Cinepopularica: cannes sorgusuna yönelik arama sonuçları
cannes sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster
cannes sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster

24 Aralık 2020 Perşembe

Unagi / Yılan Balığı 1997

2 dakika okuma süresi


Cinnet ve ötesi


Unagi / Yılan Balığı  1997

Unagi belki de Imamura'nın en bilinen filmi. 90'lı yılların en iyi filmlerinden biri olduğuna ise şüphe yok. 1997 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'yi Abbas Kiarostami'nin Kirazın Tadı filmiyle paylaşan Unagi, aynı zamanda Imamura sinemasının ruh halini anlama kılavuzu gibidir. Shohei Imamura, kendi halkının duygularına ve gerçeğine o denli hakim bir yönetmen ki, yıllar yılı naifliğine methiyeler düzdüğümüz Japon insanının cinnetini kusursuz bir gerçeklikle anlatıp, o tarafı bizimle buluşturdu. Samuray filmlerindeki şiddet unsuru bir çeşit western tiyatralliği barındırdığı için daha çok hakiki ve modern Japon insanının şiddet ve gurur eğiliminden bahsediyorum elbette. Neden Imamura' nın özeti gibi diyorum, çünkü cinnet, intikam, gurur ve bekleyiş tüm filmlerinin mütemmim cüzüydü zaten. Yılan Balığı'nın farklı ve ayrıksı tarafları da var. Vurucu bir film olarak şok edici bir başlangıç yapmasına rağmen bu şoku karakterinin normali haline getiriyor. Bu normallik filmin sonuna kadar sürüyor. Karakterimiz cinnet halinde ya da inzivâdayken aynı oranda insan kalıyor. Bu değişimsizlik, bizim kafa yormadığımız bir gerçekliği işaret ediyor. Karakterin yolculuğu formülüne itibar etmeyen ama ona farklı kapılar açan bir yaklaşımdır bu. Imamura, rahatsız edici gururun sükûneti nasıl olursa, işte bunun dersini veriyor Unagi'de. 

Unagi / Yılan Balığı  1997

Balık avından döndüğünde karısını başka bir adamla kendi yatağında gören Takuro (Koji Yakusho), büyük bir cinnet sonrası gözünü bile kırpmadan acımasız bir cinayet işler. Olay sonrası sakin bir biçimde  polis karakoluna teslim olan Takuro, yıllar süren hapis yıllarından sonra tahliye edilir. Hapishane'de kendisine arkadaş olarak yılan balığı besleyen Takuro, uzak bir kasabada berberlik yapmaya başlar ve Bayan Keiko'yla (Mitsuko Baisho) tanışır. 

Unagi / Yılan Balığı  1997

Imamura filmlerinde mutlaka hayvan imgesine rastlarız, özellikle de balıklara. Hayvanlarla insanları davranış bakımından ayrı değerlendirmez, insanı daha iyi anlatabilmek için bir anlatım yolu olarak kullanır onları. Takuro, filmde yıllar süren hapishane ve geçmiş deneyimine bir yılan balığı sayesinde katlanıyor. Bu unsuru Alcatraz Kuşçusu'ndan da hatırlarız. Hapishane filmlerindeki avluda güvercin (Özgürlük özlemi) imgesinin zıttı olarak (balığı) bir mekana sıkışmanın temsili olarak görebiliriz. Ancak Yılan balığının karakteristik özelliği intikamcılığı ve mücadeleciğidir. Eğer zıpkını sallayıp da vuramazsan o balık artık senin düşmanın olur ve mutlaka saldırır derler, kaçtığındaysa hayal edemeyeceğin kadar uzaklaşır. Tıpkı ana karakter Takuro gibi. Takuro yeniden sevmeye, yeniden alışmaya çalışarak takıntılı olduğu yılan balığından ayrışmaya çalışsa da aslında her yönden ona benzemektedir. Nihayetinde Unagi büyük ve özel bir film. Japon sinemasında en sevdiğim filmlerden olmasının yanı sıra, 2000'li yılların Güney Kore sinemasına da kılavuzluk eden filmlerden biri olduğunu düşünüyorum. Shohei Imamura'nın diğer filmleri için lütfen linki tıklayın.

