Cinepopularica: Marlon Brando sorgusuna yönelik arama sonuçları
Marlon Brando sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster
Marlon Brando sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster

26 Aralık 2020 Cumartesi

Marlon Brando (1924-2004)

5 dakika okuma süresi


Bir aktör hatırlanıyor



Marlon Brando (1924-2004)

İlk yıllar ve kendini arayış

Marlon Brando 1924 yılında Nebraska eyaletinin Omaha şehrinde dünyaya gelir. Çocukluk anılarına dair ilk anımsadığı, eski bir oyuncu olan annesinin alkol sorunu, sık sık evi terk edişi ve uzun süre ortadan kayboluşudur. Ailenin üzerine karabasan gibi çöken despot baba Marlon Brando Sr., Marlon Brando tarafından uzun süre affedilmez, hatta Brando onun ölümü karşısında gizli bir sevinç duyduğundan bile bahseder. Brando, babasını ''Goril gibi güçlü ve zor bir adam'' olarak tanımlar. Çocukluğunun en önemli figürü anne Dorothy Brando olmasına rağmen Brando, dadısı Ermi'ye özel bir parantez açar. Daha sonra hayatına giren tüm kadınlarda Ermi'nin sıcaklığını aradığını belirtir. Hakkında yazılmış tüm kitaplarda çocukluğuna dair güçlü bir vurgu yapması bakımından, bu girişin kaçınılmaz olduğunu düşündüm. Zira sonraki yıllarda hayata karşı takındığı tutum, erken dönemiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Hayatının büyük bölümünde psikanaliz terapileri alır ve en iyi arkadaşları psikiyatrları olur. Başarısız bir okul ve aile yaşantısından yaşantısından sonra liseyi Shattuck askeri lisesinde okumaya başlar. Bu hem ailesinden uzaklaşma hem de geleceğini inşa etme konusunda belirleyici bir karar olacaktır. Bu okulun kütüphanesindeki National Geographic dergisinde gördüğü Tahiti'deki Tetiaroa adlı adaya hayran kalır ve orta yaşlarına girdiğinde bu adayı yaşlı bir Amerikalı kadından satın alır. Askeri okuldaki varlığı uzun sürmez, disiplinsizlik nedeniyle haksız biçimde okuldan uzaklaştırılır. Kendisinden önce oyunculuk sevdasına kapılan ablası Jocelyn'in izini takip eden Brando, liseden sonra şansını oyunculukta denemek için New York'un yolunu tutar.

Marlon Brando (1924-2004)

New York, Metot Oyunculuğu ve nihayet Oscar

New York'ta ne yapacağını iyi bilmektedir, ancak bir süre şehrin içinde oradan oraya sürüklenmeyi, o günlerin modası olan bohem yaşam tarzını denemeyi seçer. Hem annesinden aldığı referanslar ve tavsiyeler hem de ablasının varlığı sayesinde emin adımlarla ilerler. New School'da büyük sahne adamı Erwin Piscator'un öğrencisi olur, ancak yine aynı okulda tanıdığı ve okulun ruhu olarak nitelediği Stella Adler, Marlon Brando'nun oyunculuk kariyerindeki en önemli isim olacaktır. Genç yaşında büyük Rus teorisyen Konstantin Stanislavski'nin doğal oyunculuk metodunu bizzat kaynağından öğrenip, Amerika'daki öğrencilerine aktaran Adler, metot oyunculuğu kavramının yaratıcısı olmuştur. Stella Adler'e hayranlık ve büyük bir ilgi duyan Marlon Brando, Adler ve onun piyasa içinde etkili olan ailesi sayesinde o sırada kültür sanat camiâsında köşe başlarını tutan yahudilerle içli dışlı olma şansını da yakalar. I Remember Mama'da ve birkaç yıl sonra kendisini New York sahnelerinde ufak çaplı bir şöhret haline getirecek olan A Streetcar Named Desire'da (Arzu Tramvayı) oynadıktan sonra 1950 yılında Fred Zinnemann'ın The Men adlı filminde başrolde yer alır. O güne kadar kullanılmamış bir yöntem izleyerek, karakterini daha iyi anlayabilmek adına tekerlekli sandalyede uzun alıştırmalar yapar ve bir savaş gazisini ustalıkla canlandırır. Bu filmden sonraki ilk başarısını 1954 yılındaki On The Waterfront (Rıhtımlar Üzerinde) filmiyle elde ederek ilk En iyi Erkek Oyuncu dalında Oscar ödülünü kazanır. Yönetmen Elia Kazan, Stella Adler'den sonraki en büyük öğretmeni olmuştur artık. Kazan'ın kurduğu Actors Studio'nun ilk öğrencilerinden biri olan Marlon Brando, İngiliz oyuncuların tekelindeki tiyatral oyunculuk yerine karakter inşasına dayanan metot oyunculuğunun o zamana kadarki en görkemli temsillerinden birini vermiştir. 

