Cinepopularica: Jack Nicholson sorgusuna yönelik arama sonuçları
Jack Nicholson sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster
Jack Nicholson sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster

11 Ocak 2018 Perşembe

Ironweed / Sonsuz Matem 1987


Hastalıklı hafıza



Hector Babenko politik filmlerle başladığı kariyerini o düzlemde sürdürmeyenlerden. Bunu tutarsızlık olarak görmüyorum; çünkü Babenko, anlatı türünden daha kıymetli bir tutarlılık çizgisi izliyor. Sıradan insan hikayelerini bir kesitiyle ele alıp izleyiciyi akışa dahil ediyor. Daha önce Mike Nichols filmografisine bakmıştık. Jack Nicholson- Meryl Streep ikilisini Baş Belası filminden hatırlayanlar da vardır haliyle. Orada bu iki önemli oyuncunun harcanan potansiyellerini izlemiştik. Sonsuz Matem'de durum en azından oyuncular lehine farklı. Gerek Meryl Streep gerek Jack Nicholson için kariyerlerinin performansını bu filmde sergiliyorlar dersem abartmış sayılmam. 


Francis Phelan (Jack Nicholson) yirmi iki yıl önce kaybettiği bebeğinin matemiyle kendisini sokaklara vurmuş bir adamdır. Kendisi gibi sokaklarda yaşayan Helen (Meryl Streep) ise eski bir piyanist ve şarkıcıdır. 1930'lar Amerika'sında günübirlik işlerle karınlarını doyurup birbirlerine destek olan ikilinin yolları bir süre sonra ayrılır. Phelan kafasındaki hayaletlerle yaşamaya devam ederken karısına (Carroll Baker) sığınır, Helen'e ise hayat şans tanımayacaktır. 


Alfred Hitchcock, birbirinden başarılı uyarlamaları sorulduğunda, iyi romanlar yerine ucuz romanları tercih ettiğini söyler. Çünkü iyi romanlar bilinçle doğrudan bağlantılıdır ve anlaşılmazlık riski vardır. Bundan bahsetmem lazımdı; çünkü Sonsuz Matem bir bilinç akışı filmi. Okumadığım romanı da muhtemelen öyledir. Serbest çağrışım yerine doğrudan uyarlama çekildiğinde potansiyelini ezip geçen filmler izliyoruz böylece. Oyuncuların işine yarayan bu derinlikli senaryo maalesef izleyicide karşılık bulamıyor. Hem gereğinden fazla uzuyor hem de kopuk. Oysa ki filmin unutamama ve yalnızlık tarifleri eşsizdi. Bu tarifler cömertçe harcanıyor. İki oyuncunun katkıları ve Hector Babenko'nun bu oyuncuları, yapabildiği kadarıyla Jack Nicholson'u bile, doğallığın nirvanasına ulaştırması ise filmi izlenir kılan yegane unsur. 


Filmin Fragmanı

23 Aralık 2017 Cumartesi

Heartburn / Baş Belası 1986



Yol kazası




Kimi filmler sırf oyuncu kadrosu için bile olsa izlenmeyi hak eder. Jack Nicholson ve Meryl Streep gibi iki önemli isim bir araya geldiğinde bu film yapımcı için gişede güçlü bir koza dönüşür. Benim için Mike Nichols sinemasında erişebildiğim filmlerden biri Heartburn. Bu filmin Nichols'ün filmografisinde zayıf bir halka olduğunu bilerek izledim. Nichols, yine o meşhur durum tutarlılığını ve sınıfsal bakışını hissettirsin istedim. Üzülerek söylemem gerekiyor ki Jack Nicholson ya da Meryl Streep'in ciddi bir hayranı değilseniz bu filmi izlemiş olmak sizi üzecektir. 


New York's romantik filmler senaristi Nora Ephron'un otobiyografik izler taşıyan senaryosu, Orta yaşlı muhabir Mark (Jack Nicholson) ile yemek yazarı Rachel'ın (Meryl Streep) ikinci evliliklerini, çocuk sahibi olup mutlu evliliğe inanma ve evliliğin yıpranma süreçlerini anlatıyor. Film bir şekilde lezzetsiz ilerliyor. Bu tür piyasa filmleri sevilmek için sevimli olmak zorundadır, ama ne yazık ki Meryl Streep haricinde filmin farkında olan kimse yok. Jack Nicholson beğendim bir aktör değildir ama birkaç iyi yönetmenle çalıştığı bir iki iyi filmi vardır. En hafif ifadeyle Jack Nicholson bu filme hiç yakışmamış diyip geçmek isterim.

Filmin Fragmanı

22 Aralık 2017 Cuma

Carnal Knowledge / İlk defa 1971


Skor peşinde!





İlişkilerin kıyısında köşesinde debelendiğimiz ilk gençlik yıllarında filmlere erişim kolay değildi. Varsın olsun. Bu gibi filmlere hangi yaşta rastladığın kimin umrunda değil mi? Mike Nichols ilişkilerin her boyutuyla ilgilenip konuyu derinleştirmeye devam ediyor. Onun sinemasına tanıklık etmek başlı başına özgün bir deneyim. Zira Amerika sinemasında bu tür konulara onun kadar rahat ve titiz yaklaşan yönetmen bulmak oldukça zor. İlişkileri sinir krizinin eşindeki çiftler, hastalıklı aşklar, büyüme derken İlk Defa ile Nichols sinemasında konu tatminsizliğe geldi dayandı. 