Filmin Fragmanı                                                                           

    Filmin Müziği


  

30 Kasım 2020 Pazartesi

Üç Maymun (2008)

 2 dakika okuma süresi



Yalnız ve güzel bir ülkede


Üç Maymun (2008)

Taşra Üçlemesi'nin ardından 2006'daki İklimler'le yine kendisine has ve yalnız bir hikaye anlatan Nuri Bilge Ceylan, bir sonraki filminin ekranlara düşen fragmanıyla sinemaseverleri epey şaşırtmıştı. Görsel olarak bambaşka bir dünya, ilk kez ailesinden olmayan oyuncular, üstelik minimalizmden uzak, görsel efekte boğulmuş bir filmdi Üç Maymun. Bu, onun sinemasında oldukça deneysel bir serüven olmasının yanı sıra başka kırılmaları da tetikledi. Cannes'da Hollywood'un efsanevi aktristi Faye Dunaway'ın elinden aldığı En İyi Yönetmen ödülü sonrası ''bu ödülü tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme armağan ediyorum'' diyordu. Daha önce herhangi bir konuda fikrini beyan etmemiş bir yönetmen olarak, bu masumane sözüyle bile kimilerince övüldü, kimilerince yerildi. Üstüne üstlük, köşe bucak saklanan NBC, sinema magazinine malzeme haline getirildi. Bu filmin senaryosunun aslında Zeki Demirkubuz'un fikrine dayandığı söylendi, araları bu yüzden açıldı. Tartışmalar, spekülasyonlar, kazanılamayan Altın Portakal ödülü ve saire. 2008, Nuri Bilge Ceylan için epey farklı bir yıl oldu. Şu ya da bu şekilde, Üç Maymun'un, Yılmaz Güney'in  1971 yapımı Baba filminin günümüze uyarlanmış hali olduğu konusunda hemfikiriz. 

Üç Maymun (2008)

Yaklaşan genel seçimlerde muhalefetten milletvekili adayı olan iş adamı Servet (Ercan Kesal), bir gece vakti, ıssız orman yolunda birine çarparak ölümüne sebep olur. Siyasi kariyerini öne sürerek, o sırada yanında olmayan şoförü Eyüp'ten (Yavuz Bingöl) yardım ister. Kendisinin yerine suçu üstlenmesi karşılığında maddi yardımda bulunup, sonrasında toplu para vereceğini söyler. Çaresiz kalan Eyüp, bu durumu kabul eder ve hapishaneye girer. Eyüp'ün oğlu İsmail (Ahmet Rıfat Şungar), araba alabilmek için annesini ikna eder. Anne Hacer (Hatice Aslan), Servet'in yanına gider ve durumu anlatır. Servet, durumdan yararlanıp Hacer'le birlikte olur. Durumu hem İsmail, hem de hapisten çıkan Eyüp öğrenir. Bir gün Servet'in ölüm haber gelir. Aile, bu durumu çözüp ayakta kalabilmek için bir karar vermek zorundadır.

Üç Maymun (2008)

Ercan Kesal'la Nuri Bilge Ceylan'ın senaryodaki iki filmlik birlikteliğini başlatan Üç Maymun, NBC sinemasında ayrıksı duran, bütün bir filmografiyle pek örtüşmeyen ve açıkçası sadece ''Yeni'' Nuri Bilge Ceylan'a geçişte aracı olabilecek bir film. Yenilikçi kurgu ve color correction denemesi, hikayenin soluk ve defalarca tekrarlanmış konusuna yeni bir dokunuş sağlıyor, rejide büyük bir ustalık söz konusu, ancak nafile. Yeşilçam'ın melodram ve acı sosuyla sunduğu yıllanmış bir hikayeden, maalesef NBC dokunuşuyla farklı bir film çıkmıyor. Bu hikayedeki saf arabesk çatı, tipik bir Zeki Demirkubuz filmine ait. Hacer karakterindeki aldatmaya teşne, güce tapan, körü körüne riske giren ve oğlu dahil her şeyi feda etmeye hazır kadın figürü ve Eyüp'teki iğdiş edilmiş, sineye çekmiş koca tasviri, filmin ilk yarısında gördüğümüz bu insanların varoluş biçimlerine bu kadar ters kalmamalıydı, bu karakterlerin dünyası bu kadar cevapsız bırakılmamalıydı. Reji anlamında ustalık gösterisi olan film, benim açımdan Nuri Bilge Ceylan sinemasının zayıf halkası.