Marlon Brando (1924-2004)

Doyum, skandal ve yeniden doğuş 

60'lı yıllarda politik konularda sesini yükseltmeye başlar ve gelen senaryoların politik yönlerini eleştirip oynayacağı karakterler hakkında söz sahibi olmayı ister. Bu tutumuyla sektörün zor adamlarından biri haline gelen Brando, 50'li yıllarındaki hızlı yükseliş ivmesini kaybeder. Yine de 1964 yılında oynadığı ve nispeten önemsiz bir film olan Bedtime Story setindeki çalışma günlerini, en fazla zevk aldığı süreç olarak tanımlar. Dünya sinema tarihinin en büyük ismi olarak nitelediği Charlie Chapman'ın yönettiği 1967 yapımı A Countess From Hong Kong adlı filme büyük bir heyecanla başlar, Chapman'ın etrafına kötülük saçtığı gerekçesiyle ondan bir insan olarak nefret ederek bu filmi zorluklarla bitirir. Çalıştığı en iyi üç yönetmeni, Elia Kazan, Bernardo Bertolucci ve 1969 yılında Burn filminde bir araya geldiği Gillo Pontecorvo olarak sıralar. Burn, ne ne kadar büyük bir gişe başarısı yakalamış olmasa da Brando'nun en iyi filmlerinden biridir. 1972 yılında yazar Mario Puzo'dan aldığı özel davet mektubuyla The Godfather (Baba) filminin kadrosuna dahil olur. Efsanevi bir karakter yaratır ve buna bizzat karar verir, hatta diyaloglarına müdahale etme şartıyla filme dahil olur. Bu film ona ikinci Oscar ödülünü kazandırır. Kızılderililerin hakları üzerine yıllardır hassasiyetle eğilmiş olan Brando, ödülü alması için Kızılderili kökenli bir kadını (Sacheen Littlefeather) sahneye çıkması için ikna eder. Bu olayla birlikte artık Oscar kazanma şansını da yitirmiş olur. Baba filminden sonra Bertolucci'yle Last Tango in Paris filminde çalışır. Anılarında ve söyleşilerinde inkar etse de Yönetmen Bertolucci'yle birlikte başroldeki kadın oyuncu Maria Schneider'a komplo kurup, tecavüz sahnesini onun haberi olmadan çekerler. Gerçekçilik uğruna yapılan bu korkunç hareket ne yazık ki onu piyasadan silmeye yetmez. Cılız da olsa bazı sesler yükselir, zaten Brando, sadece para için oyunculuk yaptığını başından beri söylemektedir. Kariyeri de yaşı da ilerlemiş, sinema dünyası değişmiştir. 1979 yılında The Godfather filminin yönetmeni Francis Ford Coppola'dan gelen teklifle kimi eleştirmenler tarafından gelmiş geçmiş en iyi oyunculuk performansı sayılan Apocalypse Now (Kıyamet) filmindeki Albay Kurtz karakterine hayat verir. 

Marlon Brando (1924-2004)

