Cinepopularica: En İyi Erkek Oyuncu sorgusuna yönelik arama sonuçları
En İyi Erkek Oyuncu sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster
En İyi Erkek Oyuncu sorgusu için yayınlar tarihe göre sıralanmış olarak gösteriliyor. Alaka düzeyine göre sırala Tüm yayınları göster

26 Aralık 2020 Cumartesi

Marlon Brando (1924-2004)

5 dakika okuma süresi


Bir aktör hatırlanıyor



Marlon Brando (1924-2004)

İlk yıllar ve kendini arayış

Marlon Brando 1924 yılında Nebraska eyaletinin Omaha şehrinde dünyaya gelir. Çocukluk anılarına dair ilk anımsadığı, eski bir oyuncu olan annesinin alkol sorunu, sık sık evi terk edişi ve uzun süre ortadan kayboluşudur. Ailenin üzerine karabasan gibi çöken despot baba Marlon Brando Sr., Marlon Brando tarafından uzun süre affedilmez, hatta Brando onun ölümü karşısında gizli bir sevinç duyduğundan bile bahseder. Brando, babasını ''Goril gibi güçlü ve zor bir adam'' olarak tanımlar. Çocukluğunun en önemli figürü anne Dorothy Brando olmasına rağmen Brando, dadısı Ermi'ye özel bir parantez açar. Daha sonra hayatına giren tüm kadınlarda Ermi'nin sıcaklığını aradığını belirtir. Hakkında yazılmış tüm kitaplarda çocukluğuna dair güçlü bir vurgu yapması bakımından, bu girişin kaçınılmaz olduğunu düşündüm. Zira sonraki yıllarda hayata karşı takındığı tutum, erken dönemiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Hayatının büyük bölümünde psikanaliz terapileri alır ve en iyi arkadaşları psikiyatrları olur. Başarısız bir okul ve aile yaşantısından yaşantısından sonra liseyi Shattuck askeri lisesinde okumaya başlar. Bu hem ailesinden uzaklaşma hem de geleceğini inşa etme konusunda belirleyici bir karar olacaktır. Bu okulun kütüphanesindeki National Geographic dergisinde gördüğü Tahiti'deki Tetiaroa adlı adaya hayran kalır ve orta yaşlarına girdiğinde bu adayı yaşlı bir Amerikalı kadından satın alır. Askeri okuldaki varlığı uzun sürmez, disiplinsizlik nedeniyle haksız biçimde okuldan uzaklaştırılır. Kendisinden önce oyunculuk sevdasına kapılan ablası Jocelyn'in izini takip eden Brando, liseden sonra şansını oyunculukta denemek için New York'un yolunu tutar.

Marlon Brando (1924-2004)

New York, Metot Oyunculuğu ve nihayet Oscar

New York'ta ne yapacağını iyi bilmektedir, ancak bir süre şehrin içinde oradan oraya sürüklenmeyi, o günlerin modası olan bohem yaşam tarzını denemeyi seçer. Hem annesinden aldığı referanslar ve tavsiyeler hem de ablasının varlığı sayesinde emin adımlarla ilerler. New School'da büyük sahne adamı Erwin Piscator'un öğrencisi olur, ancak yine aynı okulda tanıdığı ve okulun ruhu olarak nitelediği Stella Adler, Marlon Brando'nun oyunculuk kariyerindeki en önemli isim olacaktır. Genç yaşında büyük Rus teorisyen Konstantin Stanislavski'nin doğal oyunculuk metodunu bizzat kaynağından öğrenip, Amerika'daki öğrencilerine aktaran Adler, metot oyunculuğu kavramının yaratıcısı olmuştur. Stella Adler'e hayranlık ve büyük bir ilgi duyan Marlon Brando, Adler ve onun piyasa içinde etkili olan ailesi sayesinde o sırada kültür sanat camiâsında köşe başlarını tutan yahudilerle içli dışlı olma şansını da yakalar. I Remember Mama'da ve birkaç yıl sonra kendisini New York sahnelerinde ufak çaplı bir şöhret haline getirecek olan A Streetcar Named Desire'da (Arzu Tramvayı) oynadıktan sonra 1950 yılında Fred Zinnemann'ın The Men adlı filminde başrolde yer alır. O güne kadar kullanılmamış bir yöntem izleyerek, karakterini daha iyi anlayabilmek adına tekerlekli sandalyede uzun alıştırmalar yapar ve bir savaş gazisini ustalıkla canlandırır. Bu filmden sonraki ilk başarısını 1954 yılındaki On The Waterfront (Rıhtımlar Üzerinde) filmiyle elde ederek ilk En iyi Erkek Oyuncu dalında Oscar ödülünü kazanır. Yönetmen Elia Kazan, Stella Adler'den sonraki en büyük öğretmeni olmuştur artık. Kazan'ın kurduğu Actors Studio'nun ilk öğrencilerinden biri olan Marlon Brando, İngiliz oyuncuların tekelindeki tiyatral oyunculuk yerine karakter inşasına dayanan metot oyunculuğunun o zamana kadarki en görkemli temsillerinden birini vermiştir. 