Filmin fragmanı

11 Kasım 2020 Çarşamba

Dogman / Köpekçi (2018)

2 dakika okuma süresi


Haysiyet ve kötülük üzerine


Dogman(2018)Matteo Garrone

Matteo Garrone'nin 2008 tarihli Gomorra filmi Cannes'da Altın Palmiye ödülü kazanmış ve o yıl seyircide büyük beklenti uyandırmıştı. İtalyan mafyasını yıllar yılı Amerikalılardan izlemiş seyirci için fazla sert ve fazla gerçekçiydi. Üstelik bu filmdeki İtalyanlar ağızlarını yaya yaya konuşup eğlenmeyi bilmiyordu. Garrone, artistik İtalyan mafyası mitine çomak sokuyordu, ama o zamandan bu zamana kadar kendisini hatırlatacağı bir filmini izleyememiştik. Nihayet 2018 yılında Nuri Bilge Ceylan'ın da Ahlat Ağacı'yla yarıştığı Cannes Film Festivali En İyi Film (Palme d'or) kategorisinde Dogman'le yeniden aramıza döndü. O zaman izleme fırsatı bulamamıştım, ama daha fazla da geciktirmek istemedim. Açık açık ve kitabın ortasından konuşarak söylemem gerekir ki Dogman, karakter yaratımı, metaforları ve hikaye gelişimi açısından son yıllarda izlediğim en başarılı filmlerden biri. 

Dogman (2018)Matteo Garrone

Köpek bakım dükkanı sahibi Marcello (Marcello Fonte), hayatını kızı Alida'ya (Alida Baldari Calabria) ve baktığı köpeklere adamıştır. Eşinden ayrıldığı için nadiren görüştüğü kızına yeterli zaman ayıramadığından her görüştüklerinde doyasıya eğlenirler. Marcello'nun sıradan ve mutlu hayatı, çocukluk arkadaşı Simoncino'nun (Edoardo Pesce) hapisten çıkmasıyla değişir. Simoncino, başını herkesle belaya sokan, uyuşturucu bağımlısı, şiddete eğilimli bir canavardır. Saf ve iyilik timsali Marcello, önceleri ufak işlere alet olurken Simoncino'nun istekleri artmaya başlar. Yan dükkanındaki soygun yüzünden Simoncino yerine hapse giren Marcello, hapisten çıktığında zedelenen gururunu umursamayan Simoncino yüzünden dostluğu ve iyiliği sorgular. Simoncino artık Marcello'nun can düşmanıdır. 

Dogman (2018)

Marcello karakterine hayat veren Marcello Fonte Cannes Film Festivali'nde bu rolüyle En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Film hakkındaki övgülerimin birkaç katını rahatlıkla bu usta oyuncuya armağan edebilirim. Sahneleri defalarca geri alıp ''Ama bir oyuncu nasıl bu kadar doğal oynanabilir ki'' diye düşünmekten bazen filme odaklanamadığımı itiraf etmeliyim. Duygu sınırlarını zorlayan bu oyunculuk performansı sayesinde hikayenin amacına ulaşamaması imkansızdı zaten. Marcello'nun dönüşümü film icabı keskin ve köşeli gerçekleşmiyor. Çünkü filmin başından sonuna kadar sorguladığı, daha doğrusu merkeze aldığı konu belli. Özümüzdeki iyilik cevheri ve kötülük tohumunun iç içeliği ve onu tetikleyen haysiyet meselesi. İnsan başına gelen iyi ya da kötü olayların sertliğiyle değişime uğrar mı yoksa uğramaz mı? Kötülerin istekleri yerine getirildiğinde onların özleri değişime uğrar mı? Film son derece hırçın bir köpekle açılıyor, Marcello'nun ondan yine de umudu var, ve isteklerini karşıladığında sakinleştiğini görüyor Marcello, Simoncino'yu da ehlileştirebileceğini düşünüyor. Ondan da umudur var, deniyor. Peki başarabiliyor mu? Amores Perros'ta da olduğu gibi köpek, insan ve benzeşen kaderler bahsinde malzeme kullanımı olağanüstü. İnsanın kökten değişmeyeceği, fakat ruhunda bazı çatlaklar oluşturup o çatlakları derinleştirebileceği üzerine bir şaheser izleyeceksiniz.