Anılarından izlenimlere

Marlon Brando'yu, anılar ve söyleşiler yoluyla kavrayabilmek oldukça zor. Kendi ifadesiyle gerçeği eğip bükmeyi, abartmayı ve yer yer yalan söylemeyi seviyor. Şimdiye kadar okuduğum tüm biyografi kitaplarında bazı hikayeleri farklı şekilde anlattığına bizzat tanık oldum. Zor bir çocukluk, baba baskısı ve kayıp anne figürü yüzünden incinen benliğini benliğini onarabilmek için egosunu fazlaca merkeze alıyor. James Dean için benim taklitçimdi diyebiliyor, Elvis Presley'in, siyahilerin müziğini çalarak ünlü olduğundan bahsedebiliyor, Marilyn Monroe'yla yaşadığı aşkı ballandıra ballandıra anlatabiliyor. 1953'te oynadığı The Wild One filminde canlandırdığı asi genç karakter sayesinde Amerikan toplumunu dönüştürdüğünü iddia etmekten de çekinmiyor. Hakkında iddialı açıklamalar yaptığı kimseler bu söyleşiler sırasında yaşamıyordu, bu yüzden gerçeği bilemeyeceğiz. Ancak bir şekilde aynı yıllarda popüler olduğu figürlere karşı hırs beslediği aşikâr. Büyük bir oyuncu olarak insanlara sahte hikayeler anlatmayı sevdiği inkâr etmemesi ve ilgiyi üzerinde toplamaya bayılması dışında, 1950'li ve 60'lı yıllarda müthiş bir şöhret yaşadığına hiç şüphe yok. Politik olarak Yahudilerle içli dışlı olması sayesinde sektörde hızlı bir tırmanış yaşadığını kendisi zaten ima ediyor. Siyahilerin ve Kızılderililerin hareketini samimiyete desteklediğini de biliyoruz. Yine de politik figür olmak gibi bir derdi yok. Zira cadı avı döneminde Hollywood'taki solcuları ispiyonlayan Elia Kazan'la bağını hiç koparmamış, hatta bu olaydan sonra bile onun filminde oynamış bir aktördür Marlon Brando. Daha fazlasını yazmayı isterdim, oğlunu hapse, kızını intihara sürükleyen olaylardan bahsedebilirdim. Dondurmaya bayıldığını, hatta her gün en az yarım kilo dondurma yediğini, eski eşlerinin ondan nefret ettiğini söyleyebilirdim. Onun yerine Türkçe olarak yayımlanmış tek ciddi kitap olan Brando: Annemin Öğrettiği Şarkılar'ı okumanızı önereyim.

6 Aralık 2020 Pazar

Ruan Lingyu (1910-1935)


İlk metot oyuncusu: Ruan Lingyu



Ruan Lingyu (1910-1935)


Yitik Şanghay'ın Greta Garbo'su


1910'lu yıllardan itibaren sinema filmleri çekilen Çin'de, yenilik arayışı olmaksızın üretilen filmlerde, halkın içinde bulunduğu durumdan uzak bir görünüm perdeye yansıyordu. Doğu'nun Paris'i olarak adlandırılan Şanghay'da durum içler acısıdır aslında. Ekmeğe, eğitime ve özgürlüğe aç olan Şanghay, ucuz işçiliğin, seks işçiliğinin, kumarhanelerin, genelevlerin ve kırılan onurun da merkezidir. Hatta o gün Şanghay'da yaşayan her 13 kadından birinin seks işçisi olarak çalışmak zorunda olduğu yazılır. Bugün toplumcu gerçekçi olarak niteleyebileceğimiz sinemayı savunan solcu yönetmenler, halkın hakikatini yansıtmak için kolları sıvadılar ve bu manzaranın resmini ortaya sermeye başladılar. Yaratılan senaryolar ve perdedeki oyuncular, yitik insanların umudu olurken, oyuncular birer aktör ve aktrist olmanın ötesine geçtiler. Ruan Lingyu işte bu dönemin şüphesiz en önemli oyuncusu olarak anılmaktadır. Hem de kendisinden sadece beş yaş büyük olan, İsveç'ten Amerika'ya göçüp sessiz sinema döneminin en büyük kadın yıldızı olmayı başarmış Greta Garbo'ya benzetilerek. 

Ruan Lingyu (1910-1935)

Trajik bir yaşam


Babasını, çocuk yaşta kaybeden Ruan, gençliğini büyük sıkıntılar içerisinde geçirdi. Hizmetçilik yapmaya başladığı evin uçarı oğlu, onunla başka bir eve taşındı. Bu sırada oyuncu olma isteği belirdi, bir reklam filmi çekimine başvurarak rolü kaptı. Hem annesini hem de iflas eden sevgilisini geçindirmeye başladı. Çin sinemasındaki toplumcu damarın yeni oyuncularla çalışma isteği sayesinde Ruan'ın yolu sinemayla kesişti. 1931 yılında Japonya, Çin üzerindeki baskılarını arttırdı ve Mançurya'yı işgal etti. Ruan ise başka bir yol ayrımındaydı. Sevgilisi Damin Zhang'la ilişkileri kopma noktasına gelince Ruan, zengin bir yapımcı olan Tang Jishan'la birlikte olmaya başladı. Damin, bu ilişkiyi basına sızdırmakla tehdit ederek Ruan'dan sürekli para istedi ve sonunda da haberi basına sızdırarak hem oyuncunun hem de yapımcının itibarına darbe vurdu, zirâ yapımcı Tang Jishan evliydi. Yapımcı sevgilisi Tang'la araları bozuldu, hatta aralarına şiddet bile girmişti. 