Marlon Brando (1924-2004)

Doyum, skandal ve yeniden doğuş 

60'lı yıllarda politik konularda sesini yükseltmeye başlar ve gelen senaryoların politik yönlerini eleştirip oynayacağı karakterler hakkında söz sahibi olmayı ister. Bu tutumuyla sektörün zor adamlarından biri haline gelen Brando, 50'li yıllarındaki hızlı yükseliş ivmesini kaybeder. Yine de 1964 yılında oynadığı ve nispeten önemsiz bir film olan Bedtime Story setindeki çalışma günlerini, en fazla zevk aldığı süreç olarak tanımlar. Dünya sinema tarihinin en büyük ismi olarak nitelediği Charlie Chapman'ın yönettiği 1967 yapımı A Countess From Hong Kong adlı filme büyük bir heyecanla başlar, Chapman'ın etrafına kötülük saçtığı gerekçesiyle ondan bir insan olarak nefret ederek bu filmi zorluklarla bitirir. Çalıştığı en iyi üç yönetmeni, Elia Kazan, Bernardo Bertolucci ve 1969 yılında Burn filminde bir araya geldiği Gillo Pontecorvo olarak sıralar. Burn, ne ne kadar büyük bir gişe başarısı yakalamış olmasa da Brando'nun en iyi filmlerinden biridir. 1972 yılında yazar Mario Puzo'dan aldığı özel davet mektubuyla The Godfather (Baba) filminin kadrosuna dahil olur. Efsanevi bir karakter yaratır ve buna bizzat karar verir, hatta diyaloglarına müdahale etme şartıyla filme dahil olur. Bu film ona ikinci Oscar ödülünü kazandırır. Kızılderililerin hakları üzerine yıllardır hassasiyetle eğilmiş olan Brando, ödülü alması için Kızılderili kökenli bir kadını (Sacheen Littlefeather) sahneye çıkması için ikna eder. Bu olayla birlikte artık Oscar kazanma şansını da yitirmiş olur. Baba filminden sonra Bertolucci'yle Last Tango in Paris filminde çalışır. Anılarında ve söyleşilerinde inkar etse de Yönetmen Bertolucci'yle birlikte başroldeki kadın oyuncu Maria Schneider'a komplo kurup, tecavüz sahnesini onun haberi olmadan çekerler. Gerçekçilik uğruna yapılan bu korkunç hareket ne yazık ki onu piyasadan silmeye yetmez. Cılız da olsa bazı sesler yükselir, zaten Brando, sadece para için oyunculuk yaptığını başından beri söylemektedir. Kariyeri de yaşı da ilerlemiş, sinema dünyası değişmiştir. 1979 yılında The Godfather filminin yönetmeni Francis Ford Coppola'dan gelen teklifle kimi eleştirmenler tarafından gelmiş geçmiş en iyi oyunculuk performansı sayılan Apocalypse Now (Kıyamet) filmindeki Albay Kurtz karakterine hayat verir. 