Filmin fragmanı

24 Nisan 2018 Salı

Alambrista / The Illegal (1977)



Meksika sınırında yeni bir şey yok



Alambrista / Kaçak (1977)

1978 yılında Cannes Film Festivali'ne, festival başkanı Gilles Jacob tarafından yeni bir ödül kategorisi eklendi. Buna göre daha önce 60 dakikadan uzun bir film çekmemiş yönetmenlere verilecek ödülün adı Camera d'or (Altın Kamera) olacaktı. İlk kez verilen önemli ve prestijli bir ödülü kazanarak filmine büyük bir tanıtım şansı yakalamış olması bir yana Robert M. Young'ın babası bir kameramandı. Bu sebeple babasının sahibi olduğu film laboratuarında büyümüş ve görüntü yönetmeni olarak çok sayıda yapımda çalışmıştı. Bu ödülün kendisi için böyle bir anlamı da vardır muhtemelen. Alambrista, gerçekçi bir kurguyla, günümüz kurgu belgesellerin arasında bir yere rahatça konumlanabilecek bir film. Süreki belgesel hissi içerisinde, 70'lerin Amerikan bağımsız filmlerine has  film dokusunu ve dilini de barındırıyor. Kavramın sırıtmayacağını bilsem, eveleyip gevelemeden Amerikan toplumcu gerçekçi sinemasının nadide örneklerinden biri der geçerdim. 

Alambrista / Kaçak (1977)

Donald Trump'tan önce de Meksika politikasının sert, huzursuz ve hasarlı olduğunu biliyoruz. Filmdeki gerilla kamera kullanımı ve  amatör oyunculukların bu anlamda yarattığı gerçeklik hissiyatı yüzünden izleyici de diken üstünde oturuyor. Meksika sınırından kaçak olarak Amerika'ya giren Roberto'nun kendisine bir yaşam kurma çabası, korkuları, daha önemlisi otoriteyle sürekli karşı karşıya gelişi filmin karakter meselesi ve dramatik omurgası. Fakat Alambrista, derinlerde başka eleştiriler barındırıyor. Ten rengine dayalı köleliğin henüz zihinlerde devam ettiği yıllarda bir Meksikalı, Amerika'ya kaçak olarak giriyor ve New York'taki bir beyaz Amerikalının süpermarketteki sebzeyi biraz daha ucuza yiyebilmesi için tarım köleliği yapıyor, sıradan faşizme ve ayrımcılığa maruz kalıyor. Amerika'da kaçak çalışmak üzerine, bu hikayeyi aktaran da New York'lu bir beyaz Amerikalı, aynı zamanda MIT ve Harvard mezunu bir yapımcı ve yönetmen. 


Filmin Fragmanı

2 Şubat 2018 Cuma

Akai hashi no shita no nurui mizu / Kızıl Köprünün Altından Akan Ilık Sular 2001


Imamura'nın bilgece finali



Yılan Balığı'nın büyük başarısının ve yönetmen Imamura'nın Avrupa'da yeniden dirilişinin üzerinden pek fazla zaman geçmemişti ki, Kızıl Köprünün Altından Akan Ilık Sular, yine Cannes Film Festivali'nin yarışma bölümünün favorileri arasına girdi. Nanni Moretti'nin Oğul Odası'na kaptırdığı Altın Palmiye'yi bir tarafa bırakayım. Avrupa'da yeniden diriliş derken Imamura'nın son dönem masalsı ya da fantastik olarak adlandırabileceğimiz son dönem filmlerini kast ediyorum. Kızıl Köprünün Altından Akan Ilık Sular, bir defteri kapatan, sinemanın bu büyük ve nev-i şahsına münhasır ustasının son filmi. Herhangi bir ödülün getireceği popülarite göz ardı edilerek sırf bunun için bile izlenmeye değer. 


90'lı yıllarda yaşanan büyük ekonomik buhranda tüm mal varlığını kaybeden Yosuke Sasano, (Koji Yakusho) gizli bir hazineyi bulmak için küçük bir kasabaya gider. Oldukça değerli olan bir nehir etrafına kurulan kasabada birbirinden ilginç insanlar yaşamaktadır. Yosuke, tesadüfi bir karşılaşmanın sonucunda Saeko'yla (Misa Shimizu) tanışır ve birlikte yaşamaya başlarlar. Saeko, içinde su biriktiren ve ancak orgazm olarak bu suyu atabilen bir kadındır ve içindeki suyu attığında kasabanın suları da kabarmaktadır. 