Jonathan (Jack Nicholson) ve Sandy (Art Garfunkel) ilişkileri ve deneyimleri hakkında konuşmaktan fazlasıyla hoşlanan iki üniversiteli arkadaştır. Utangaç Sandy, Fütursuz Jonathan'ın teşvikiyle tanıştığı Susan'a (Candice Bergen) aşık olur, Jonathan da bu ilişkiye dahil olur. Karmaşık flört üçü için de son bulur. Okulu bitirip iş dünyasına atıldıklarında ise Jonathan Bobbie (Ann-Margret) adında bir kadınla, Sandy ise Cindy'ledir (Cynthia O'Neal). Sandy ilişkilere samimi yaklaşıp mutluluğu aramaya devam ederken Jonathan tatminsizleşir ve giderek batağa saplanır. 


Mike Nichols cinsel keşfi The Graduate'te olduğu gibi yine genç bir erkek üzerinden kuruyor. Bu kez yalnızlık ve bunalım temasını biraz daha farklılaştırıp arkadaşlığa rağmen iktidarı da sorguluyor. Burada Jonathan ve Sandy'nin hayatına girip çıkan kadınlardan daha önemli olan şey Jonathan'ın bir yandan Sandy'ye karşı iktidar oyunu oynaması. Jonathan duygusuzluğu ve sınırsız cinsel hazzı temsil ederken Sandy tutkulu sadakati arıyor. Yönetmen Nichols bu konuda tarafını belli etmiyor. Kimin daha başarılı olduğunu bilemiyoruz, fakat Jonathan'ın iktidarsızlaşmasına odaklanarak en azından kimin daha kötü duruma düştüğünü bizlere gösteriyor. Jack Nicholson'ın kıyıda köşede kalmış pek de bilinmeyen iyi bir performansı var bu filmde. Kaçırmayın derim.

Filmin Fragmanı

7 Temmuz 2016 Perşembe

The Missouri Breaks / Bozgun (1976)



Daha öfkeli, daha tehlikeli


The Missouri Breaks / Bozgun 1976

Arthur Penn sinemasında, alışık olduğumuz dramatik hikaye başlangıcı şablonları çoğu zaman kendilerine yer bulamazlar. Bu yüzden, bir müddet Rus romanı okur gibi bocalayıp, bir noktada filmle ilk temasımızı kurar ve bir daha da kaybetmeyiz. The Missouri Breaks, bu tanımlamayı en fazla hak eden Arthur Penn filmi olabilir belki de. Olayların klasik bir western anlatısına bağlı olmadan aktığı, türün fabrika ayarlarıyla oynanan bir Vahşi Batı filmi bizi bekler. Sık sık Arthur Penn’in tür sinemasıyla derdi olduğundan bahsediyorum. Bunu aslında  yönetmenin Bonnie and Clyde filmini yazarken anlatmıştım, yine kısaca değineyim. Arthur Penn, klasik kara film, melodram ve özellikle western türlerine sıkışıp kalmış ve çaresizce kurtarıcı bekleyen Amerika sineması için önemli bir sanatçı. Türleri iç içe kullanıp, onların başka bir form ve hikaye yapısıyla da kurgulanabileceğini göstermek gibi büyük bir misyonu hayatı boyunca savunmuş bir yönetmen. The Missouri Breaks filminin benim açımdan, ve elbette sinema tarihi açısından, önemi ise bambaşka. Sinema tarihinde hayranı olduğum en büyük aktörlerden biri olan, belki de başı çeken, Marlon Brando ve onun has talebelerinden Jack Nicholson başrolde.

The Missouri Breaks / Bozgun 1976

Basit soygun işlerinden ve at hırsızlığından sonra bir araziye yerleşen Tom Logan (Jack Nicholson) kasaba için büyük bir tehlike haline gelmiştir. Kasabanın ileri gelenleri Tom Logan'ı durdurabilecek bir çare ararlar. Bu iş için en az onun kadar kural tanımaz ve fazlasıyla acımasız Lee Clayton (Marlon Brando) bulunur. Tom Logan’ın kanun tanımazlığına aynı umursamazlıkla cevap veren Lee Clayton’ın yöntemleri, ikili arasındaki çekişmeyi büyük bir hayatta kalma savaşına ve bitmeyen bir düelloya dönüştürür.

The Missouri Breaks / Bozgun 1976

Western türü, sinemada Amerikan milliyetçiliği bahsinde mutlaka kendisine yer bulan bir anlatı biçimi. Mutlak iyiler ve mutlak kötüler, aynı zamanda devletin ve otoritenin yanında olanları ve olmayanları niteler. John Ford gibi, bu arada büyük bir sinemacıdır, devletçi yönetmenlerin ördüğü bir biçimsel duvar var. Sergio Leone'nin yıktığı bu duvara, Arthur Penn de bir tekme atıyor ve anti-western olarak tanımlanabilecek film için Marlon Brando'dan da destek alıyor. Filmde ne Tom Logan ne de Lee Clayton saf bir iyilik taşıyor. Tam galip geldiğini sandığımız anda tüm karakterler mağlubiyeti tadıyor. İnsan ve mekan arasında klasik bir western filminden daha sağlam bir bağ kuruluyor ve mesele yüzeysellikten kurtuluyor böylece. Açıkçası Jack Nicholson favori oyuncularımdan biri değildir, bana biraz fazla ''yüksek'' gelir. Ancak bu filmde tek kelimeyle muhteşem. Marlon Brando ise yine muhteşemin bir basamak ötesinde. Brando, Annemin öğrettiği şarkılar kitabında bu filmde Arthur Penn'in kendisine tanıdığı özgürlük alanından ve filmde oynamaktan aldığı hazdan bahseder. Meraklısına duyurulur.


Filmin Fragmanı