Marlon Brando (1924-2004)

Anılarından izlenimlere

Marlon Brando'yu, anılar ve söyleşiler yoluyla kavrayabilmek oldukça zor. Kendi ifadesiyle gerçeği eğip bükmeyi, abartmayı ve yer yer yalan söylemeyi seviyor. Şimdiye kadar okuduğum tüm biyografi kitaplarında bazı hikayeleri farklı şekilde anlattığına bizzat tanık oldum. Zor bir çocukluk, baba baskısı ve kayıp anne figürü yüzünden incinen benliğini benliğini onarabilmek için egosunu fazlaca merkeze alıyor. James Dean için benim taklitçimdi diyebiliyor, Elvis Presley'in, siyahilerin müziğini çalarak ünlü olduğundan bahsedebiliyor, Marilyn Monroe'yla yaşadığı aşkı ballandıra ballandıra anlatabiliyor. 1953'te oynadığı The Wild One filminde canlandırdığı asi genç karakter sayesinde Amerikan toplumunu dönüştürdüğünü iddia etmekten de çekinmiyor. Hakkında iddialı açıklamalar yaptığı kimseler bu söyleşiler sırasında yaşamıyordu, bu yüzden gerçeği bilemeyeceğiz. Ancak bir şekilde aynı yıllarda popüler olduğu figürlere karşı hırs beslediği aşikâr. Büyük bir oyuncu olarak insanlara sahte hikayeler anlatmayı sevdiği inkâr etmemesi ve ilgiyi üzerinde toplamaya bayılması dışında, 1950'li ve 60'lı yıllarda müthiş bir şöhret yaşadığına hiç şüphe yok. Politik olarak Yahudilerle içli dışlı olması sayesinde sektörde hızlı bir tırmanış yaşadığını kendisi zaten ima ediyor. Siyahilerin ve Kızılderililerin hareketini samimiyete desteklediğini de biliyoruz. Yine de politik figür olmak gibi bir derdi yok. Zira cadı avı döneminde Hollywood'taki solcuları ispiyonlayan Elia Kazan'la bağını hiç koparmamış, hatta bu olaydan sonra bile onun filminde oynamış bir aktördür Marlon Brando. Daha fazlasını yazmayı isterdim, oğlunu hapse, kızını intihara sürükleyen olaylardan bahsedebilirdim. Dondurmaya bayıldığını, hatta her gün en az yarım kilo dondurma yediğini, eski eşlerinin ondan nefret ettiğini söyleyebilirdim. Onun yerine Türkçe olarak yayımlanmış tek ciddi kitap olan Brando: Annemin Öğrettiği Şarkılar'ı okumanızı önereyim.

18 Aralık 2020 Cuma

Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas (1995)

2 dakika okuma süresi


Nihâyete adım adım


Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas (1995)

Mike Figgis, 1995 yılında çektiği Leaving Las Vegas filmine kadar, yaklaşık on yıllık yönetmenlik kariyerine birkaç iyi film, dizi ve belgesel sığdırmış, yaratıcı ve üretken bir sinemacı. Leaving Las Vegas'ı önce bir televizyon filmi projesi olarak tasarlar, hatta 35 mm yerine 16 mm kamerayla çeker, fakat yapım sırasında bunun bir sinema filmi olması gerektiğine karar verilir. John O'Brien'ın aynı adlı romanından ve senaryosundan hareketle, çekimler başlar. Yazar O'Brian iki hafta sonra intihar eder, çekimler durur. Projeyi rafa kaldırma düşüncesi tartışılırken, bu filmi ona adama kararı alıp devam ederler. Belli ki bir mesaj vermiş ve kendisini ölümsüzleştirmek için böyle bir yol seçmiş, ya da yazdığı filmdeki gibi adım adım o yola ilerlemiştir. Bu olaydan sonra başroldeki Nicolas Cage, filmdeki karakterine daha sıkı sarılır, hatta koluna bizzat John O'Brien'a ait kol saatini takıp, belki de metot oyunculuğunun gereğini yerine getirir. Yazara, yönetmene ve başrol oyuncusuna dair verdiğim tüm bu bilgiler filmin içeriğiyle tamamen örtüştüğü gibi, Nicolas Cage'e de ilk ve tek En İyi Erkek Oyuncu Oscar heykelciğini kazandırır. 

Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas (1995)

Senarist Ben Sanderson (Nicolas Cage), yanına oğlunu da alıp kendisini terk eden karısının ardından büyük bir bunalıma girer, ya da zaten öteden beri bunalımın içindedir. Delicesine içen ve içerek ölmeyi tasarlayan Ben, hayatının bu döneminde maddi sıkıntılar da çekmeye başlar. Yalnız kalmamak için teselliyi hayat kadınlarında arayan Ben'in yolu, bir gün Sera (Elisabeth Shueadındaki bir hayat kadınıyla kesişir. Sera da geçmişinden gelen travmaları atlatmak için psikolojik yardım alan bir kadındır. Ben Sanderson'un bitik, çaresiz ve beş parasız halinde tanıdık bir şeyler bulan Sera'nın içinde şefkat ve aşk hisleri uyanır. İkisi de birbirine tutunacaktır. Ama Ben Sanderson delicesine içmeyi bırakamaz.

Leaving Las Vegas / Elveda Las Vegas (1995)

Adına dipsomani denen bir arızalı ruh hali var. Şişenin dibini görmek ve delice içmek anlamına geliyor. Filmin başından itibaren Ben Sanderson'un muzdarip olduğu hâl bu. Karısı ve oğluyla yolunun ayrılmış olduğuna dair bir sekans, sadece öfke dolu bir sahnedeki diyaloglarla -o da üstü kapalı olarak- kendisini belli ediyor. Nicolas Cage, karakteri çizerken çok iyi referanslar bulup metot oyunculuğu icabı alkolizmin sınırlarında gezinenlerle zaman geçirmiş. Bu sayede tehlikeli bir eşiği kolayca aşmış. Doğallık ile sarhoş parodisi arasındaki eşiği kastediyorum, zira senaryo buna o kadar müsait ki. Yazar O'Brian, sanki filmin başlamasını beklemiş, Nicolas Cage'i, Elisabeth Shue'yu ve yönetmeni test etmiş. Bakmış ki işler yolunda gidiyor ve film doğru istikamette ilerliyor, dünyayı terk eylemiş. Filmi başarılı kılan hemen hemen tüm faktörler yerli yerinde. Hatta 16 mm film kamerasının verdiği puslu ve bulanık doku bile filmin kirli duygusuyla bire bir örtüşüyor. Fakat filmin özellikle Amerika'da popüler olmasının iki önemli nedeni var. Biri Nicolas Cage'in Oscar ödülü, diğeri Roger Ebert'in Great Movies seçkisinde yer alması. Filmin müziklerini aşağıdan dinleyebilirsiniz.


Filmin fragmanı


Filmin Müzikleri


11 Kasım 2020 Çarşamba

Dogman / Köpekçi (2018)

2 dakika okuma süresi


Haysiyet ve kötülük üzerine


Dogman(2018)Matteo Garrone

Matteo Garrone'nin 2008 tarihli Gomorra filmi Cannes'da Altın Palmiye ödülü kazanmış ve o yıl seyircide büyük beklenti uyandırmıştı. İtalyan mafyasını yıllar yılı Amerikalılardan izlemiş seyirci için fazla sert ve fazla gerçekçiydi. Üstelik bu filmdeki İtalyanlar ağızlarını yaya yaya konuşup eğlenmeyi bilmiyordu. Garrone, artistik İtalyan mafyası mitine çomak sokuyordu, ama o zamandan bu zamana kadar kendisini hatırlatacağı bir filmini izleyememiştik. Nihayet 2018 yılında Nuri Bilge Ceylan'ın da Ahlat Ağacı'yla yarıştığı Cannes Film Festivali En İyi Film (Palme d'or) kategorisinde Dogman'le yeniden aramıza döndü. O zaman izleme fırsatı bulamamıştım, ama daha fazla da geciktirmek istemedim. Açık açık ve kitabın ortasından konuşarak söylemem gerekir ki Dogman, karakter yaratımı, metaforları ve hikaye gelişimi açısından son yıllarda izlediğim en başarılı filmlerden biri. 

Dogman (2018)Matteo Garrone

Köpek bakım dükkanı sahibi Marcello (Marcello Fonte), hayatını kızı Alida'ya (Alida Baldari Calabria) ve baktığı köpeklere adamıştır. Eşinden ayrıldığı için nadiren görüştüğü kızına yeterli zaman ayıramadığından her görüştüklerinde doyasıya eğlenirler. Marcello'nun sıradan ve mutlu hayatı, çocukluk arkadaşı Simoncino'nun (Edoardo Pesce) hapisten çıkmasıyla değişir. Simoncino, başını herkesle belaya sokan, uyuşturucu bağımlısı, şiddete eğilimli bir canavardır. Saf ve iyilik timsali Marcello, önceleri ufak işlere alet olurken Simoncino'nun istekleri artmaya başlar. Yan dükkanındaki soygun yüzünden Simoncino yerine hapse giren Marcello, hapisten çıktığında zedelenen gururunu umursamayan Simoncino yüzünden dostluğu ve iyiliği sorgular. Simoncino artık Marcello'nun can düşmanıdır. 