Kızıl Köprünün Altından Akan Ilık Sular, Yılan Balığı'nın devamı gibi de düşünülebilir. Bu konuda hiçbir atıf olmamasına karşın, hem başrol oyuncularının aynı olup, bir de aynı hissiyatı sürdürmeleri hem de mekanın o ruh halini fena halde sürdürüyor oluşur bende o intibayı yarattı. İzlemesi ve konu bütünlüğünün kurulması epey zor olduğu için bir referans aradım belki de. Filmde Taro karakteri, Yasuko'nun akıl hocası olarak yaşama dair ilkelerini anlatırken aklıma Imamura'nın kendisi geldi. Sanki kendi düşüncelerini son filminde anlatmayı seçmiş gibiydi. Kadının varlığı ve önemine dair önemli bir metafor olarak suların kabarması kullanılmış, Imamura'nın sinemasında kadının yerine ve kıymetine dair bir vurgu olarak dikkat çekici. 


Shohei Imamura, diğer birçok Japon yönetmeninden farklı olarak orta üst sınıf bir ailenin çocuğu olarak yetişmiş, Kurosawa'nın Rahomon fimini izledikten sonra sinema yapma fikri iyiden iyice kafasında şekillenmiş. Daha önce bahsettiğim aşamalardan sonra fikriyatı iyiden iyiye değişmiş ve alt sınıfın hikayelerini anlatmayı seçmiş Imamura. Kafamızdaki Japon algısının gerçeği yansıtmadığını, Japonya'da isyancı hatta devrimci bir damar da bulunduğunu bize anlatmayı başarmış bir deha. Avrupa'da neden bu kadar farklı bir yerde olduğu çok iyi anlaşılıyor. Özgün kalıp, kendi halkının gerçeğini anlatabilmek çok az sinemacıya nasip olmuştur. 



23 Ocak 2018 Salı

Narayama bushikô / Narayama Türküsü 1983


Coşkuyla ölmek



Shohei Imamura kariyeri boyunca iki kez Altın Palmiye kazanan birkaç yönetmenden biri. Bu ödülü ilk kez kazandığı film Narayama Türküsü 1983 yılında sinema tarihinin devleriyle yarışarak bu ödüle layık görülmüş. Andrei Tarkovski, Carlos Saura, Yılmaz Güney, Nagisa Oshima, James Ivory, Martin Scorsese, Robert Bresson gibi çok önemli yönetmenlerden bahsediyorum. Imamura'nın Avrupa sinema arenasında filmleri merakla beklenen, gözde bir yönetmen oluşu da Cannes gibi büyük bir pazar sayesinde tescillenmiş oldu bu filmle. Hem konusu hem de üslubu yönüyle diğer Imamura filmlerinden farklı bir film olan Narayama Türküsü, Japonya'da ikinci defa çekilmiş bir film. İlk olarak 1958 yılında Keisuke Kinoshita tarafından çekilen film Shichiro Fukazawa'nın romanından uyarlamadır. 


Narayama Dağı eteklerinde yaşayan toplulukların büyük yoksullukla başa çıkabilmek için istenmeyen çocukları öldürüp, elden ayaktan düşen ihtiyarları Narayama Dağı'nda ölüme terk etmelerinin anlatıldığı film yine oldukça uzun bir süreye sahip. Eşsiz finalini izledikten sonra düşündüm de, doksan dakikalık formda yoğun bir ritmle anlatılsaydı sinema tarihinin en büyük filmlerinden biri olurdu. Pastoral yaşamdan kareler ve belgesel görüntülerle kuvvetlendirilmeye çalışılan gerçeklik algısı uzun süreyle birlikte zihinde kopuşlar yaratıyor. Asıl hikaye yerine geçmeye başlayan hikayeler anlamsızlaşıyor. Süre uzun tutularak, hikaye içerisindeki acımasızlık hissi uzatılıyor ve ölümün giderek bir ihtiyaca dönüşmesi anlatılıyorsa da hikayeye odaklanma sorunu da başka bir handikap.


Yine şunu belirtmek lazım ki Shohei Imamura sinema tekniğini kullanma konusunda gerçek bir deha. filmin doğa ve insan birlikteliğini vurgulayan planları onun eşsiz kurgu ve kesme becerisini doruğa çıkarmaya olanak tanıyor. Günümüz sinema seyircisi açısından izlenmesi oldukça zor bir film olduğunu belirterek, sanat sineması seyircisiyle baş başa bırakıyorum bu yazıyı. İnsanı gerçek ve acınası iç güdüleriyle, yalın biçimde anlatan Imamura tavrı bu filmde fazlasıyla devam ediyor. Narayama Dağı eteklerinde gerçekleşen ilginç ritüeller batıda kürtaj ve huzurevi kavramlarıyla birlikte muhakkak derinlemesine okunmuştur. Ne garip adetler var diyip geçmeden önce aslında insanın temel benzerlikleri üzerine düşünmemiz gerekiyor. Bunu sağlayan önemli bir film olarak Narayama Türküsü'nü öneriyorum. 