Ruan Lingyu (1910-1935)


Yüzyılın cenaze töreni


1934 yılında oynadığı, The Goddess (Tanrıça) filminde Marlon Brando'dan on yıllar önce gerçekçi oyunculuk ya da metot oyunculuğu alanında ilk örneği vermiş oldu. Çocuğunun geleceği için seks işçiliği yapmak zorunda kalan bir kadını oynadığı bu rolde efsaneleşmiş, hem saygı hem de nefret oklarını üzerine çekmişti. 1935 yılında Ai Xia adlı solcu bir kadın oyuncunun gerçek hayat hikayesinden esinlenen New Women adlı filmde oynadı. Ai Xia, sessiz sinema döneminde şöhretin zirvesindeyken intihar etmişti. Filmde son derece başarılı bir performans sergileyen Ruan Lingyu, basında kendisi hakkında çıkan ağır ve aşağılayıcı haberlere dayanamayıp filmin hemen ertesinde aşırı doz uyuşturucuyla intihar etti. Bir diğer teoriye göre ise yapımcı sevgilisiyle ağır bir tartışma yaşamış, sabaha karşı evine gelen sevgilisi tarafından cansız bedeni bulunmuştur. Yaklaşık 5 kilometrelik cenaze konvoyunda 3 Şanghaylı kadın ardı ardına intihar ettiği için New York Times gazetesi tarafından ''Yüzyılın cenaze töreni'' başlığıyla dünyaya duyuruldu. Bu intiharların en büyük nedeni, elbette Ruan Lingyu'nun bir oyuncudan fazlası olarak, Çinli kadınların idolü ve hayata tutunma sembolü olmasıydı kuşkusuz. 

7 Temmuz 2016 Perşembe

The Missouri Breaks / Bozgun (1976)



Daha öfkeli, daha tehlikeli


The Missouri Breaks / Bozgun 1976

Arthur Penn sinemasında, alışık olduğumuz dramatik hikaye başlangıcı şablonları çoğu zaman kendilerine yer bulamazlar. Bu yüzden, bir müddet Rus romanı okur gibi bocalayıp, bir noktada filmle ilk temasımızı kurar ve bir daha da kaybetmeyiz. The Missouri Breaks, bu tanımlamayı en fazla hak eden Arthur Penn filmi olabilir belki de. Olayların klasik bir western anlatısına bağlı olmadan aktığı, türün fabrika ayarlarıyla oynanan bir Vahşi Batı filmi bizi bekler. Sık sık Arthur Penn’in tür sinemasıyla derdi olduğundan bahsediyorum. Bunu aslında  yönetmenin Bonnie and Clyde filmini yazarken anlatmıştım, yine kısaca değineyim. Arthur Penn, klasik kara film, melodram ve özellikle western türlerine sıkışıp kalmış ve çaresizce kurtarıcı bekleyen Amerika sineması için önemli bir sanatçı. Türleri iç içe kullanıp, onların başka bir form ve hikaye yapısıyla da kurgulanabileceğini göstermek gibi büyük bir misyonu hayatı boyunca savunmuş bir yönetmen. The Missouri Breaks filminin benim açımdan, ve elbette sinema tarihi açısından, önemi ise bambaşka. Sinema tarihinde hayranı olduğum en büyük aktörlerden biri olan, belki de başı çeken, Marlon Brando ve onun has talebelerinden Jack Nicholson başrolde.

The Missouri Breaks / Bozgun 1976

Basit soygun işlerinden ve at hırsızlığından sonra bir araziye yerleşen Tom Logan (Jack Nicholson) kasaba için büyük bir tehlike haline gelmiştir. Kasabanın ileri gelenleri Tom Logan'ı durdurabilecek bir çare ararlar. Bu iş için en az onun kadar kural tanımaz ve fazlasıyla acımasız Lee Clayton (Marlon Brando) bulunur. Tom Logan’ın kanun tanımazlığına aynı umursamazlıkla cevap veren Lee Clayton’ın yöntemleri, ikili arasındaki çekişmeyi büyük bir hayatta kalma savaşına ve bitmeyen bir düelloya dönüştürür.

