabit kamerayla, minimalizmin sularında izlediğimiz için bahsettiğim belgesel gerçekliği arayışı bu noktada görsel olarak da geri planda kalıyor. Fern'le ve onun hem sınıfsal hem de iradi yalnızlığıyla ortak olma biçimimiz Dardenne Kardeşler'in yaptığı gibi bizi o dünyanın içine çeken bir tavırdan yoksun. Yönetmen Chloé Zhao'nun kamera tercihleri izleyiciye bunun bir drama olduğunu gizliden gizliye telkin ediyor. Yalnızlık anlarında devreye giren duygu yüklü müzikler de cabası. Bunlar benim gibi Avrupa sinemasıyla teması güçlü olan izleyiciler için ayrıntı olarak da nitelenebilir. Kişisel bir izleme deneyiminden söz ediyoruz sonuçta. Amerikan bağımsız sinemasının Avrupa sanat sinemasının teknik kodlarıyla bire bir örtüşmesi de gerekmiyor. Sonuçta filmin, her şeye karşın sinema salonlarında, platformlarda ve yıllar sonrasında yine Amerikalı izleyiciyle temas kurabilecek yönlerinin olması elzemdir. Karaktere başka bir biçimde yaşamın imkanı sunuluyor, bir aile ortamında yaşama fikrini birkaç defa duyuyoruz. Fakat karakterimiz bunlara itibar etmeyen bir ruha sahip. Özgür irade ve yolda olma hakkını birinci ağızdan duyurması, iyiliğe ve kötülüğe dair tarafsızlığı bu filmi sınıfsallıktan koparıyor. Acıklı müzikler ve gün batımı detaylarıyla tam olarak neye içimizin parçalanmasını istedikleri ise meçhul.  Filmde yalnızlar da, aileler de, göçerler de, yerleşikler de aynı oranda mutlu ya da değil. Son yıllarda Dogman'daki Marcello Fonte'nin muhteşem performansıyla birlikte anabileceğim en iyi oyunculuk performanslarından biri Frances McDormand'a ait. Bahsettiğim her şeyin ötesine bu güzide oyuncunun hikayeyi zenginleştirme çabasını yerleştiriyorum. Oscar ödülü hem Frances McDormand'a hem de Çinli çelik milyarderinin kızı Chloé Zhao'ya hayırlı olsun. 

Filmin fragmanı

2 Şubat 2021 Salı

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)

 

Adaleti arayan adam


Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island belgeselini önce Antalya Film Festivali kapsamında işitmiş ve izleme listeme eklemiştim. Aradan geçen dönem, malum, hafızamızı da algımızı da dikkatimizi de sıfırladı. Mubi'de rastlayınca, süresi kısaymış diye düşündüm, herhangi bir filme odaklanmaktansa açıp biraz bakarım, hiç olmazsa bugünü böyle geçiştiriveririm dedim. Sonuçta İlhan Mimaroğlu'nun müziği konusunda uzman olmayacaktım. Cumhuriyetimizin ilk döneminde önemli sembol yapıları inşa eden Mimar Kemaleddin Bey'in oğlu olan İlhan Mimaroğlu, 60'lı yılların başında, Türkiye henüz ilk darbesini yaşayıp iyice laçkalaşmadan önce New York-Manhattan'a yerleşme kararı almış, alt türleri gelişmeye devam eden elektronik müziğin bir ucundan tutup kendisine has bir duyum yakalamış önemli bir müzisyen. Yine Amerika kariyeri hakkında benzer yüzeysellikte bilgiye sahip olduğum diğer bir isim olan Arif Mardin gibi Mimaroğlu hakkında tüm bildiklerim bunlardan ibaretti. Olmazsa kapatırım diyerek açtığım belgeseli az önce ikinci kez bu defa, müzisyen bir arkadaşımla bitirdim. Serdar Kökçeoğlu'nun iki yılı aşkın bir zamana yaydığı, Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island belgeseli, hem ilginç partisyonlara sahip bu niş müziği, hem aile ilişkilerini, hem de New York'u tuhaf güzellikle bir tempoyla anlatıyor. İki yıla yayılan bir belgeselde eminim ciddi bir arşiv taraması süreci yaşanmıştır. Fakat belgeselin ruhu, İlhan Mimaroğlu'nun hayata bakışını yansıtma konusunda en az onun kadar ketum ve içine kapanık. Bir arşivi değil insanın güncel kaygılarını izleme deneyimi yaşıyoruz. 

Mimaroğlu: The Robinson of Manhattan Island (2020)

Belgesel, sadece İlhan Mimaroğlu'nun müzikleriyle ve çoğunlukla yine kendisinin 8mm kamerasıyla çektiği görüntülerle akıp gidiyor. İçine kapanan ve tek derdi müziği adil kılmak, müziğe adalet getirmek olan bir müzik adamının karakter olarak tam zıttında yer alan Güngör Hanım'la henüz belgeselin başında tanışıyoruz. Belgeselin alternatif adı olabilecek kadar kuvvetli olan ''Memnun kadın ve üzgün adam'' tanımlamasından hemen sonra Güngör Hanım'ın ilk eşinden olma oğlu Rüstem Batum devreye giriyor. Diğer tüm tanıklıklar kenarda tutulmak kaydıyla belgeselin üç ana aksta muhteşem bir kurguya sahip olduğunu göreceksiniz. İlhan Mimaroğlu'nun müzikal kaygıları, Güngör Hanım'la İlhan Bey'in emsalsiz aşkları ve geride bırakılan bir çocukla bir ülke. 2012 yılında vefat eden İlhan Mimaroğlu'na verilen bir söz gibi, onun ritminin dışına sapmadan ilerleyen dingin ve asosyal bir biçim, Güngör Mimaroğlu'nun kimseye hesap vermeden yaşadığı gibi konuşkan, meraklı ve cesur bir içerik. Mimaroğlu, daha yaygın izleme olanağına kavuşturulması gereken bir yapım. Mutlaka izleyin.


Belgeselin fragmanı