Filmin Fragmanı

16 Ocak 2018 Salı

Buta to gunkan / Domuzlar ve Savaş Gemileri 1961


Dört bir yanda domuzlar




 Hiroshi Teshigahara filmlerine bakarken Nuberu Bagu'dan yani Japon Yeni Dalga'sından bahsetmiştim. Devamının hangi yönetmenle olması gerektiğini düşündüğümde Shohei Imamura'da karar kıldım. Kendisi, hem ülkesinde hem de özellikle Avrupa'da oldukça takdir görmüş, beş kez Cannes Film Festivali adayı olup iki kez en iyi film ödülü kazanmış bir sinemacı. İlk dönem Japon sinemacıların iki farklı ekolüne, Yasujiro Ozu ve Yuzo Kawashima'ya asistanlık yaparak başladığı yönetmenlik kariyerine Japon Yeni Dalgası'nın önemli yönetmenlerinden biri olarak devam etti. Imamura, filmleri ve fikirleri hakkında en fazla tartışılan Japon yönetmenlerden biri ve bilmediğimiz, alışık olmadığımız Japonya'yı gösteren büyük bir sinemacı. 


İkinci Dünya Savaşı sonrası Japon toplumunda içselleşmiş bir kaos ve korku hakim olduğunu biliyoruz. Imamura, Domuzlar ve Savaş Gemileri'nde kamerayı yoksulluk döneminin teslimiyetçi Japonya'sına yöneltmiş. Savaşın yıkımının ardından Japonya'ya üzerinde kurulan Amerikan baskısı sokaklarda da hüküm sürüyor ve ahlaki değerleri altüst ediyordu. Uzak Doğu ahlakı ile Amerikan zorbalığı arasındaki zıtlık, Domuzlar ve Savaş Gemileri'nin zeminini oluşturuyor. Imamura, Teshigahara'dan farklı olarak mizahi ve somut bir yöntem izliyor, fakat kamera stüdyo karşıtı ve sokakta olmaya devam ediyor. 


Yokluk yıllarında sokaklarda avarelik peşinde koşan Kinta (Hiroyuki Nagato), Himori'nin (Masao Mishima) çetesine dahil olmaya çalışmaktadır. Çetenin işlettiği genel evde çalışan Haruko'ya (Jitsuko Yoshimura) aşık olan Kinto yine de ona Amerikan askerlerini müşteri olarak getirmektedir. Genel ev polis baskınıyla kapatıldığında çetenin aklına adadaki Amerikan üssüne domuz eti satmak gelir. Domuz işi para getirmeye başladığı sırada başka bir çetenin lideri öldürülür. Himori ve adamları arasında bölünmeler yaşanınca cinayetin suçunu Kinta'ya yüklemeye karar verirler. 


Shohei Imamura, Ozu gibi bir minimalist dehanın ardından Yuzo Kawashima'ya uzun süre asistanlık yaptı. Kawashima o sıralarda baskın eğilim olan Amerikan sinema hegemonyasını kendi ülkesinde temsil ediyordu. Imamura'nın ilk dönem filmlerindeki üslup karmaşası ve Amerikan filmlerinden yoğun esinlenmenin sebebi bu olsa gerek. Her ne kadar Japon Yeni Dalgası desek de Imamura için bu akımın pür temsilciyi diyemeyiz, en azından ilk filmleri için. Domuzlar ve Savaş Gemileri mizahi bir gerçekçilik deneyerek bu akıma yer yer sinyal veriyor, fakat her anlamda değil. Üslup olarak Amerikancı ve fakat bu üslubu Amerikan eleştirine yönelen bir silah olarak kullanamıyor. 


Filmin Fragmanı

7 Ocak 2018 Pazar

Suna no onna / Kumların Kadını 1964



Alışmak zindandır




Görünmez Tehlike'yi yorumlarken Japonya sinemasında 1950'lerin  başından 1970'lerin sonuna kadar devam eden Nuberu Bagu akımından bahsetmiştim. Akımın, kamerayı sokağa çıkarıp soyut ve varoluşçu çizgiyi kalınlaştırdığını, fakat geleneksel sinemayı da görmezden gelmediğini söylemiştim. Japon Yeni Dalga (Nuberu Bagu) sinemasını tek filmle açıklamam istense şu ana kadar izlediklerim içerisinde Kumların Kadını'nı seçerdim. Hem güçlü bir bağlantısızlık metni hem de varoluşçu edebiyatın sinemada ve Hiroshi Teshigahara filmleri arasındaki zirvelerinden biridir bu film.