Dogman (2018)

Marcello karakterine hayat veren Marcello Fonte Cannes Film Festivali'nde bu rolüyle En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandı. Film hakkındaki övgülerimin birkaç katını rahatlıkla bu usta oyuncuya armağan edebilirim. Sahneleri defalarca geri alıp ''Ama bir oyuncu nasıl bu kadar doğal oynanabilir ki'' diye düşünmekten bazen filme odaklanamadığımı itiraf etmeliyim. Duygu sınırlarını zorlayan bu oyunculuk performansı sayesinde hikayenin amacına ulaşamaması imkansızdı zaten. Marcello'nun dönüşümü film icabı keskin ve köşeli gerçekleşmiyor. Çünkü filmin başından sonuna kadar sorguladığı, daha doğrusu merkeze aldığı konu belli. Özümüzdeki iyilik cevheri ve kötülük tohumunun iç içeliği ve onu tetikleyen haysiyet meselesi. İnsan başına gelen iyi ya da kötü olayların sertliğiyle değişime uğrar mı yoksa uğramaz mı? Kötülerin istekleri yerine getirildiğinde onların özleri değişime uğrar mı? Film son derece hırçın bir köpekle açılıyor, Marcello'nun ondan yine de umudu var, ve isteklerini karşıladığında sakinleştiğini görüyor Marcello, Simoncino'yu da ehlileştirebileceğini düşünüyor. Ondan da umudur var, deniyor. Peki başarabiliyor mu? Amores Perros'ta da olduğu gibi köpek, insan ve benzeşen kaderler bahsinde malzeme kullanımı olağanüstü. İnsanın kökten değişmeyeceği, fakat ruhunda bazı çatlaklar oluşturup o çatlakları derinleştirebileceği üzerine bir şaheser izleyeceksiniz.


Filmin fragmanı

10 Ocak 2018 Çarşamba

Kiss of the Spider Woman / Örümcek Kadının Öpücüğü 1985



Zaten aşklar hep yalan dolan


Kiss of the Spider Woman / Örümcek Kadının Öpücüğü  1985

Arjantinli yazar Manuel Puig'in en bilinen eseri Örümcek Kadının Öpücüğü, edebiyat, tiyatro ve sinema dünyasında yer edinmiş bir kitap. İçeriği nedeniyle sol çevrelerde eleştirilere maruz kalmasının yanında yönetmeninin politik kameranın önemli bir temsilcisi oluşu büyük bir zıtlık yaratıyor. Açıkçası konusu itibariyle ortada sert bir durum göremiyorum. Tek tip sosyalist ya da tek tip eşcinsel tipi olabileceğine inanmak saçmalığın bizatihi kendisidir. Açıkçası kitabını okumadığım için filmini bağımsız olarak ele almak isterim. 

Kiss of the Spider Woman / Örümcek Kadının Öpücüğü  1985

Siyasi mahkum Valentin Arregui (Raul Julia), cezasını çekmesi için getirildiği hapishanede eşcinselliği nedeniyle hapse atılan Luis Molina'nın (William Hurt) hücresine gönderilir. Savunduklarına son derece bağlı olan Valentin, Molina'yı yadırgar ve onu hem eşcinsel hem de hayalperest olduğu için suçlar. Molina, hapishane yönetimi tarafından Valentin'e karşı bilgi toplamakla görevlendirilse de Molina Valentin'e aşık olmuştur.