The Missouri Breaks / Bozgun 1976

Western türü, sinemada Amerikan milliyetçiliği bahsinde mutlaka kendisine yer bulan bir anlatı biçimi. Mutlak iyiler ve mutlak kötüler, aynı zamanda devletin ve otoritenin yanında olanları ve olmayanları niteler. John Ford gibi, bu arada büyük bir sinemacıdır, devletçi yönetmenlerin ördüğü bir biçimsel duvar var. Sergio Leone'nin yıktığı bu duvara, Arthur Penn de bir tekme atıyor ve anti-western olarak tanımlanabilecek film için Marlon Brando'dan da destek alıyor. Filmde ne Tom Logan ne de Lee Clayton saf bir iyilik taşıyor. Tam galip geldiğini sandığımız anda tüm karakterler mağlubiyeti tadıyor. İnsan ve mekan arasında klasik bir western filminden daha sağlam bir bağ kuruluyor ve mesele yüzeysellikten kurtuluyor böylece. Açıkçası Jack Nicholson favori oyuncularımdan biri değildir, bana biraz fazla ''yüksek'' gelir. Ancak bu filmde tek kelimeyle muhteşem. Marlon Brando ise yine muhteşemin bir basamak ötesinde. Brando, Annemin öğrettiği şarkılar kitabında bu filmde Arthur Penn'in kendisine tanıdığı özgürlük alanından ve filmde oynamaktan aldığı hazdan bahseder. Meraklısına duyurulur.


Filmin Fragmanı

20 Haziran 2016 Pazartesi

The Chase / Kovalamaca (1966)

2 dakika okuma süresi


Kusurlu bir klasik


The Chase / Kaçaklar  (1966)

Marlon Brando, 1954 yılında çekilen On The Waterfront filminin bir yerinde sevgilisiyle konuşurken aniden eğilir ve yerden kopardığı çiçeği sevgilisine uzatır. Senaryoda yer almayan hareket, Brando'nun kadrajdan çıkışı, yönetmeni de teknik ekibi de şaşırtmıştır. Bu plan, metot oyunculuğunun ilk büyük örneği olarak anılır. Annemin Öğrettiği Şarkılar adlı biyografi kitabında Marlon Brando, bu sahneyi ve planı iştahla anlatır. Anlattığı filmlerden birisi de The Chase'dir. Filmdeki rolünü beğenmediğini, sadece ortalıkta dolaşan bir Hollywood figürü gibi hissettiğini söyler. Arthur Penn'le daha sonra The Missouri Breaks filmini çekmesine rağmen The Chase filmine karşı özel bir sempatisi olmadığını biliyoruz. Fakat, setin sonlarında çekilen bir sahne bu olumsuz fikri -en azından yönetmene karşı- oldukça yumuşatır. Marlon Brando-Arthur Penn ortaklığı filmin kırılma anında efsane bir sahne yaratmıştır. Şerif Calder rolündeki Brando'nun dayak yediği sahne ağır çekim oynanır ve böylece tüm yumrukların gerçekçi biçimde isabet etmesi sağlanır. Daha sonra kurgu masasında hızlandırılan bu planlar müthiş bir gerçekçilik yaratır. Marlon Brando, bu sahnedeki oyunculuğu, metot oyunculuğunun zirvelerinden biri olarak yorumlar.

The Chase / Kaçaklar  (1966)

Kanun kaçağı Bubber (Robert Redford), saklanacak çok fazla yer olmasına rağmen kasabasına geri döner. Petrol zengini biri olan Val Rogers (E.G Marshall), kasabanın Şerifi Calder'i (Marlon Brando) parmağında oynatmaktadır ve ondan Bubber'i öldürmesini ister. Çünkü Rogers'ın oğlu Jason (James Fox), kanun kaçağı Bubber'ın karısının (Jane Fonda) peşindedir. Şerif Calder, Bubber'i öldürmeden adalete teslim edip ideallerinden taviz vermek istememektedir. 

The Chase / Kaçaklar  (1966)

Adaletin ideaize edildiği filmler içinde, bir klasik olarak anılması biraz da kadrosuyla mümkün olabilmiş The Chase, bazı temel sorunlara sahip bir film. Senaryoda, kasabaya gelen kötü adam temasının gerisinde kalan ikinci bir katman var. Kasabanın güçlü adamı, siyahilere karşı büyük bir nefret besliyor, cinayetler işliyor. Siyahilere uygulanan ayrım, cinayet, kutuplaşma meselesi ne yazık ki filmde birkaç sahneye hapsediliyor, film bu alana pek fazla yüz vermeyip tekrardan ana hikayeye dönüyor. Gücün kuklası haline gelmiş olan Şerif Calder, karakter derinliğine sahip olamadığı için filmin sonundaki değişimi bir türlü iz bırakamıyor. Filmin akıcılığı, ve konunun anlaşılırlığı, yönetmenin ustalığı sayesinde sekteye uğramıyor. Ancak senaryonun ciddi zaaflarını da yenemiyor. The Chase, derinlikli bir senaryo ve karakter dönüşümüyle birlikte, aynı dönem çekilmiş olan To Kill a Mockingbird (Bülbülü Öldürmek) gibi bir sinema klasiğine dönüşebilirdi.


Filmin Fragmanı