Böcek türlerini incelemek için kırsala giden öğretmen Niki Jumpei (Eiji Okada), son otobüsü kaçırdığını fark eder.  Jumpei, köylülerin ısrarıyla bir kum vadisi evinde kalmaya karar verir. Evde yaşayan kadının (Kyoko Kishida) misafirperverliği onu mutlu etse de akşam eve inerken kullandığı ip merdiveni sabah uyandığında göremez. Bir kum vadisinde aylar süren tutsaklıktan sonra kaçış ümitlerini bir bir tüketen Jumpei artık sadece kaçmayı düşünmemektedir.


Kumların Kadını'nı izlemeden önce kitabını okumanızı tavsiye ederim. Şu sıralar yeniden basılmaya başlandı. Önce şu ön kabulümü dillendireyim. Hiçbir film uyarlandığı edebiyat eserini aşamaz bana kalırsa. Hem edebiyatın hem de hayal gücünün baskın geldiği gerçeğine sonsuz inanırım. Kumların Kadını metin olarak zihinde boşluklar bırakıyor, bu tür edebiyata alışkın değilseniz akıcı olmasına rağmen Camus'nün Yabancı'sını, Kafka'nın Dönüşüm'ünü ya da Beckett'in Murphy'sini okurken olduğu gibi boşluk hissi yaratabilir. Filmi anlamsız bulanların temel argümanı da bu vurgusuzluk durumu. Karakterin aylar süren saçma tutsaklığını kabullenmesi anlamsız gelebilir, bu noktada bana anlamlı gelenin bu olduğunu söylemem lazım. 


Kobo Abe'nin romanı ve dolayısıyla Teshigahara'nın eşsiz filmi, kadın tutsaklığı ve öğrenilmiş çaresizlik hakkında beynin derinine işliyor. Amerikan usulü akıcılık arayıp hüsrana gark olacaksanız uzak durun. Görünmez Tehlike ile ilgili yazıda Fransız Yeni Dalga fimlerinin Japon Yeni Dalga sinemasını etkilediğini söylemiştim. Aksi zaten mümkün olamaz, bir entelektüel rüzgar estiğinde Dünyanın her yerinde karşılık bulur. Kumların Kadını ön jeneriği Japonca, İngilizce ve Fransızca'dır. Bilmem Fransız etkisine bu ufak örnek yeterli olacak mı? Teshigahara'ya asıl ününü getiren Kumların Kadını, 1964 yılında Cannes Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü kazanıp 1965 yılında Japonya'nın Oscar adayı olmuştu. Film ayrıca sinemanın ozanı olarak bilinen Andrey Tarkovski'nin on favori filminden biri olarak da dikkat çekmişti.


Filmin Fragmanı


29 Aralık 2017 Cuma

Nuovo Cinema Paradiso / Cennet Sineması 1988



Sinema hayata benzer, fena halde



Cennet Sineması, hakkında en fazla yazı yazılan filmlerden biri olmasının yanında sinema sanatına bir saygı duruşudur. Henüz ikinci filmiyle adını sağlamlaştıran Giuseppe Tornatore Dünyanın saygın festivallerini dolaşır, En İyi Yabancı Film Oscar ödülünün yanı sıra Cannes Film Festivali'nde Büyük Jürü Ödülü'nü ve birçok festivalde önemli dereceler kazanır. Daha önemlisi kendisinden sonra çekilen birçok filmi etkiler. Tornatore için ödüllerin ve bu büyük prestijin her şeyden önemli yanı ise artık finansman ve oyuncu zorluğu yaşamayacak olmasıdır. Film zihinlerimizde o denli klasikleşmiştir ki filmin çekim tarihinin 1988 olduğu sık sık unutulur ve sanki 1950'lere 1960'lara ait bir film gibi anımsanır Cennet Sineması.