Kiss of the Spider Woman / Örümcek Kadının Öpücüğü  1985

Çehov'un drama yapısıyla ilgi söylediği şuydu: Eğer birinci perdede duvarda bir silah görünüyorsa o silah patlamalıdır. Örümcek Kadının Öpücüğü'nde iki mahkumun zıtlıklarla dolu ilk teması gerçekleştiğinde o silahın patlayacağı belli olmuştu. Çekildiği dönemde izleme şansım olsaydı başka düşünürdüm muhtemelen, fakat bu şartlarda bana ne politik ne de dramatik bir yenilik sunmadı. Beni etkileyip aklımda kalan William Hurt'ün muhteşem oyunculuğuydu. Bu filmdeki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Oscar'ını kazandığını söylemek lazım. Şöyle toparlayayım; roman dili fazlaca hissediliyor, kasvetli ve yorucu kısımları epey fazla, ama sonuçta bir Hector Babenco filmi.


Filmin Fragmanı

11 Haziran 2016 Cumartesi

The Silence of the Lambs / Kuzuların Sessizliği 1991

Çek bir Big Five



Amerikan sinemasının başka türlü bir üretkenlikle sinema salonlarında rekor üstüne rekor kırdığı yıllardı 90’lar.  1991 yapımı Kuzuların Sessizliği  ise bu yılların sembol filmlerinden biri. Oscar Ödülleri’nde Big Five olarak nitelendirilen en büyük beş ödülü alan üç filmden biri olarak da sinema tarihine başka bir damga vurmuş bir başyapıttır Kuzuların Sessizliği. Bu tür filmleri ara ara izlemeyi, belleğimde eksik kalmış noktaları tamamlamayı seviyorum. Defalarca izlemiş olmama rağmen bir gece vakti, beni ürkütmesine yeniden izin verdiğim bu filmi sizlere de hatırlatmak istedim.


Gerilim dozu yüksek filmlerde seyirciyle sürekli olarak oyun oynamaya dayalı bir reji göze çarpar. Özellikle gerilimin zirve noktasında sese dayalı bir korkutma eğilimi vardır. Yönetmen Jonathan Demme bu bakımdan övgüyü hak ediyor.  Filmin, romandan uyarlanmış olması elbette bir anlamda kılavuz vazifesi görmüştür ama yönetmenin filmi güçlü dramatik bütünlük içinde tutabilmesi ve gerilimi bu alana yedirmesi gerçekten film üzerinde mucizevi bir etki yaratmış, zira romandan uyarlanan nice filmin heba oluşuna tanık olmuşuzdur.


Başarılı bir öğrenim geçmişine sahip FBI stajyeri Clarice Starling (Jodie Foster), FBI şefi Jack Crawford’un (Scott Glenn) isteğiyle yamyam katil olarak nam salmış olan Hannibal Lecter’ı (Anthony Hopkins) yüksek güvenlikli hücresinde görmeye gider. Genç kadınların derisini yüzüp kendisine kusursuz bir kadın bedeni yaratmaya çalışan Jame Gumb (Ted Levine) hakkında Hannibal’dan bilgi almaya çalışan dedektifler, Hannibal’ı ellerinden kaçırır, ancak Gubm, Clarice’in çabasıyla yakalanacaktır.


Hikayenin işlenişinde hiçbir karmaşa yok. Her şey olanca titizliğiyle kurgulanmış ve çekilmiş. Hollywood filmlerinde teknik olarak bir kusur bulmak zaten oldukça güçtür, zira teknik yetkinliklerinin alt eşikleri bile dünyada standart haline gelmiş bir ülke sinemasından bahsediyoruz. Kuzuların Sessizlini özel kılan şey ise bu noktada içeriğin mükemmelliği ve olayı kavrayış biçimi. Kusursuz bir zekaya sahip bir seri katili daha fazla abartmak yerine psikolojik dramayı anlaşılır kılma çabası, bu filmin en özel yanı bana kalırsa. 



Bilindiği gibi Anthony Hopkins bu filmle en iyi erkek oyuncu dalında Oscar kazanmıştı. Herhalde son otuz yılın en tartışmasız oyuncu ödülü bu olmuştur. Aslında filmde toplasan 15 dakikalık bir rolü olsa da kendisini her ana yayan, üstün bir oyunculuk sergiliyor. Jodie Foster için de benzer şeyler söylemek lazım. Hem güzelliği hem muhteşem bir oyunculuğu söz konusu. İzleyici tercihleri ilginçtir. Nice sinema sevdalısının ne filmleri henüz izlemediğini bilirim. Kuzuların Sessizliğini duyup da izlememiş olanlara tavsiyemdir.

Filmin Fragmanı