Salvatore 'Toto'' (Salvatore Cascio, Marco Leonardi, Jacques Perrin) için kasabanın tek eğlencesi Alfredo'nun (Philippe Noiret) makinisti olduğu sinema salonudur. Elena'ya (Agnese Nano, Brigitte Fossey) olan aşkına karşılık bulamayınca diğer aşkı olan sinemaya sarılan Salvatore büyük bir yönetmen olur. Bir türlü kasabasına ve annesine dönmeyen Salvatore Alfredo'nun ölümünü duyar duymaz çocukluğuna ve köyüne geri döner. 



Tornatore uzun filmleri, destansı anlatımları seviyor. Açıkçası Cennet Sineması da kısa bir film olmayı hak etmezdi sanırım. Il Camorista'dan iki yıl sonra çekilmiş olmasına rağmen oldukça büyük bir seyir zevkiyle, teknik sorunlardan sıyrılmış bambaşka bir yönetmen karşımızda. Salvatore'nin çocukluğu, gençliği bir tarafa olgunluğu filmin ana meselesi ve kilit noktası. Koca bir filmin bütününü akıllara adeta çivileyen eşsiz bir sonuç bölümü. Hayatın bakiyesi Tornatore tarafından öyle bir sorgulanıyor ki filmi, kendi hayatınızı sorgulayarak tamamlıyorsunuz. Bir film başka ne yapsın ki?


Filmin Fragmanı


20 Mayıs 2016 Cuma

A History of Violence / Şiddetin Tarihçesi 2005


Kasabalı kahraman, dönüşen Crononberg


David Cronenberg gibi özel sinemacılar, her çektiği filmle yeni bir beklenti yaratır. Film çekmeleri şöyle dursun yeni filmleri henüz proje aşamasında büyük ilgi uyandırmaya başlar. Şiddetin Tarihçesi’nin uyandırdığı ilgiyi dün gibi anımsıyorum. Dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapacağını duyurup beklentiyi yukarılara çekmişti. Yılın en iyi filmlerinden biri olarak lanse edilmiş ve Avrupa’da da önemli bir gişe yakalamıştı. Spider gibi geçiş formu denilebilecek bir filmden sonra Şiddetin Tarihçesi de Cronenberg’in ustalık çağından başka bir film. Bu arada bir önceki film olan Spider'ın Fransız yapımcılar kanalıyla çekildiğini söylemek istiyorum. 


Sinemacılar için de mesela mimarlar ya da ressamlar için kullanılan ustalık çağı terimi kullanılabilir mi? Emin değilim.  Benim için Cronenberg bilim kurgusunun tadı bir başkaydı. Bu yeni Cronenberg, suç dünyasına biraz fazla meyletmeye kalktığı için beni hoşnutsuz kılmış olabilir. Şiddetin Tarihçesi için şu noktada duruyorum esasen; kimi noktaların, yani görüntünün ve uyandırdığı şiddet atmosferinin tamamiyle Cronenberg işi olduğu kesin. Genel hatları göz önüne aldığımda ise, en azından şu kadar yılın geçmiş olması sebebiyle, benzerlerine sıkça rastlanan bir kasaba hikayesi. Elbette senaryo yine bir uyarlama fakat bu sefer bir çizgi romandan uyarlama.


Ailesiyle huzurlu bir yaşantısı olan Tom Small (Viggo Mortensen), kasaba gelen iki katili öldürdüğü için bir anda ülkenin gündemine oturur. Kasabalının yanı sıra pısırık oğlunun (Ashton Holmes) ve ufak kızının (Heidi Hayes) gözünde de kahraman olan Tom, esrarengiz adamların (Ed Harris) takibine takılır. Karısı (Maria Bello), Tom’un geçmişi hakkında şüpheye düşünce gerçekler ortaya çıkar. Eski bir katil olan Tom, Philadelphia’ya gidip düşman kardeşi Richie’yle (William Hurt) yüzleşmek zorunda kalacaktır.


Filmin şiddet altındaki insanlar üzerine söyledikleri önemli. Bazı planlar yamalı bohça bir Amerikan senaryo çalışması gibi olduğundan film beni bütünüyle tatmin edemedi. İlk izlediğimde de edememişti. Ancak yeniden izleyince Viggo Mortensen’in de filmde sönük kaldığını hissettim. Viggo önemli bir aktördür halbuki. Bu noktada daha önce bahsetmediğim bir şeyden bahsetmem gerekiyor artık: Peter Suschitzky’den. Cronenberg’le görüntü ortaklığı Ölü İkizler’den bu yana sürüyor. Bu filmde de filmin yıldızı kesinlikle Suschitzky. 

Filmin Fragmanı